Social Icons

.

Pages

28 Eylül 2011

Zemin Bozuk, Hava Şartları Kötü

    Dün gece her açıdan kötü bir maç izledim. Trabzonspor –Lille maçını garip bir iki sunucu sunuyordu. Belki isteyerek yapmadılar ama bir gerçeği en çıplak haliyle gösterdiler. Trabzonspor’un her hatasını saha ve zemin şartlarına bağladılar. (Öyle ya tüm sorunlarımız hep dış kaynaklıdır.) Her kaptırılan topta teknik hatalardan söz ettiler. Topun kaleyi bulmaması asla vuran futbolcunun hatası değildi, zemin bozuktu sunuculara göre. Rakip takımın boğucu presi, kaleyi dikine kesen pasları, orta sahada etkili olmaları falan sadece maçın durgun anlarında bir tür Türk kompleksi olarak dile getirildi… ( Sokağa tüküren yoksul gördüler mi Avrupalı yapmaz inancı, Soykırım, baskı, katliam söz konusu oldu mu Avrupalılar kendilerine baksın suçlayıcılığı) Zaten rakip takımın attığı gol de kaleci hatasıydı. Şike demedikleri için kaleci Tolga çok şanslıydı. (Ben sunuculardan birinden Polonyalı TS futbolculardan birinin Yahudi kökenli olduğu lafını da bekliyordum açıkçası) Taraftarlar yerinde ve zamanında destek vermiyordu, futbolcular boş koşular yapıyordu. Böylece sportif açıdan başarısız bir takımın teknik ve taktik hatalarının birçok nedenini sunucular analiz ediyor, faturayı zaman zaman saha ve zemine, havaya, fiziki şartlara; zaman zaman futbolculara, taraftara, teknik sorumlulara hatta yöneticilere çıkarıyorlardı. Yani dün gece sunucular dışındaki herkes, her şey kötüydü. Kendileri tüm bu kötülüklere rağmen olağanüstü birer futbol yorumcusuydular!
    Son birkaç yazımda Türk gazeteciliğini ve yazarlığını yaşadıkları psikolojik süreçlerle açıklamaya çalışmıştım. Aslında düşünce üretmiyorlar, yeni bir bakış açısı geliştirmiyorlar, yeni bir dilden konuşmuyorlar ithamında bulunmuştum. Bu,  öylesine bir suçlama değil, bana göre bu sunucuların dile getirdikleri tezlerin Ahmet Altan tezlerinden farkı yok. Çünkü aynı psikolojik sürecin parçaları… Altan’ın  http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=3740&ahmet_altan-devlet_siddeti_ bu linkteki yazısı da önceki yazıları da sürekli devletinin, hükümetinin, ordusunun uğradığı başarısızlıkları dış güçler, saha ve zemin şartları, şike kuşkuları, taraftar yetmezliği, bozuk çimle bağ kurmaya çalışan kıçı kırık, temelsiz milliyetçi liberal psikolojisiyle açıklamaya çalışıyor. Altan’ın üzüldüğü nokta sanırım bir gecede bir türlü bilgisi gelmeyen “yüzlercesi öldürülmüş PKK militanı”… Bu yüzden rakiplerinin öteden beri yaptığı her eylemi maçtaki sunucu ruh haliyle açıklamaya çalışıyor, ikide bir BDP'yi bile hedefe koyan yazılar yazıyor. Altan’a o müjdeyi verecek yeni Genelkurmay’ın komutanını da artık Roma’nın fatihi diye “hadisleyebiliriz”. Nasılsa Türklerin Romalılarla çatışıp çatışmadığı gerçeği onu ilgilendirmiyor. Onu ilgilendiren şey, öteden beri dillendirdiği teorinin gerçekleşmesi: “PKK ile devlet güçleri sebepsiz çatışıyor, şikeli ve danışıklı döğüş yapıyorlar. O yüzden Terörle mücadelede devlet başarılı olamadı.” Eğer inancı buysa ki öyle olduğu anlaşılıyor, ona 1990'lardan günümüze kadar profesyonel komandoların “bir günde, hatta birkaç dakikada öldürdükleri PKK militanlarının bilgilerini tek tek gönderelim. Mesela “50 PKK’li terörist Diyarbakır’ın Lice ilçesinde etkisiz hale getirildi.” gibi eski haberlere sevinir mi bilmem ama bu günlerde  başkomutanı Erdoğan’ın himayesine girmiş TSK’nın komuta kademesinin “böyle müjdeler “verdiğinde Altan’ın “Ben söylemiştim.” çocukluğunun uçarı duygularına keyif yaptırtacağı kesin… Viyana çevresinde o pis fırtına olmasaydı o savaşı kazanıyorduk, Sibirya’da kar tipi olmasaydı Moskova elimizdeydi zaten, Türk Lenin bile çıkabilirdi. Trocki'nin Büyükada'ya gelmesine gerek kalmazdı. Çinliler ince bel, dik memeli, dolgun kalçalı kadınları bizim Hakanlara sunmasalardı Pekin şu an Kürşat’ın heykelini selamlıyordu… Vs vs vs
   “Ağır ağır dağları sarıyor, çemberi daraltıyorlar.” Altan Efendi, komandolar dağları daraltırken senin de benim de evim sarılıyor, sokağım güvenilir olmayan yere evriliyor, milyonlarca ırkçı bir kez daha o egemen kibirleriyle “Şuna da buna da ona da küfret.” baskısı uygulayacak!  Komandolar Dersim’de bir yeri daraltmadı, bundan eminim, öğrendim de nereyi daralttıklarını. Ama senin beynini, ruhunu, bedenini daralttıkları kesin Sayın Altan...
.

21 Eylül 2011

Kürt Sorununda Metafizik Barışçılık: Yüzeysellik

    Genelde bir olayı analiz ederken yapılması gereken şey sanırım o olayı neden-sonuç ilişkileriyle deşmektir. Bugünlerde birçok olumsuzluğun yanı sıra olumlu görünüp de aslında temel olumsuzlukları besleyen, temelini metafizikten, kişisel inanışlardan alan tehlikeli, bir o kadar yüzeysel bir “barış dili” geliştirilmeye çalışılıyor. TC’nin süregelen güdük aydınlanmacılığının bir başka yüzü de denebilir. Cumhuriyet ideolojisinin kanattığı bir yarayı olması gereken bilimsel yöntemlerle değil de metafizik dualar, beddualar, rahmetler, lanetlerle barışın kendiliğinden geleceğine inanan oldukça güçlü “görevli bir  ilahi lobi”nin uzmanlığıyla iyileştirmeye çalışanlar…
    Bu tip savaşlarda akıl, anlayış ve vicdan yalnız başına kaldığında barışmak dili güçsüz kalır. Bunun politik talepler, araçlarla desteklenmesi gerekir ki barışmak isteyen taraflar açısından inandırıcılığı olsun, karşılıklı güven ortamı oluşsun.  Çözüme ulaşmak için yeni bir araç yeni bir mantık, yeni bir dil keşfetmenin kaçınılmazlığı önümüzde duruyor.
    Kürt hareketinin tüm oluşumlarını “gözden düşürmek” için az önce sözünü ettiğim metafizik temennilerin iktidar açısından bir anlamı var ama barışmak isteyenler, bunu destekleyenler açısından bu dil çözümsüzlük dilidir. Bu temel belirlemeler aracılığıyla twtitterden kısa bir alıntıyla olayı az açalım:
“Yıldıray Oğur: Devlet bir günde 5'i kadın 7 sivili katletse muhtemelen su anda taksimde yürüyüş vardı. Kızmıyorum,  utanıyorum artık bu ikiyüzlülükten...”
    Bu cümleyi muhtemelen yarın yazısında da kullanacaktır. İki açıdan problemli bu anlayış: Dün Ankara’da patlayan bombalamayı PKK sahiplenmediği gibi devlet de halapatlamanın neden kaynaklandığını açıklayabilmiş değil, ha Yıldıray, “PKK’nin ilgili birimleri gelip incelesin” derse buna da şaşırmam. Ahmet Altan, Qandil’de katledilen siviller için PKK’den araştırma istemişti de… Aynı gazetede yazmanın sanırım şaşı yapma gibi bir fonksiyonu var. Siirt saldırısı da bu saat itibariyle yeterince açıklanmamasına rağmen Yıldıray’ın olayı özellikle en kolay yaftalanabilecek güce mal etmek istemesi  ayrı bir handikap. Ben Siirt olayının muhtemelen PKK tarafından yanlış hedef seçilerek yapıldığını düşünüyorum. Buna rağmen hiçbir açıklaması olamayacağını, acilen ateşkes ilan edilmesi zorunluluğunu da… Ama yıldırım çaktığında, partneriniz sizi aldattığında, “Şeytan yaptırdı.” aceleciliği sizi barış isteyen değil, bir sahtekar olarak tarihe mal eder. Ayrıca Ankara'daki patlama bambaşka bir olaya benziyor. iktidar güdümlü gazetelerin son günlerde Ermeni örgütleri üzerine yaptıkları haberler, Hrant Dink’in öldürülmesinde katil çeteyi “koruyup kollamak” işine zemin hazırlarcasına Dink olayına karışanlara yönelik bir eylemmiş gibi yansıtan polis bültencilerinin iddiaları göz önüne alındığında olayı çarpıtmak için Yıldıray dahil birçok görevlinin özellikle yürüttüğü bir kirli bilgi alanı var. Bu alan epey para da ediyor.
“@yildarado: Devlet sivil öldürdüğünde spesifik cinayetle ilgilen PKK, sivil öldürdüğünde savaş tarihini hatırlatıp konuyu dağıt. Vicdansız taktikler...”
    Buradaki asıl öfke PKK’ye falan değil, PKK’nin Siirt eylemini yapan grubuna falan da değil. Asıl öfke Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz cinayetlerinde devletin gizlediği katillerin açığa çıkarılmasını isteyenlere kanalize olmuş dinamik bir öfke… Benim aklıma, az zorlama olacak, ama son günlerde Hrant Dink’i katlettiren asker-polis-medya çetesinin açığa çıkarılmasını isteyen sivillere yönelik bir öfkeymiş fikri düşüyor.  Hükümet ve onun yargısı da oldukça tepkili çetesel bağların çözülmesini isteyenlere karşı.
    Aslında Yıldıray’ın sahip olduğu sağcı reflekse Ahmet Altan da sahip… Bugünkü yazısında hiçbir bulgu olmadan Ankara olayından PKK’yi suçlama kolaycılığına kaçmış. Metafizikçi bu ucuz düşünce sahipleri küçük bir öneriler piramidi oluştururlarsa kendi analiz dünyalarına olumlu bir katkı sağlayabilirler. Bunu onlardan istiyoruz da...  Kürt sorunu üzerine oluşturulacak öneriler piramidinin varacağı tepe nokta ise Demokratik Özerkliğin siyasi bir talep olarak kabul görmesidir. Önerileceklerle Kürt sorunun türlü alanları arasında kuracakları içkin bağlar (korelasyon) tespit edilip acil bir barış dili geliştirmek bizim olduğu kadar onların da sorumluluğudur.
    Kürt hareketinin tüm askeri, siyasi ve sosyal oluşumlarının fingerpostlarının yerini ve konumunu değiştirip sonrasında kendince uydurduğun teorik ve vicdan yazılarını yön levhalarına yazamasın…Gerçeği dillendirmek gibi bir derdimiz vardır, olmalıdır. 

16 Eylül 2011

Yerin Üstünde Şizotipalizm, Yerin Altında Gömülmek

Şizotipal desem mi bilmiyorum, ama öteden beri “iktidar bağımlısı gazeteci kişiliği” de aşan bir tür karmaşayla karşı karşıyayız. Okurlarla kurdukları ilişkileri  'okurların, dile getirilen düşünceyi tümden kabulü veya reddi üzerine' biçimlendiren bir tür yazar-okur karmaşası… İzah edemedikleri olay ve olguları inançlarıyla veya komplo kurgularıyla yazıp hitap ettikleri topluluktan dışlanmışlığının acısını çıkarmak gibi gayretlere sahipler. Yılın üç yüz altmış beş günü Kürt sorunu üzerine yazarlar. Yazdıklarının Kürtler arasında  karşılığı olmadığını da bilirler, oysa Kürtler arasında “ölü yazar”dırlar. Bu gerçeği fark ettiklerinde bu defa kendilerinde sihirli güç olduğuna inanır ve başkasını kurtarmak gibi ağır sorumluluklar yüklenirler. Politik açıdan bunun karşılığı şu: “Öcalan’ın tecridinin devletin baskıcılığıyla ilgisi yoktur, PKK, KCK ve BDP’nin hak talepleriyle ilgisi vardır. O halde sizi onların zulümden ancak biz kurtarabiliriz.” 


Bu telkinlerine olumlu tepki alamadıkları noktada alakasız olaylar arasında bağ kurarlar, sürekli kuşkucu ve paronoid tepkiler verirler.  Siyasi, ekonomik, hukuksal ve sosyal açıdan muazzam kurumsallaşmış bir devletin 1990’lardaki cinayet işleme biçimleriyle PKK’nin eylemleri arasında  moda mod bağlar kurmak ve kendilerinin demokratlıklarını çocuk heyecanıyla kanıtlama arzusundalar. Basit analojilere tepkileri bile analojideki zayıf unsurun olumsuz davranışını büyütme, abartma üzerinedir. Devletin davranma biçimini önemsiz ve küçük sayarlar. Şemdinli’de PKK eylem yapar, devlet sağa sola rastgele ateş açmakla yetinmez özel hedefler seçer, havan toplarıyla sivilleri öldürürse devletin siyasi ve hukuksal örgütlenme biçimlerinin bir önemi kalmamıştır bunlar için. Tek dertleri yıllardır şeytanlaştırdıkları bir örgütün açıklarından, eylem tarzlarından kendilerini haklı çıkarabilecek uygun modellemeler yaratmak ve bunlara tutunarak yazmak. Basit bir ayı-tavşan kavgasını bile tavşanın ön dişleri üzerinden analiz ederler. Onun ön sivri dişlerinin ne kadar keskin ve kemirici olduğu bunların temel sorunudur. Sürekli tavşanı haksız çıkarma gibi niyetleri vardır. Tavşanın İsrail topraklarından, İran dağlarından gelmiş olması veya zamanında Rus ataya sahip olma ihtimalini dillendirmeleri de paronoid derecelerini gösterir. Bu durumda ayı-tavşan kavgasında zarar göreni, mağdur edileni korumaktan ziyade ayının davranışlarını sürekli haklı çıkarmaya yönelik tutumlarını, kişilik problemlerini yazarlık diye satarlar, rağbet gördüklerinde efelenirler çemkirirler. Gerçek dünya ile kurgu dünya arasında gidip gelirler. Bunlar açısından melekler, şeytanlar, cinler, periler, devasa yaratıklar vardır ülkede. Tüm olaylara bu metafizik yaratıklar sebep oluyor, tüm hikaye bu masalımsı olaylarla örülüdür. Kendi psikolojik süreçleri de bu masal savaşlarını oyun niyetine izleyip bundan kendi haklılıklarını piyasalama yazılarla geçinirler. Okurun tepkisi eleştirel okuma olmamalıdır, savundukları düşünceleri tümden kabul eden en az kendileri kadar korkunç okur tepkileriyle şişinirler, reddedenlere de ayar vermelerine rağmen şiddetle o red sahiplerine de ihtiyaç duyarlar, onların varlığı  kabul mekanizmasının iyi işlemesi için şiddetli reaksiyonların okunma oranlarını beslemesi gerekecektir.


Kan davasına dönüşmüş bu savaşı durdurmanın, derin vadilerde kıstırılmış askerlerin şaşkın karıncalar misali sağa sola kaçışarak mevzi aramasının; onlarca uçak sorti yaparken gizlendikleri deliklerde, sığınaklarda insani kaygılarla feci şekilde öldürülmeyi bekleyen binlerce militanın yaşama kaygısının; gecenin bir saatinde ansızın kulakları sağır eden gürültülerle tonlarca patlayıcının üstüne yağmasını bekleyen o korkunç ruh halindeki köylülerin dramatik yaşantılarının; çocuğu Kürt bölgelerinde askerdeyken, polisken her gece binbir yöntemle öldürülmesini rüyasında gören anne-babanın/sevgilinin/arkadaşın derin travmalarının, bu psikolojik süreçlerini pazarlayan yazarlar köşeciler açısından bir önemi yoktur. Öyle olsaydı devlet, hükümet, iktidar gibi kaygıları olmazdı…


Bazen az sonra bir bombanın patlaması sonucu  bir metroya sivil bir kurban olma ihtimaliyle biniyor, bazen arazide askeri bir operasyonda az sonra baskına uğrayacak bir er halimle konaklıyor; kimi zaman herhangi bir görev için gecenin bir anında karanlık bir vadinin çıkışında yürüyen birazdan pusuya düşürülerek üstüne binlerce mermi, onlarca el bombası boca edilecek bir gerilla, kimi zaman ihbar sonucu evinde militan beslediği belirlenmiş bir köylü oluyorum. Her ihtimalde az önce sözünü ettiğim yazar çizerlerin ruhumu daha fazla yaraladığını düşünüyorum. Metroda saldırıya uğrama ihtimali olan gençken buluşmaya, sevişmeye; arazide baskın yemiş bir erken ertesi gün gelecek telefonlara, vadi tabanında pusuya düşürülmüş bir militanken yolculuk sonrası tatlı bir uykuya, köylüyken bahçeden hasat toplamaya özlem dolu bir kişiliktim. 


Barışmak dışındaki her ihtimal bizi yeryüzünde metafizik değerlerin kutsadığı, aslında alçalttığı tuhaf bir nesneye dönüştürüyor…

14 Eylül 2011

GÖZÜNÜZÜ SEVEYİM BARIŞIN

Sabah kalktığınızda muhtemelen kendinizi kısa bir hikaye gibi kurgulanmış bir takım fantastik köşe yazılarını okurken bulacaksınız. Devlet ve KCK arasında 2010 yılında değişik dönemlerde yapılan görüşmeleri yorumlayacak köşecilerin neler yazacaklarına dair bazı kestirmelerim var. bundan da  önemlisi Abdullah Öcalan’ın hala devam eden politik rehine pozisyonu tüm o görüşmelerin neden tıkandığının hem zihinsel süreçlerini hem de siyasi niyetlerini ele veriyor. Eğer bu durumu dert edecek bir köşeci  çıkmasa onun yazdığı kağıdı tükürükleyip geri dönüşüm kutusuna atın. Öcalan’ın herhangi bir tutuklu olmadığı açık. Devlet ve hükümet onu yıllardır Kürtlerin taleplerinden vazgeçmesi karşılığında rehine gibi tutuyor.  Devleti yönetenler profesyonel olabilir ama bu korkuları, bu telaşları ciddi bir travmaya da işaret. Zaten devletin kırmızı çizgi dediği temel belirleyenleri olan anayasanın ilk bilmem kaç maddesi bu şizofren rahatsızlığının da esasları oluyor. Öcalan ile irtibatın kesilmesi  bu esaslardan taviz vermeyen, konuşmaya kapalı, anlamaya anlatmaya sırt çevirmiş şizofren devletin devam eden çatışmalardaki rolünü ortaya koyması açısından önemli... 

Devlet ve KCK arasındaki görüşmelerin ses kayıtları medyaya sızdı. Bu görüşmelerin nasıl sızdırıldığı hiçbirimizin meselesi olmamalı. Hangi siyasi grubun bu sızdırmayla ilgisi olduğunu, neyi hedeflediğini pek merak etmiyorum. Merak edenler modern dünyada ancak 3.sınıf ulusalcı, vatansever, muhafazakar, sağcı ve solcu düşünce sahipleri olabilir. Ki ülkede pek azımsanmayacak bir yazar çizer tayfasıyla oldukça yoğun bir kitle var. Çoğu da hükümete ve onun özel temsilcisi MİT başkanına yönelik mobilize olmaya hazır bir grup mastürbatör… Hükümet yanlısı kesim de aynı şiddette kirli propaganda yapacak ve sızdırma eylemini konu edinecektir. Bu akılsız kesimi pas geçiyorum. Beni ilgilendiren görüşme içeriğiyle ilgilenen kesimlerin, görüşmelerden çıkarımları. Çünkü içeriğe dair fikirlerimiz bu savaş karşısında pozisyonumuzu da ele verir.

Bu görüşmelerde MİT Müsteşarı Hakan Fidan ( o dönemde yardımcı) son derece donanımlı, olaya hakim görünüyor. Afet Güneş de deneyimli , analiz gücü oldukça gelişkin bir istihbaratçı. Benim içerikten anladığım şu: Başbakan temas kurma ihtiyacı hissediyor ve istihbaratı görevlendiriyor. Fakat hükümetin o dönem için bir somut bir projesi olmadığı için gelişmelerin, görüşmelerin seyrine göre tavır alması bekleniyor. Hakan Fidan’nın siyaseten tam destek alamadığı belli, kendisi iyi niyetli olmasına rağmen iktidar olma gerçeğini bildiğinden sürecin sekteye uğrayacağının farkında. ( Bu arada siyasi jargona hakimiyeti ve üslupsal güven vermesi takdire şayan)  Afet Güneş’in “Haydi, müzakere edelim.” İfadesi acemilik değilse bilmezliktir, o ayrı.  Bu, gizli bir görüşme olduğundan müzakere sürecinin henüz başlamadığının farkında değil. Hükümet kendi içinde de uyumlu olmadığından Hakan Fidan konuya vakıf değil. Söz vermek istemiyor ama diyalog yolunun açılabileceğini ifade ediyor. Başbakanın Kürt siyasetinden o dönem rahatsız olan, AKP içinde etkili yetkili grupların da olduğu söyleniyor. Mesela medyaya KCK operasyonları hakkında olur olmaz kirli bilgi servis eden kesimlerin görüşlerini, yazılarını, haberlerini yapanları hatırlarsak barış görüşmelerine yol açabilecek bu temasların neden kesildiği de açıkça anlaşılır. Emre Uslu ve Önder Aytaç’ın KCK operasyonlarının fikir babaları olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda yargı ve emniyet çevrelerinde kanaatleri ve  etkileri, yetkileri olan bu iki tipin öteden beri tasfiye hedefli kışkırtmalarını anımsıyorum. (Önder Aytaç işi cellatlığa kadar götürmüştü.) Benim dikkatimi çeken şey, aslında Taraf gazetesinin yayın çizgisinin 2009 ve 2010 yıllarında oldukça etkili barış çizgisi olduğu, fakat sonradan (muhtemelen görüşmelerin tıkanmasından sonra) PKK’yi imha amaçlı bir dezenformasyonun bir parçası noktasına geldiği…Yani Taraf görüşmelerin seyrine göre enforme edilmiş, ona göre mevzilenmiş. Bugün için cephe gazetesi olma pozisyonuna düşmüştür. Cemaatin ve Aydın doğan’ın kontrolündeki medya da zaten PKK ile hiç görüşülmüyormuş gibi direkt bir teyakkuz halindeydi, bu emre amade güdüklüğü hala devam ediyor. Basının bu savaşçı tutumu açısından görüşmelerin açık yapılması gerekliliği elzem. Bu savaşta yaşamını yitirenler bu basın yayın araçlarında zihin mastürbasyonu yapan sahtekarların teorileri, tasarımları, fikirleri doğrulansın diye ölüyor neredeyse

Afet Güneş’in “Çok uzun yazıyorsunuz, gözüm.” Eleştirisini de dikkate alarak konuyu devam ettireceğim. Ama muhtemelen Emre Uslu ses kayıt videosunun sorunlu olduğunu El Salvador barış görüşmelerine ait kasetin montaj olduğunu açıklayacaktır. Şu saate kadar hala açıklamadığı için yaşamsal sorunları olduğunu da düşünmüyor değilim. Hilal Kaplan kaseti sızdıranların İsrail muhibbi olduklarını yazmasa vicdanım körelecek.  Bağcılar Yenimahalle’deki “Mahmut’un Yeri” kahvesinde pinekleyen birkaç köşe yazarı “dış oyunlar, büyük resim” algısı çerçevesinde Hürriyet, Zaman, Habervaktim gibi gazetelerde ileri demokrasi nutukları atacaklar. Perihan Mağden’in götüne benzeyen yayın yönetmeni de orta yol adına hükümetin zamanında ne kadar büyük adımlar attığını falan dillendirecektir. Taraf’ın meşhur Potomyalı ve Potomyasız özgürlükçü sosyalistleri, liberalleri, sağcıları da “Yok artık size müzakere falan, siz kazana düştünüz.”gibisinden şeysilerle kişilik sorunlarını işleyeceklerdir.

Çok uzun yazdım, farkındayım sonra konuya bir de KCK’liler açısından değerlendireceğim.

12 Eylül 2011

Pogrom Hangi Yana Düşer Matmazel?

1 Temmuz 1946 tarihinde dokuz yaşındaki Henryk Blaszczyk, Polonya’nın Varşova iline bağlı Kielce kasabasında kaybolur. Küçük Henryk, Biealeki köyüne anne ve babasının arkadaşlarını ziyaret etmek üzere ailesinden habersiz yola düşer. Henryk'in bu  ziyareti yaz tatili sırasında gerçekleşti. Ailesi durumu polise bildirir. Baba Walenty Blaszczyk’in yoğun sorgulamalarından sonra küçük Henryk, Kielce’e geri döner. Ailesi tarafından sorgulanır. Henryk ceza almamak için bir hikaye uydurur. Hikayeye göre arkadaşının evine koli vermek istediği için yola çıktığını, bu sırada birkaç gizemli adam tarafından alıkonulduğunu söyler. Yine Henryk’in söylediğine göre bu adamlar başka çocukları da kaçırmış ve bir mahzende saklamışlar. O mahzendeki bir başka çocuğun yardımıyla Henryk, kaçar ve evine gelir. Henryk’i ailesi dışında komşuları da sorgular. Henryk’e çocukları kaçıranların dilini, lehçelerini sordular ve kaçıranların Yahudi olduğu konusunda inandılar. Hikayeyi daha gizemli hale getirip 3 Temmuz akşamı polise bildirdirirler. Polis, bu hikayeyi gerçekçi bulur ve Henryk’e sokakta gördüğü Yahudileri gösterir. Henryk, zayıf cılız birini işaret eder. Olay dallanır, budaklanır ve o günlerde işlenen bir çocuk cinayeti de Yahudilere mal edilir. Kasabalılar da sonunda Yahudilerin çocukları kaçırdığına, öldürdüğüne inanırlar. Olay kısa sürede Kamu Güvenliği Bakanlığı yetkililerince de kabul edilir ve Kielce’deki Yahudi evlerine polis nezaretinde baskınlar düzenlenir. Yahudilerin yaşadıkları mahalle sokaklarına oraya buraya silahlar konur ve Yahudilerin silahlı direniş başlattıkları konusunda tüm Polonyalılar hemfikir olur. Polis denetiminde başlayan saldırıların ilk bilançosu 11 ölü onlarca yaralı… Giderek Kielce’deki fabrika işçileri de pogroma katılır ve 4-5 Temmuz günlerinde toplam 50 Yahudi öldürülür, yüzlercesi sakat ve yaralı kalır, mal ve mülkleri talan edilir. Kielce'deki Musevi Cemaati Başkanı Severyn Kahane ve toplama kamplarından kurtulan birçok Yahudi bu pogromda katledilir. 8 Temmuz 1946, pogrom kurbanları Kielce Yahudi mezarlığına gömüldü. Çeşitli çalışmalarla Kielce'deki pogrom büyüdü. Sonrasında pogrom, Sovyet yanlılarıyla Batı yanlıları arasında bir siyasi çekişme noktasına geldi. Her kesim kendince komplo teorisi üretti. Ama Batı’daki  bu anti-semitizm hastalığı giderek güçlendi. Eğer Sovyet ordusu pogroma el atmasaydı sonuçları daha acı olabilirdi.
    Bu pogromu neden mi anlattım? AKP öncesi ve sonrası Türklerin de hatta kimi Müslüman Kürtlerin de böyle “şeytanları” var.  Kurbanlar 6-7 Eylül’de Rumlar, 1978 Maraş’ta solcu ve aleviler , 1993 Sivas’ta Aleviler, 2000’li yıllarda Kürtler oldular. Pogromcu Türk solu ve Türk sağı AKP’nin iktidara gelmesiyle yalan söyleyen “küçük Henrykler” sayesinde Kürt hareketini de “siyonistleşetime” çabasıyla yanıp tutuşmaya başlayan solcu ve sağcı komplo teoricileri, efendilerinden aldıkları işaretlerle daha çaplı pogromlar için zihinsel zemini oluşturmaya başladılar. Bu şeytanlaştırma işi o kadar aşağılıkça yapılıyor ki akla, mantığa dayalı tüm sorgular iflas etmiştir. Küçük Henryk’in ailesi kadar bile soru soramaz durumdalar. Çünkü cumhuriyet asıl sahiplerinin yanı sıra yedekli, muhtelif sahiplerini de iyi yetiştirmiş. Türk modernizmi en uç solcusuna bile anti emperyalist tavrının yanı sıra anti-siyonizm dediğimiz, temelini “Sion Protokolleri” gibi düzmece protokol karşıtlığına dayanan çarlıkçı andavallığı yarattı. Türk sağcılığı ise tüm ideolojik ve politik birikimini bu vandallıkla besler. Mesela, PKK’nin dayandığı meşru ve doğal ideolojik politik zemini görmezden gelen milliyetçi, laik, çağdaş sol sürekli dönme Yahudilerin ABD eliyle nasıl beslendiğini propagandasının yanına bir de PKK’nin ABD ve İsrail’in BOP planı parçası olduğunu dillendirip durdu. Sonuçları politik Kürt hareketlerine ve kişiliklerine düşmanlığa kadar vardı. Yeni dönemde AKP ile büyüyen, gıdasını Neo-Osmanlıcı gibi sağcı fikirlerden alan milliyetçi Türk liberalizmi ve milliyetçi Türk İslamcılığı ise zaten öteden beri Sion Protokolleriyle dünyayı hayal ediyor, analiz ediyor ve refahın Yahudilerin yeryüzünden silinmesiyle geleceğine inanıyor. PKK’yi de bu “şeytanlaştırma” işinin kıyısına bulaştırarak Kürt sorununu var eden tüm tarihsel, sosyal ve siyasal sebeplerin üstünü örtüyor. Bu kıyımcı sağcılık dün geceden beri iş başındaydı. Gazeteci ve köşe yazarı olduğunu iddia eden Hilal Kaplan, PKK’nin Şemdinli saldırısından hemen birkaç saat sonra PKK’yi “Siyonizmin uşağı” ilan ediverdi. Bu komplocu, kurgucu kafa yapısına göre Kürt sorunu her alanda çözülmüştür, nefes almanın bile politik Kürtler açısından lüks sayıldığı Türkiye gerçeğinde PKK, Siyonizmin maşası olup çıkıverdi bir anda.
     Anti- emperyalist, anti Siyonist sağcı ve solcu kafalar yeni pogramlar için zemin yoklarken birileri hala ülkenin bodrum katında çözümlenemeyen sorunlardan ötürü ölüyor, öldürüyor. bu ölümler belki Hilal Kaplan ve üvey kardeşleri çakma solculara çok daha köşe yazdırtacak,  ama biz sesi gür çıkmayanlar şimdilik telaşlıyız...

8 Eylül 2011

Savaş Pornosu

    Ağustos ayı içinde PKK militanlarının Çukurca’da gerçekleştirdiği saldırının  görüntülerini izledim. Görüntüleri, eylemi yapan grup çekmiş. Savaşan taraflar için bu tip görüntüler sıradan… Zaten savaşanların inanışları, ideolojik-politik düşünme biçimleri savaşın kendi o kanlı mecrası içinde bu görüntülerdeki her ayrıntıyı sıradanlaştırıyor,  olağanlığın ötesinde bir taraf için geçici zafer diğer taraf için yenilgi…
     Görüntüleri izlerken sarsıldım. Kısa bir travma geçirdim, içim sıkıldı, daraldım, o an elimdeki sigarayla görsel açıdan çok iyi efektize edilmiş bir film izliyormuş hissine kapıldım. Bu konuda duygusal tepkilerimi daha fazla ayrıntılandırmayacağım. Videoyu çekenler açısından anlaşılabilir bir durum, psikolojik üstünlüğü ele geçirip savaşma gerekçelerine moral değer oluşturmayı hedefliyorlar. Hedeflerine ulaşmış gibiydiler. Çünkü durum tümden kontrollerinde, karşı tarafı zayıf düşürmüşler, istedikleri an direnebilecek canlı hedefi vurma kabiliyetlerine sahip görünüyorlar. O anda daha fazla asker öldürmemeleri için neredeyse Tanrıya dua ediyorsunuz içinizden. Derin bir vadinin tabanında sağa sola manevra yapmak isteyenlere yönelik içinizden “Sakın ha,  hareket etme korunabileceğin uygun bir mevzi ara!” diye telkin eder hale geliyorsunuz. Ateş edenlere de “Lütfen, bari şu kayalığa doğru hareket edene ateş etme!” diye yalvarıyorsunuz! İstediğim hiçbir şey olmadı. Bu gerçeği fark edince bilişim teknolojisinin bunca gelişmişliğinin bu andaki kullanım biçimine demediğimi bırakmadım…
    Bu savaşı devlet ve hükümet açısından organize edenlerin hiçbir yaşantının umurlarında olmadığını biliyorum. Onlar bu ölümlerden oy, hakimiyet, milliyetçilik, intikam, para tahvil etme yoluna gittiler, gidiyorlar, gidecekler… Bu çatışma ve ölümler yeni bir durum değil; coğrafyanın aziz halklarının çocukları on yıllarca böyle vuruldular, yaralandılar, sakatlandılar, öldüler. Çoğumuz bunu kanıksamış artık. Benzer görüntüleri daha önce devletin çeşitli operasyonlarında görmüştük. "Terörist" diye niteledikleri hedefleri, mağarada kıstırıp gaz bombalarıyla zehirleme emri verenlerin, Çukurca’da mayınlanan askerler için üzüldüklerine, üzüleceklerine zerre inanmıyorum. Buna karşı tavırsız kalan yığınlara yalan söyleyen gazetecilere de, köşe yazarlarına da, akademisyenlere de politikacılara da… Qandil dağlarına yüzlerce sorti yapıp yüzlerce genci bir çırpıda öldürmek isteyen bir devlet aklı ortadayken söyleyeceğim hiçbir sözün etkisinin olmayacağını da biliyorum.
     Özellikle hükümet cephesi eşine az rastlanır hileler, oyunlar ve entrikalarla tüm bu görüntülere konu olan olayların temel müsebbibi... 2009 Mart seçimlerinden hemen sonra binlerce Kürt siyasetçisine yönelik operasyonlar, gösterilerde kullanılan acımasız polis şiddeti, genel seçimlerde yargı ve askeri çevrelerle ortak BDP karşıtı oyunlar, hak gaspları, değiştirilmeyen, değiştirilmesi de düşünülmeyen yasalar, çözülmek istenmeyen iç dış sorunlar, bir türlü terk edilmeyen ırkçı eğitim öğretim araçları, kitapları, programları, sendikalara karşı açık ve gizli etkisizleştirme yöntemleri, doğa ve çevreyi sönükleştiren HES projeleri, yargıda ve bürokraside kilit noktaların eski kaşar Kemalist unsurlardan alınıp en az onlar kadar zalim cemaatçi yapılanmalara devredilmesi… Tüm bunlardan daha korkuncu bu demokrasi dışı uygulamalara taraftar, amigo gazeteciler, yazarlar, akademisyenler; her gün Kürt ve BDP düşmanlığını körükleyen gazeteler, planlar, üç beş ırkçı geri zekalının basında palazlandırılması sonucu her konuda fikri olan değil, fikri olmadığı halde her gece her konuda ahkam kesen garip yaratıklar… Ve bunlara inanan devasa bir halk!
    Yukarıda sıraladığım onca olumsuzluğa rağmen yalnızlaştırılmak istenen, Türklerden izole edilmek istenen BDP’nin siyaseten zayıf ama insanlık adına barış için çırpınması sadece küçük bir umut…
    Tablo buyken PKK militanlarının çektikleri bu görüntüleri İnternet sitelerinde paylaşmalarını kendileri anlayabilir ama ben anlamadım.  Zorlandım anlamakta… Tipik bir savaş pornoculuğu, üstelik kendileri gönüllü olmalarına karşın askerlerin zorunlu hizmetle o dağlarda, o coğrafyada olma gerçekliği söz konusuyken… Oralarda bulunmaları politik güçlerin çıkardıkları akıldışı yasalardan ötürü… PKK,  bu kadar canlı, dinamik örgüt düzeyi yakalamışken Kürt politik tavrına daha fazla alan bırakması gerekmez mi? Savaşı, rakiplerinin ruh halleriyle yürütüp onlar gibi öldürme anını görüntüleyip teşhir etmek politik bir organizasyon mu? Özel savaş aygıtlarının her eylem ve şiddet sonrası duyarlı insanların ağızlarını bantlama histerilerine neden olacak, fırsat verecek bu kadar çaplı eylemler neden yapılır ki? Kendilerinin de bu şiddet sarmalına çekilip boğdurulmalarının amaçlandığını bilmiyorlar mı? Tüm bu gerçekliklere rağmen bize izletmek istediğiniz şey bir savaşın can yakıcılığı, ahlaksızlığı mı, sizin zafer kazanma güdünüzün pornolaşması mı?
   Bunca olan bitenden sonra dün gece izlediğim görüntüler beni üzdü, sarstı, geçici tepksizliğe yol açtı. Twitter hesabımı bu yüzden kapattım. Anlamsız bir tavır ama en azından ben yaşadığım o anlık karamsarlıktan kurtuldum. 

6 Eylül 2011

Sözcükleri Yoktur Ölümün...

Bu yazı http://eu.kurdistan-post.eu/yazarlar/yetishen/2033-szckleri-yoktur-lmn.html adresinden alınmıştır. 
Hülya Yetişen

Sözcükleri Yoktur Ölümün...
Sözcükleri Yoktur Ölümün-Hülya Yetişen
Sözcükleri yoktur ölümün, sadece yaşam bize seslenebilir...
Yaşam denince Kadın, ve Ana aklıma geliyor.... ölümle hiç çağrışmayan..


Sylvia Plath, Susan Sontag ve Leyla Qasım...

Bu üç kadını bende buluşturan neydi? Yaşamlarının şiirsel öyküsüydü belki de. Şiirin kendisi unutturmaz, karşılaştırır ve kutsar. Başka bir ülkede, bir zaman diliminde, bambaşka kültürlerde yolları kesişir. Geçmiştekiler gelir; anne, evlat, sevgili, eş, deli, kadın,şeytan, aşık, kaçık, büyücü, şair, yazar, politik bir militan, olur, şimdikilerle buluşur, tanışır, ve sevişir. Hüzün, her coğrafyada aynı dille ifade edilmese de, benzer duyguların ortak dilidir.
    Nerede gördüm hatırlamıyorum, sanırım bir dergide Sylvia Plath’e prenses demişlerdi. Acıyı içselleştirmiş Plath’ın kraliyet şairi Ted Hughes’le evlenmesi beni ne kadar şaşırtmışsa, 30 yaşındaki intiharı da o kadar etkilemiştir. Plath’in günlüğündeki kayıp sayfaları, eşi Hughes’ten alacaklı olduğumuzu düşünüyorum. Sylvie Plath’ın intiharı toplumsallıkla, bireyciliğin sürtüşmesiydi. Plath üzerine tez yazan Nilgün Marmara’yı etkileyen, intihara sürükleyen de buydu sanırım...Tıpkı Wirginia Woolf gibi Plath da anne, ev kadını, eş ve şairdi. İngiliz ve Amerikan şiirinin bu prensesi, yaşadıklarını ve dilini kendine karşı şiddete dönüştüren bir şiir kuyumcusu olarak anıldı hep. 30 yaşında gaz soluyarak noktaladı yaşamını. O ölümü tercih ederek, kendini bunaltan tüm kimliklerden, toplumsal rollerinden kurtulmaya çalıştı. Lowell’in dediği gibi, ‘Bu şiirleri yazmak ve okumak, içinde altı kurşunu olan bir silahla, Rus Ruleti oynamaktan farksızdı.’ Tüyler ürpertici ve estetikti onun şiirleri.
        Yazar eleştirmen Susan Sontag, 2004 yılında kansere yenik düştüğünde74 yaşındaydı. Amerika’nın Irak işgaline karşı yapılan protestoların başını çekiyordu. Ülkesinin diğer ülkelere yaptığı müdahalelere ise şiddetle karşı çıktı. 1968’de Vietnam’a yaptığı yolculuktan sonra radikalleşerek. ‘Amerikan hayat tarzı, insanlığın gelişiminin sunduğu olanaklara bir hakarettir’ diyerek ülkesinin sesi ve vicdanı oldu. Kadın olmak Sontag’a göre klişelikti. Amerika’nın en akıllı kadını olduğumu reddediyorum. Ben insanım ve her insanın göstermesi gereken tepkiyi gösterdiğim için, böyle tanımlanmak istemiyorum diyordu bir söyleşisinde......

   Kürd özgürlük mücadelesinde önemli bir yere sahip olan Leyla Qasım, Kürd Kadını’nın cesaret ve kahramanlığının sembolü oldu.Darağacına gönderilen ilk Kürd kadını olarak tarihe geçti.1952’de Kerkük’te doğan Qasım, Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde okurken, Kürd Öğrenci Birlği’ne katıldı. Daha sonra da Kürdistan Demokrat Partisi’nin yürüttüğü ulusal mücadelede yerini aldı.
     Mayıs ayı, hüzünlü bir aydır.Türkiye’de idamların yapıldığı bir aydır da. Leyla Qasım’da Mayıs ayında idam edilmiştir.1974’de darağacına götürülürken şöyle der: Ben halkımla ve mensubu olmakla şeref duyduğum partimin mücadelesiyle gurur duyuyorum. Tek isteğim, bana verilen görevi başaramadığım için Allah’ın beni af etmesidir. Ben ölüme hazırım. Bir cellattan merhamet ve af dilemem.’
Kürdistan’ın dört parçasında o dönem doğan kız çocuklarına bu nedenle efsaneleşen leyla Qasım’ın ismi verilmiştir.
      Leyla Qasım’ların mücadele bayrağını devralan Leyla Zana gibi bir çok Kürd kadını ve Barış Anneleri özgürlük mücadelesinin dinamizmi olmaya devam ediyorlar.
Askerliğe, savaşa, geleneksel kadın duruşuna ilişkin toplumsal cinsiyet kalıplarını önyargılarımızla birlikte ters yüz eden Kürd kadınları, uygarlığın beşiği Mezopotamya topraklarında, hayatın bilinenin ötesinde bir anlam taşıdığını ve bu toprakları teslim almanın hıç de kolay olmayacağını gösteriyorlar....
Kadınların 8 Mart’ı, direnen insanlığa kutlu olsun....
Hülya yetişen
4 Mart 2011

Nb: Mart 2009 tarihli bir yazım

TÜRK DEVLET ŞİZOFRENYASININ GAZETECİLERİ


          
Yeni iktidarın şımarık, pespaye savunucuları 1990’ların savaş konsepti olan “PKK ile topyekûn mücadele” ittifakıyla bazen nöbetleşerek, bazen aynı gün farklı köşelerde aynı cümleler, aynı sözcükler, aynı talepler, aynı bastırma gürültüleriyle diş geçiremedikleri Kürt kurumlarına yönelik saldırıları giderek duygusal mastürbasyon ötesine vardı, bu mastürbasyon şekli bir Türk şizofrenyası olarak tarihe geçmek üzere…
     Önceki çürümüş kronik ulusalcı ordunun foyalarını açığa çıkarmak için cansiperane mücadele örneği gösteren yeni şizofrenyanın  eski demokratları Qandil Dağları bombalanırken günde yüzlerce PKK militanının öldürülmesi müjdesini alamadıkları için devlet, hükümet ve onun askeri kurumlarına olan kızgınlıklarını şimdi BDP’yi izole ederek, ona Türk dostlarından sunulan cüzi desteği küçültme girişimleriyle giderme derdine düştüler. Kolay zamanların bülbülü konumundaki entelektüel ego sahipleri de bu arada şiir, atasözü üstüne ya da kronik faşist yönetimden kalma yazarlara çakarak entelektüel mastürbasyon denemeleri kaleme alıyorlar. Bu yeni iktidarın liberal milliyetçileri ve kronik ulusalcılarıyla, hasta muhafazakarlarının BDP ve onun çevresindeki sosyalistlerle olan savaşı haline dönüştü. Qandil’de yedi sivil mi öldürüldü, hemen şaibe yaratacak, kafa karışıklığı yaratacak yazılar kaleme alınmalıydı, polis gazeteci çığır açar, Altangiller, Özkök ve ardılları saldırıyı Türk ordusundan yalıtmaya çalışırlar. Oysa basit taleplerle sivillerin nasıl öldürüldüğü açıklığa kavuşabilir. Qandil bombardımanını tümü , yani o sivillerin vurulduğu günlerdeki tüm bombardıman görüntüleri Genelkurmay Başkanlığı’nın karargahında mevcuttur. Kürt sivillerin öldürüldüğü saatler de bellidir, Genelkurmay’dan o görüntülerin incelenmesi istenebilir, bombardıman koordinatları öğrenilebilir. Eğer o saatlerde, o geceye ait görüntüler Genelkurmay’da yoksa muhtemelen bir suçun tüm kanıtları silinmek istemiştir. Bu işin açığa çıkarılması bu kadar basitken bunu bile denemeyip bölgeye kendi gazetesinden tek bir muhabir bile göndermezken kalkıp sağa sola tarafsızlık, barışçılık, sivillik naralarıyla saldırmanın bir adı vardır o da sahtekarlıktır… Ahmet Altan ve ekibi son birkaç yıldır sürekli PKK’nin sivilleri, gazetecileri, aydınları tehdit ettiğini yazıp çizer. PKK henüz bu savaş hanzolarına böyle bir materyal vermedi. PKK ve diğer Kürt kurumlarının en güçlü olduğu bölgelere bile en değme özel savaş muhabirleri gidip gazeteleri için haber yaptılar, seçimler döneminde korkunç olduğu söylenen PKK ve BDP baskısına rağmen yığınca haber ürettiler. Şimdi Altangiller familyasına sormalıyız: “Son savaşı yerinde izlemek için kaç muhabirin görevlendirilmesini istedin?” Dünyanın birçok yerinde bu tip savaşları yerinde izleyen yüzlerce gazeteci oldu, sakatlanan, yaralanan, öldürülen gazetecilerin varlığı senin bu icazetli gazeteciliğini utandırmıyor mu?
   Aynı cenaha bir hatırlatma yapalım: Bu savaşın şu anki en masum siyasi örgütü BDP’dir. Çünkü ne PKK’ye ve onun alt birimlerine eylem talimatı verme gücüne ne de Türk ordusu ve polisini operasyonel hareketlendirme gücüne sahip… Oysa meseleye böylesine derinlikli yaklaşma yerine sağcı ve ulusalcıların ruh haliyle her PKK eyleminden BDP ve onun sivil örgütlerini sorumlu tutma sahtekarlığını göstermek hangi insani davranışa girer? Hangi gazetecilik davranışı diye sormuyorum, o gazetecilik zaten ulus-devletin faşist dehlizlerinde kayıp…
  Bu liberal milliyetçilere ciddi ciddi özel harp taktikleri verildiğini düşünmeye başladım. Bunlara verilen eğitimde suçların sıralanması normal gazetecilerin aldığı eğitimdeki savaş ve nefret suçlarından farklı. Bu yüzden bu kadar özenle BDP’yi temelsiz, yersiz suçlama hadsizliğini kendilerinde buluyorlar, başka açıklaması yok… BDP’nin, devletin ve hükümetin sıraladığı kuralları uyması gerektiğini, demokratik alandan alabildiğince uzaklaşmasının zorunluluğunu anlatmakta üzerlerine lafazan yoktur. Çocukça öfkelerle, çocukça hizaya gelmişliklerle yetişkin Kürt siyasetçilerini de dizildikleri sıralara davet ediyorlar, onlar gelmeyince çemkirip duruyorlar. Kendileri bir bayrak merasiminde törenlenmiş okullu çocuklar olabilirler, buna lafım yok; lakin okullu olmayanlar bu törenlemeye katılmadı mı tüm sinir uçlarına dokunulmuş gibi yazın suyu çekilmiş dere kurbağasının ruh haliyle vıraklayıp durmaları sadece can sıkıcı değil, aşağılıkça bir hezeyan…
   Genç Cumhuriyet’in ilk şizofrenyasının tüm belirtileri yeniden canlanıyor. Eski şizofrenik devlet ve onun kalem erbabı Kürtler, Aleviler ve muhalif güçlere karşı yeniden dal budak salarak mantıksız hareket etme, şuurunu kaybetme, konuşma ve barışma yeteneklerini yitirme gibi belirtilerle kronik ulusalcılardan genç milliyetçi liberallere devrederken tüm hastalıklı biçimlerini sırdaşlıkla tüm nefret ve savaş suçlarında da ortaklaşıyorlar.
   

4 Eylül 2011

Jakobenizmin sonu mu? Azınlıklar, devletler ve şiddet

   Bu yazı http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=1550 adresinden alınmıştır.
  IMMANUEL WALLERSTEIN
Modern dünyada ‘azınlıkları’ olmayan bir devlet yok. Ya da şöyle diyelim, her devlette, sosyal olarak yüksek statü grubu şeklinde tanımlanan bir grup olur. Bu tanımlama, ırk, din, dil, etnisite veya bu niteliklerin bir kombinasyonu temelinde yapılır. Ve her zaman da bu nitelikleri paylaşmayan ötekiler de olur. ‘Azınlıkların’ ekonomik, siyasal ve sosyokültürel haklara erişimi hemen hemen her zaman daha az olur. ‘Azınlıklar’, böyle temel bir konuda ezildiklerinin farkında olup, bunu hissederler. Genelde şu veya bu şekilde, devletin yurttaşları olarak hak ettiklerine inandıkları eşit statüyü elde etmek için uğraş verirler. Azınlık, sayısal bir konsept değildir. Zira bazı yerlerde yurttaşların çoğunluğunu oluşturan bazı ‘azınlıklar’ da var. 
   Dünya basınını takip eden herkes ünlü örnekleri bilir: Türkiye’deki Kürtler, Ulster’deki katolikler, İspanya’daki Basklar, And dağlarındaki yerliler, Birleşik Devletler’deki Afro-Amerikanlar, Hindistan’daki Paryalar, Çin’deki Tibetliler, Sudan’ın güneylileri, Fas’taki Sahralılar. Liste daha da uzatılabilir.
Daha fazla hak sahibi olmak için - örneğin daha iyi işlerde çalışmak, dillerini kullanmak veya inançlarını yaşamak, özerk kurumlar geliştirmek veya yeterli düzeyde meclislerde temsil edilmek uğruna - verdikleri mücadelede hayal kırıklığına uğramış olanlar çokça kez, özellikle de son 40 yılda şiddete başvurdu. Coğrafik olarak daha kompakt alanlarda yaşayıp, ayrılma arayışına giren azınlıklar da oldu. 
Hükümetler genelde ‘azınlık’ gruplara kolektif hakları teslim etme fikrine karşı koyar. Devletlerin çoğu zihniyet olarak Jakoben. Devlet, aracı grup veya kurumlar olmaksızın her bireyi doğrudan muhatap alma yöndeki ahlaki hakkı savunur. Ama soru şu ki devlet, hedeflerini şiddetli ayaklanma ile gerçekleştirmeye çalışan ve siyasi olarak örgütlenen ‘azınlıklar’ ile karşı karşıya kaldığında ne yapar?

    Genelde ilk etapta devlet güçleri, ayaklanan grubu bastırmaya çalışır. Ve bu genelde işe de yarar. Devletlerin emri altında daha büyük silahlı güçler bulunur ve devletin ‘düzenini’ korumak için bu güçleri kullanma konusunda genelde tereddüt etmezler. Ancak bazı durumlarda ayaklanan grup, isyanını sürdürmek için gereken birliğe sahiptir. Ve böyle bir durumda, çok uzun sürebilecek bir iç savaş durumuna giriş yapmış oluruz.
Sonuçta karar devletindir. Sorunu siyasi yollardan çözmeye çalışabilir de, etmeyebilir de. Sorunu siyasi yollardan çözmeye çalışmak esasen uzlaşma anlamına geliyor, yani ‘azınlık’ grubunun ayrılma fikrinden vazgeçmesi karşılığında, talep edilen hakların yeterli düzeyde karşılanması ve çoğu zaman bölgesel bir özerklik de buna dahildir. 
Böylesi bir ‘uzlaşı’ya ulaşılması için bazı faktörlerin bir araya gelmesi gerekir: askeri çatışmaların belli düzeyde durdurulması, ‘azınlık’ için dışarıdan belli bir jeopolitik desteğin verilmesi ve her iki tarafta da göreceli bir yorgunluk. Ulster’de olan budur. Aynısı Türkiye ve İspanya’da da olabilir. Sudan’da hükümet kendi olanaklarına fazla güvendi ve bu nedenle Güney Sudan ayrılabildi. Çin hükümetinin engellemeye kararlı olduğu şey de bu. 
    Her tarafta siyasi durum önemli ölçüde farklılık gösterse de, 
 ‘azınlık’ gruplarının daha fazla kolektif haklar için yükselttiği taleplerin dünya sisteminin jeokültüründe güçlendiği de açıktır. Bir ideoloji olarak Jakobenizmin zamanı geçti. Devletler, bu meselelerde siyasi bir ‘uzlaşı’nın olası çerçevesini düşünmekle akıllı davranmış olur. 

                                                  Çeviri: Meral Çiçek

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.