Social Icons

.

Pages

23 Şubat 2011

Ezilenlerin İncisi: Dostoyevski

                   
Dostoyevski, devrin birçok ilerici genci gibi büyük toprak ağalarını koruyan kölelik kanunlarının yarattığı sosyal ve siyasal yapıdan rahatsızlığını Bielinski’nin toplantılarına katılarak belirtir. Rejime karşı çıkan grupların gösterilerine toplantılarına iştirak eder. Bu sırada gençler tutuklanır ve Dostoyevski’de bu grubun içindedir. Haklarında idam kararı çıkartılır.  Karar infaz aşamasındayken Çar’ın affıyla kurtulurlar. Bu karar sonrasında dört yıl kürek, beş yıl sürgün cezasına çarpıtılır. Hapishanede yalnızca İncil bulunduğu için dine merak sarar. Çernişevski ve Pisarev’le tanışması hapis sonrasına denk gelir. (Bazı muhafazakar kesimlerin Dostoyevski üzerinden dindarlık nutukları çekmesi koca bir sahtekarlık. Hapishanede Rus egemenleri bazı aydınların özellikle İncil ile yola geleceğine olan inançlarıyla sıkı bir tecrit uygulamışlardır, Dostoyevski de bu tecritte İncil’i okuma fırsatı bulmuştur. İyi ki okumuştur da…) Çernişevski’nin çıkardığı Sovremennik adlı dergide “Sanatın toplumu aydınlatma, dönüştürme” misyonundan söz eder ve karşıt görüşlü aristokrat yazarlarla ağır polemiklere girer. 1866’da onu dünya edebiyatının göz nuru yapacak “Suç ve Ceza” romanı yayınlanır.
  
     Her şey genç yazar İvan petrovic’in Miller pastanesinde Bay Smith ve köpeği Azurka’yla karşılaşmasıyla başlar. Bir kaldırım pastanesinden Prens Piyotr Aleksandroviç’in çiftliğine kadarki sokaklarda, evlerde, yaşayan küçük insanların dünyasına girmiş yazar İvan petrovic o insanların hayatına bir yazar olarak tanıklık eder.  Ama maddi imkansızlıklar, Nataşa’ya duyduğu sonsuz aşk, tüm Rus küçük insanına sevgi ve fedakarlıkla bakan o kocaman yüreği yazarlık alanında kariyer yapmasına engel olur. (Bu engel günümüz yazarcıklarının şatolarda, malikanelerde, devasa otellerde yazdıkları yazarlık parasıyla beş metelik etmeyen metin sahiplerine armağan olsun, roman yazmayı hayatın biricik vazgeçilmez parasal kaynağı olarak gören modern romancılarımızın yetenek haklarını vererek kocaman saraylarda yaptıkları tatilleri zehir zıkkım edip eserimizedönelim.) Yer yer  yazarın sosyal dedektiflik merakıyla başlayıp gelişen,  devam eden ve gerçekçi bir sonla biten bu kısa ama etkili eser Bielinski’nin sanat ve toplum hakkındaki fikirlerine de referans olacaktır.Evet, “Ezilenler” romanı böyle de özetlenebilir. Bu arada giderek kendi gücünü yine kendi ezilmişliğinden alan Natalya Sergeyiç(Nataşa) romanın ana karakteri gibi görünse de Bay Smith’in torunu Helena( Nelly ya da Lenoçka) etrafında olay örgüsü gelişmektedir. Dönemin tüm çarpıklıkları, üçkağıtçılıkları, çetecilikleri, kokuşmuş aristokrasinin tortularının açığa çıkmasına neden olan 11 yaşındaki küçük bir kız olan Lenoçka’nın dedesinin evini ziyaret etmesi Rusya’da yaşanan bu sosyal dramın da açığa çıkmasına vesile olacaktır. Ayrıca küçük bir ayrıntı; küçük çocuk seviciliğinde hangi tiplerin, kimi nasıl kullandığının da izleri bu eserde görülmektedir. Yani 20.yüzyıl egemenlerinin bugün büyüyen gölgelerini de eserde görüyoruz. Yazar İvan Petrovic tüm bu yaşananlara tanıktır, tavırlıdır, taraftır. Aslında gerçek hayattan kopup romanın orta yerine İvan Petroviç olarak düşmüş Dostoyevski’nin Bielinski’nin “toplum için sanat” görüşünün somut bir ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Maslobyev bürokrasi çarkındaki kırıntılardan dönen üç kağıdın beslemesi bir karakterdir romanda. Pezevenklerin, toprak ağalarının, çocuk sevicilerinin açıklarından yararlanarak para kazanmak isteyen Maslobyev ne kadar da günümüz bürokrasisine de bir parça iz bırakmıştır. (Kapitalizmin her türünün kiri, pası doğuşundan bu yana bir ahlak sorunu olarak tortulaşıp damlamasına rağmen ısrarla kapitalizmin parıl parıl parıldattığı toprak sahiplerinden devşirme büyük sermayedarların dizilere, filmlere, romanlara konu olan yüzeydeki hayatları da deşifre olmuş oluyor.) Ya umutsuz aşık  genç kız Nataşa ve Prens Piyotr’un oğlu Alyoşa’nın yaşadıklarına ne demeli! Sanırım günümüz dünyasının tipik magazin beslemesi züppeleri gibi yaşamayı ve arada sırada arabesk romantizmiyle Nataşa’ya olan aşkını dillendirmesi bu gerçeği değiştirmeyecektir. Alyoşa’nın baba otoritesine, toplumsal ahlak baskısına ve genel kural çizgilerinden sıyrılamayıp Nataşa’nın duygu dünyasını hallaç pamuğuna çevirmesi şaşırtıcı bir ustalıkla anlatılmıştır.
“Beni eskiden de simdi de ne kadar sevdiğini biliyorum Vanya. Ağzından kötü bir söz çıkmadı bana karsı, hiç suçlamadın beni! Oysa ben, ben... Tanrım, ne çok suçluyum sana karsı Vanya! Geçmiş günlerimizi hatırlıyor musun? Ah, onu hiç görmeseydim, hiç tanımasaydım ne iyi olurdu! Seninle güzel güzel geçinip giderdik, benim iyi yürekli, sevgili Vanya'cigim!.. Hayır, sana layık değilim ben! Görüyorsun ya nasıl bir insan olduğumu: Böyle bir anda geçmiş mutlu günlerimizi hatırlatıyorum sana, acı çektiriyorum! Üç haftadır uğramıyordun bize; ama inan ki, beni lanetlediğini, nefretle andığını bir an bile düşünmedim Vanya.
Niçin gelmediğini biliyordum:Bize engel olmak, karsımızda durarak bizi utandırmak istemiyordun. Acaba  bizleri görmek de sana ağır gelmeyecek miydi? Ama gelmeni ne çok istiyordum bilemezsin! Beni dinle, gerçi Alyosa'yi çılgın gibi seviyorum, ama bir dost olarak seni belki daha çok seviyorum. Sensiz yasayamayacağımı hissediyor, biliyorum; sen gereklisin bana; kalbine, altın kalbine ihtiyacım var... Ah
"Vanya! Ne acı, ne güç günler var önümüzde!”
   Görüleceği üzere: Zenginlerin para ve şöhret için yapamayacakları şey yoktur.Dostoyevski buna EZILENLER adını verirken romandaki kişilerin yalnız yoksulluklarını değil onların bu aşağılanmadan ötürü duydukları manevi bunalımı da vermiştir. Zenginlikten sonra, rutubetli bir odada can verecek hale düşen Smith, bu odada eserini yaratmaya çalışan Petroviç bir toplumun düzensizliğinin, aksaklığının aşağı kattaki insanlar üzerinde yaptığı yıkıntıların temsilcisidirler.
    LermontovL, Politik Edebiyat
Not: Bu yazı daha blogumda yayınlanmasına rağmen tarafımdan Jiyan sitesi için derlenip toparlanmıştır. 

8 Şubat 2011

Yüce Ahlakımızı Dölleyen Çehov’un Belikov'u


      Toplumsal şartlar kimimize uğraşlar, kimimize görevler, kimimize ün, kimimize zenginlik sunmaktadır. Yine de birey olarak bunlardan pek memnun değiliz, olmamalıyız da… Hep özlediğimiz şartlardan uzaktayız. Bütün davranışlarımızı günümüz modernizmi , hem geleneklerle hem de yeni sayılabilecek birtakım davranışları gelenekleştirerek belki de kapitalizmin en amansız dayanağı olan kurallı ve ilkeli yaşamayı bize dayatmaktadır. Çoğumuzun, belki de her birimizin çokça arzuladığı bir yaşam var ve biz hep kıyısındayız. Diri biri olmayı o kadar çok arzulamamıza rağmen bu arzularımızı gerçekleştirecek mekan ya da zaman bulamamaktan şikayet ettikçe giderek toplumsal şartların oluşturduğu eril ahlakın bir nesnesi durumuna gelmiş bulunmaktayız.
        Böyle bir girişe neden ihtiyaç duydum ki, benden beklenmeyecek derece ağırbaşlı bir giriş oldu sanırım.  Bugünkü karakterim yine Çehov’dan. Çehov’un özel kıldığı bir öğretmen, Latince öğretmeni Belikov. Oysa Belikov’u tepeden tırnağa biz Çehov’un kendisinin anlatıcılığından değil, bir lisede öğretmen olan Burkin’in anlatımından yola çıkarak tanıyacağız. Burkin, Latince öğretmeni Belikov’u hem gözlemleriyle anlatır hem de onun duygusal süreçlerini bir tanrı gibi çözümleyerek bize iletir.  Burkin’in, arkadaşı İvan İvaniç’e anlattığına göre dünyada yaşaması fazlalık olan, haliyle Tanırının kusurları sayılabilecek iki tip var.  Biri muhtarın karısı Mavra ki ömrü boyunca demiryolu bile görmemiş gündüzleri sobanın çevresinde pinekleyip geceleri boş boş köyün etrafında gezen bir kadınmış, diğeri Mavra’yı aratmayacak Latince öğretmeni Belikov…Belikov’un ünü ölü oluşundan değil, yaşarken yaz günlerinde bile içi pamuklu palto giymesi, açık güneşli havalarda şemsiye taşıması, yürürken kimseyi duymasın diye kulaklarını pamukla tıkaması...Gözleri kadın görmesin diye siyah gözlük taktığı söylenir. Faytona bindiğinde ilk işi sürücüye tenteyi çektirmesi olurmuş. Yani anlayacağımız Belikov’a göre dünya zararlı düşünce, kötü insan, boktan bir doğal hayat ve şeytanlarla doludur; tüm bu dış etkilere karşı ancak böyle korunmalıdır insan.  Şemsiyesi, çizmesi, paltosu onun açısından verdiği sosyal mesajlarla Latince öğretmek kadar mühimdir. İnsanlık ona bakarak, onu görerek, onu gözlemleyerek, onu anlayarak gelişecektir, ahlâksızlılıktan okulun öğrencileri kurtulacak, savaşlar sadece kötüleri cezalandırma amacıyla tanrı ve iktidar aracılığıyla yapılacak; kadınlar ve kızlar bisiklet bile süremeyecektir. Nihayet Burkin’e göre; okula gelen öğretmen Kovalenkov’un kız kardeşi Varenka’yla tam evlenecekken kızın bisiklete bindiğini görür ve dünyası alt üst olur. Belikov'un gözünde Varenka, denizin dalgalarının yarattığı köpükten oluşmuş bir canlı, kısrak bir at misali çekicidir. Ne var ki Varenka'nın bisiklete binmesi onun götüyle toplumun ahlakını rehin alması dünyanın sonudur. Varenka’nın bu andan sonraki tüm dişiliği Belikov’un kafasında bu kadar hainane bir emel olarak belirir. Varenka’yı bu hale düşüren de abisi Kovalankov'dur. 
(Eğer Belikov günümüzün öğretmenlerinden olsaydı;
 kuşkusuz İnternet, onun hayatında sadece çağımızın tüm hainane emellerini pompalayan bir bilgi akışı sistemi, sürekli devlet büyüklerimizin akıl-dışılıklarını çürüğe çıkarmak isteyen korkunç bir tuzak, atalarımızı bize düşman diye gösteren bir avuç soysuzun kullandığı sözde tarih kaynağı, bir yığın ipe sapa gelmez sapık filmlerin izlendiği ortam olarak bilinecekti. Tüm bunlar Varenka’nın o gün götünün iki yarısını bisikletin iki tarafına yayarak toplumu ajite ettiği oturuşun suçu… Modern Belikov düşüncesince bugünkü ahlaksız, yoz, kirli toplumun aşağılık bireyleri Varenka’nın iri memelerine değil ama onun götüne vatanı sattılar. Belikov bugünkü insanlığın elbette fikir babası. Ata’mızın bize bıraktığı yüksek sadakat, yüce Türklük  ve kaynaşmış sınıfsız halk mirası da onun fikriyatından kalma.  Günümüzde Turgenyev okumayacak kadar asil, Sçerdin, Bojonov, Lenin adlarını duyduklarında yüzü balon kırmızısına dönüşecek  liderleri ve onları alkışlayan milyonlarca öğrencinin de başöğretmeni. 
     Bana göre Taraf gazetesi de bu herifin bize bıraktığı zihinsel mirastan bir nebze faydalanmıştır. Yoksa hangi akıl Zizek’in Mısır Devrimi tespitlerini sansürler ki! Yine Belikov’un devrimci izdüşümleri de yok değil; 
   Eşcinselliği sapkınlık, devrimci nikah ya da devlet nikahıyla evlenmeden seks yapmışlığı da yoz ahlakın, burjuva oyununun parçaları belleyen bir ton mahalle devrimcisi kadın ve erkeğin de peygamberi olabilir. Belikov ardılı devrimcilerde de birtakım alerjik etkiler yapan terimler yok değil; kesintisiz devrim, demokratik eşitlikçi sosyalizm, generalsiz bürokratsız dünya ve elbette Trocki kavramları da bu çağdaş Belikovların alerji duyduğu şeysiler… Her çıplak kadın/erkek  gördüğünde Belikov’un Varenka’nın bisiklete bindiği hali canlanır bunların mekanlarında…Hemen kadın ve meta teorisi devreye girer. Sevişen çiftler mutlaka kadını meta görüyorlardır. Devrimci ahlak diye uydurdukları feodal masallar da onların ayetleri. Kadını erkekleştirmek, erkeğe benzeştirmek, ona yiğitlik, militanlık, delikanlılık payeleri vererek Rosa'yı, Goldman'ı anarlar... Tanrım ne korkunç bir sahne! )

     Uykum geldi, devamını sonra yazarım ya da alın “Mahfaza İçindeki Adam” hikayesini Çhov’un kendinizce çözümleyin:  Muhafazakar liberalleri, muhafazakar maço erkek devrimcileri, muhafazakar seks-estetik, kültür yoksunu kızları dölleyen Belikov’u…
 




4 Şubat 2011

Çehov’un “Bukalemun”’undan Çıkmış Aydınlar

“—Köpeği başıboş salıvermenin ne demek olduğunu size göstereceğim! Emirlere boyun eğmek istemeyen bu gibi baylara dikkat etmenin zamanı gelmiştir! Bu keratayı bir cezaya çarptırırsam köpeğin ve başka serseri hayvanların ne demek olduğunu öğrenir! Ben ona hanya ile konyayı gösteririm!!” Bu cümle Çehov’un Bukalemun öyküsünde, bir kuyumcu işçisi olan Hrukin’i ısıran köpeğe kızan Komiser Oçumelov’a ait. Kanuna, “Isırmak serbesttir.”diye bir madde konmayınca köpeğin kime ait olduğu önem kazanacaktır. Oysa kanun adamı Oçumelov, “Aç köpek fırın deler.” Sözünden bihaber mi, değil elbette. Maksat vatandaşın huzur ve güvenliğiyle ilgilenmek… Saint Petersburg meydanı bu olayın ardından büyük bir kalabalığa ev sahipliği yapacaktır. Kalabalıktan biri köpeğin General Jugalov’a ait olduğunu söyleyince Komiser Oçumelov’u ter basar, paltosunu çıkarır, yardımcısı Yeldirin’e verir. Ardından hışımla kuyumcu işçisi Hrukin’e döner:
-          Seni nasıl ısırabilirdi o? Senin parmağına yetişebilir mi? O ufacık bir şey, sen nah, dev gibi adamsın! Besbelli bir çiviyi kurcalayıp parmağına batırdın, sonra da aklına bir yalan uydurmak geldi, der.
Bu tavır değişikliği değil de Hrükin’i kendisine çivi batırmakla suçlaması pek yabancı bir suçlama değil gibi geliyor bana. Mesela ormanlık alanda kuzu otarırken kendiliğinden infilak eden bombaların öldürdüğü küçük çocuklar, kendi bassın diye yola döşedikleri mayınlara can veren Kürt çocuklar… Henüz ilkokul çağında devleti yok etmeye ayarlanmış, kendi bedenine terorist kurşunlarını saydırmış Uğurlar… Bizim savcıların, poli şeflerinin genetik kodları Oçumelov’a gider mi bilinmez ama zihin kodları 1900’lerin bu küçük Rus memurlarına dayandığı kanıtlanabilir.
 Bu arada yardımcı Yeldirin General Jugalov’un köpeklerini bildiğini, bu köpeğin ona ait olmadığını söyler komiserine. Zira generalin köpekleri av hayvanıdır, cinstir, tüylüdür, bakımlıdır; oysa bu öyle mi, bu tazı, benzi beti soluk bu tazıdan general köpeği olmazmış. Oçumelov’a göreyse, böyle tüyü bozuk bir köpek Moskova’ya düşse kanuna bakmaz gebertirlermiş. Yine döner Hrükin’e:
-          Hrükin, sen zarar gördün, bu işi böyle bırakma... Ağızlarının payım vermeli! Zamanı geldi... (Köpek sahiplerini tehdit ediyor)
Bu arada yardımcı Yeldirin sesli düşünmeye devam eder, köpeğin generale ait olabileceğini iddia eder. Kalabalık da yardımcıyı onaylar. Oçumelov üşümüş olacak ki az önce çıkardığı paltosunu yine giyer. Bu defa yüzünde soytarılara has bir mahçubiyetle:
-          Onu generale götürür sorarsın, benim bulup gönderdiğimi söylersin... Belki değerli bir köpektir, eğer her önüne gelen ayı sigarasını burnuna tıkarsa çok geçmez bozulur. Köpek nazik mahlûktur... Sen de, odun herif, indir elini! O anlamsız parmağını ne gösterip duruyorsun!' Suç sende!
Tabi bizim savcılar, şefler, köşe yazarları bu arada durum değerlendirmesi yaparlar. Gelir gider dengesini hesaplarlar. Sonuçta Oçumelov ile aynı düşünceyi paylaşmaktan sakınca görmezler. General, Norşing derse bizimikler neden demesin, general asgari demokrasi der bizimkiler ileri demokrasi der. Neyseki Norşing artık Güroymak olarak anılabilir. Nasılsa küçük, tüysüz bir ilçe, kış mevsiminde Tanrı küfretsin diye öylece ovanın ortasına kurulmuş bağnazların yaşadığı, tarihsel olarak hükümetlerimize, milli birliğimize sövüp saymış bir ilçe, Norşing yaparlarsa milli birliğimize kast eden güruh yeniden iki ayak üstüne kalkmış bir köpeği anıdırır…
     Bu arada az ileriden generalin aşçısı Prohor görünür. Prohor böyle bir köpeğin generale ait olması için birkaç estetik ameliyat geçirmesi gerektiğini, siyah tüylerinin alınıp beyaza boyanması gerektiğini, her kemiğe atlamamsı gerektiğini söyler. Oysa altı üstü bir kuyumcu işçisinin parmağı koca bir generalin köpeğinin yemi olur mu! Elbette olmaz.

Oçumelov:
-          Serseri bir köpek bu! Lâfı uzatmanın anlamı yok...Ben serseridir diyorsam, demek, serseridir... 
Prohor devamla köpeğin generalin kardeşinin köpeği olabileceğini belirtir.
Oçumelov:
— Ya, generalin kardeşi teşrif buyurdular, öyle mi? Vladimir İvaniç, ha? diye soruyor, yüzünü yumuşatarak. Fena köpekcik değil... Ne de çevik şey... 
Böylece Hrükin bir pazar sabahı parmağını generalin kardeşine olduğu iddia edilen tüysüz bir köpek tarafından ısırılmakla kalmaz, üstüne huzur, güvenlik, birlik, asayiş adına bir de tehdit edilir.
      Bu olay Beşiktaş Meydanı’nda yaşansaydı muhtemelen “Açık kaba it değer.”şiyarına uygun olarak ünlü, şanlı, ekonomist, felsefeci,ideolog, gazeteci, patoloji teşhisçisi doktor gazeteci, polis şefi kıvamındaki aydınlarımız ya üstünü örter ya da ileri demokrasi ve istikrar adına hepsi Oçumelov’un aklını kiralardı.
   “Yetmez ama evetçiler” ise köpeğin Hrükin’i ısırmasına da aynı sloganı kullanabilirlerdi.
Biz boykotçular olarak hep şöyle diyeceğiz: “Ak köpeğin (itin) pamuk pazarına (pamuğa, pamukçuya) zararı vardır. #Mutki
                                                           LermontovL, 3 Şubat, 2011

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.