Social Icons

.

Pages

24 Aralık 2011

Magriplerden bir iç ülkeye Jeansonlar, Büşra Hocalar...

J. P. Sartre modern dönemlerin İsa’sı ise Francis Jeanson da onun seçkin havarilerindendir.  O, köprülerin korkuluklarında asılmışların bakışıdır; akıp giden sularda boğulanların, infaz edilmişlerin salyasıdır. Bir dağda bir çatışmanın en amansız anında yüzünden kurşunlanan militanların kayalıklar arasında dökülmüş dişleridir. Büyük insanlık davasının bir yönü hala yaşayanların umutlarıysa bir yönü de yüreği avucunda ölenlerin sımsıkı yumruklarındadır. İşte Jeanson sımsıkı yumrukların içindeki umutlardandır; mücadelesiyle, hatırasıyla, yazdıklarıyla, kararlılığıyla…
1922’de  faşizm güney ve orta  Avrupa’da boy vermeye başlarken Fransa’nın güneybatısında, Bordeaux’da dünyaya gelen Francis Jeanson, yirmili yaşlarındayken kendisiyle yaşıt olan faşizmin tutsağı olacağını nerden bilebilirdi ki? Gençlik döneminde Fransa Komünist Partisi’ne katılan Jeanson, bir süre sonra partiden ayrılır. 1940 yılında Alman ordularının Fransa’yı işgal etmesiyle Fransız direniş hücrelerinde yer alır. Daha sonra Nazilerce tutuklanır. Zorla çalışma programları kapsamında Almanya’ya sürülür. Bir fırsatını bulup kaçar. 1943 yılında İspanya’ya gittiğinde bu defa orada Franco güçlerince tutsak edilir. Oradan da bir yolunu bulup Cezayir’e kaçar ve Cezayir Komünist Partisi yayınına muhabirlik yapar. Albert Camus ile tanışmasına rağmen daha sonra Camus ve Sartre arasındaki Les Temps Modernes dergisinde filizlenen tartışmada Sartre’den yana tavır alır. Onun asıl hikayesi bundan sonra başlar. Bizi ilgilendiren de onun Fransız sömürgeciliğine karşı “özgür insanlar”dan yana oluşu…

‘Cezayir, Fransa değildir’

Fransa’da “devlet solu” birçok rengiyle, Cezayirlilerin 1954 yılında başlattığı büyük ayaklanmayı tipik sağcı reflekslerle karşılar. Fransız devletine göre Cezayir bir ülke değil Fransa’nın büyük bir kentidir. Jeanson, ayaklanmadan iki ay sonraLes Temps Modernes’e yazdığı bir yazıda şöyle diyecekti: “Cezayir, Fransa değildir.” (Bu arada 1950 yılından itibaren başlayan Cezayir direnişinin adını Fransa hiçbir zaman savaş olarak adlandırmadı. Terörle mücadele çerçevesinde sömürgeciliğin en uç hukukuyla dışarıda Arap isyancılarla, içeride direniş destekçisi solcularla, liberallerle, demokratlarla mücadele etti. Biz Kürtlere ve onların dostları Türk gruplara çok tanıdık bir savaş konsepti…) 
Jeanson, Fransız solunun iktidar olmasıyla şiddetlenen Cezayir kıyımına karşı sadece yazılarıyla değil, bizzat mücadelenin içinde önemli bir kişilik olarak destek verdi. Kurduğu  Réseau Jeanson (Jeanson Ağ) örgütüyle Cezayir direnişine aktif destek verdi. Daha sonra Sartre’e yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti:“Hayatımdaki tüm gelişmeler bir bütünün parçasıdır. İlk gizli eylemimi Cezayir direniş liderlerini Paris’ten kaçırarak yapmıştım. Birkaç ay sonra FLN tarafından başlatılan bir kampanyanın içinde kendimi sorumlu buldum. Bu, benim için bir ilke sorunuydu. Kendi özgürlükleri adına savaşan insanların haklılığı kadar bu meseleye sol adına bakmak da önemli. Fransız solu, eylem yapma, devrimci muhalefet yapma duygusunu yitirmiştir. Bu duyguyu tekrar kazanmak açısından da FLN ile olan ilişkilerim kaçınılmaz olarak bir görevdi.” 

121’ler Bildirgesi ve ‘vatan hainleri’

Henri Curiel, Jacques Verges, Dominique Darbois ile ortak kurduğu ağ Cezayirli direnişçiler için önemli bir moral olmuştu. Jeanson’a göre Fransa devletini yaratan 1789 devrimine devletin bizzathi kendisi ihanet etmiştir. Bu ihaneti daha sonra Andre Breton, J. P Sartre, Mallroux ve daha nice aydının imzaladığı 121’ler Bildirgesi açık açık yazmıştı. Yine Sartre’ye yazdığı bir başka mektubunda Jeanson, “Biliyorum ki vatan hainliğiyle suçlanıyoruz, kime ve neye ihanet ettik? Fransa hukuku Cezayirlileri hem Fransa vatandaşı sayıyor hem de onların doğal ve siyasi haklarını kanla bastırıyor. Hiçbir milliyetçi mistisizm, hiçbir neo-liberal azgınlık, hiçbir ulusçu güç beni bu konuda ikna edemez. Debré Kovacs, General Massu ve Lt. Charbonnier ile onların yalakaları ve baskıcı ajanları bile başaramayacak.” 
Fransız devletinin ve toplumunun başkalarının hakları üzerine uzlaşması, şiddetin devlet dilinin doğal biçimi olduğu koşullarda “fikirleri legal davranış biçimleriyle ifade etmesi” gerektiği yönündeki eleştirilere de kulak asmamıştır. Çünkü Cezayir’de işkence görmemiş, zarar görmemiş birini bulamasanız.
“Kendi devletinizin işlediği suçlara ortak olmayın. İçinizde gizli kalmış sömürgeciyi söküp atmanın zamanı geldi.” 121’ler Bildirisi’ndeki bu sözü Jeanson defalarca makalelerinde kullanmıştı. Bu arada Cezayir direniş hareketlerinin Fransızlara kan kusturduğunu da söyleyelim. Fransa devletinin en aşağılık şiddetine karşı aynı oranda karşılık verdiler. Ama buradaki fark şu: Şiddet devlet açısından devletin varlığını sürdürmek, inkar, asimilasyon, yoksullaştırma, ötekileştirme siyasetini devamlı kılmak için kullanılan, aslında yapay olarak keşfedilmiş  bir yöntem iken ezilenler ve isyankarlar için bir varoluş biçimidir. Yani durumu günümüze uyarlarsak, Kürtlerin politik hareketinin devlet karşıtı her türlü şiddeti bir tür var olma biçimidir. Çünkü inkar edilmişlik, yoksulluk, kimlik reddi, ekonomik olarak devlete bağımlılık, fiziki baskılar zaten devlet şiddetinin kendisidir. Cezayir savaşında genel olarak Trockist, anarşist, liberal Fransızların özel olarak Francis Jeanson’un da tavrı bu gerçekliğin bilinmesiyle ilgilidir. 
Sahte nişanlarla, şişirilmiş, abartılmış nitelemelerle; iktidarla değil Kürtlerin politik talepçileriyle boğuşmayı, didişmeyi, laf çakmayı gelenek haline getiren liberal Türk milliyetçileri ve vatanseverci Türk solcularına karşı Büşra Ersanlı hocamızın şahsında tüm yeni dönem Francis Jeansonların önünde saygıyla eğiliyorum.

22 Aralık 2011

121'ler Bildirisi

"Fransa’da son derece önemli bir hareket gelişiyor. Cezayir Savaşı’nda yeni bir dönüm noktasının, bizi, altı yıldan bu yana sürmekte olan krizi unutmaya değil, görmeye ittiği bir anda, Fransız ve uluslararası kamuoyunun daha iyi bilgilendirilmesi zorunludur.

Giderek daha çok Fransız, bu savaşa katılmayı reddettiği, ya da Cezayirli savaşçılara yardımda bulunduğu için kovuşturmaya uğruyor, hapsediliyor, mahkum oluyor. bu insanların amaçları, karşı tarafça tahrif edildiği, ya da, aslında, görevleri bu insanları savunmak olanlarca durum masum gösterilmeye çalışıldığı için, genelde anlaşılamamaktadır. ne var ki, iktidara karşı bu direnişin saygıya değer olduğunu ifade etmek yetmez. Onurları ve gerçeğe ilişkin düşünceleriyle hareket eden insanların protestosu olarak gündeme gelen bu direniş, içinde varolduğu koşulların ötesine geçen ve olayların başlangıç noktası ne olursa olsun, yeniden ele alınması gereken bir öneme sahiptir.

Cezayirliler açısından askeri ya da diplomatik araçlarla sürdürülen savaşta kesinlikle çift anlamlılık söz konusu değildir. bu bir ulusal bağımsızlık savaşıdır. Peki, bu savaş Fransızlar için ne anlam ifade ediyor? bu, yabancı ülkeye karşı yürütülen bir savaş olarak görülebilir mi? ancak Fransa toprakları hiçbir şekilde tehdit altında değildir. Daha da ötesi: bu savaş, artık Fransız olmamak için savaşmalarına rağmen, devletin kendilerini Fransız olarak değerlendirdiğini söylediği insanlara karşı yürütülmektedir. bu savaşın bir fetih savaşı, üstelik ırkçılığın eşlik ettiği emperyalist bir savaş olduğunu söylemek de yetmez. Çünkü her savaş biraz böyledir, dolayısıyla çok anlamlılık devam eder.

Gerçekte devlet, temel bir tecavüzü ifade eden bir kararla, önce en temel insanlık onuru için, nihayet bağımsız bir devlet olarak tanınmayı istediği için ayaklanmış, ezilen bir halka karşı, kendisinin de polisiye operasyon olarak tanımladığı bir eylemi yerine getirmek amacıyla bütün sınıflardan yurttaşları seferber etti.

Ne bir fetih savaşı, ne bir “ulusal savunma”, ne de bir iç savaş olan Cezayir savaşı, giderek, sivil iktidarın bile, sömürge imparatorluklarının genel olarak dağıldığının bilincine vararak, bu sürecin anlamını kabul etmeye hazır görünmesine rağmen, ayaklanma karşısında geri çekilmeyi reddeden ordu ve bir kastın özel eylemi haline gelmiştir.

Bugün bu caniyane ve saçma savaşı besleyen esas olarak ordunun iradesidir ve bazı yüksek devlet temsilcilerinin oynamasına izin verdikleri politik rol sayesinde ordu, bazen açıkça ve zor kullanarak, her türlü yasallıktan uzak davranarak, bütün ülkenin kendisine emanet ettiği hedeflere ihanet ederek bütün ulusu lekelemekte ve hatta yurttaşları, kışkırtıcı ve alçaltıcı bir eylemde kendi emri altında suç ortaklığına zorlayarak, ulusu sapkınlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Fransız militarizminin, Hitler rejimi yıkıldıktan 15 yıl sonra, bu nitelikte bir savaşın gereklerine göre, yeniden işkence uygulamasına geçtiği ve işkenceyi Avrupa’da bir tür kurum haline getirdiğini anımsatmak gerekir mi?

bu koşullar altında birçok Fransız, geleneksel değerler ve sorumluluktan kuşku duymaya başlamıştır. belli koşullar altında utanç verici bir boyun eğiş olan sivil ihanet nedir? ihaneti reddetmenin kutsal bir görev olduğu, “ihanet”in gerçeği cesaretle benimseme anlamına geldiği durumlar yok mudur? Ve eğer ordu, onu ırkçı ve ideolojik bir egemenlik aleti olarak kullananların isteği doğrultusunda varlığını, demokratik kurumlara karşı açık, ya da gizli bir isyanla koruyorsa, bu durumda orduya karşı isyan yeni bir anlam kazanmaz mı?

Vicdan sorunu bu savaşın başından itibaren vardı. savaşın uzamasıyla birlikte, vicdan sorununun, itaatsizlik, firar, Cezayirli özgürlük savaşçılarına yardım ve destek gibi somut biçimlere bürünmesi normaldir. Bu biçimler, bütün resmi partilerin dışında, bu partilerin yardımı olmaksızın ve nihayet bu partilerin muhalefetine rağmen gelişmiştir. bir kez daha: saptanmış çevreler ve şiarların dışında, yeni duruma uygun eylem ve mücadele biçimleri arayan ve bulan bir direniş bilinci kendiliğinden gelişmiştir. bu bilincin anlamını ve gerçek taleplerini kabul etmeme konusunda politik gruplara kamuoyu oluşturan gazeteler, ister uyuşukluktan, ister ideolojik korkaklıktan, isterse de ulusal ve ahlaki önyargılar nedeniyle olsun, anlaşmışlardır.

İmzacılar, bugün (çeşitli) bireysel serüvencilik “faits divers”i (olguları) olarak ortaya koyulamayacak eylemler üzerine herkesin konuşabileceği düşüncesiyle; konumları ve amaçları gereği, insanlara, böylesi ağır sorunlar karşısında kişisel karar verme hususunda öğütte bulunmak için değil, bu insanları yargılamak üzere kürsüde oturanlardan, sözcük ve değerlerin belirsizliğinin kendilerini etkilemesine izin vermemeleri isteminde bulunmak düşüncesiyle aşağıdaki açıklamayı yapmışlardır:

-Bizler, Cezayir halkına karşı silah kullanmayı reddedenlerin bu tavrına saygı duyuyor ve bu tavrı haklı buluyoruz.

Bizler, ezilen Cezayirlilere, Fransız halkı adına yardım ve destek sunan Fransızların tutumunu saygıyla karşılıyor ve haklı buluyoruz.

- Sömürgeci sistemin yok edilmesine katkıda bulunan Cezayir halkının davası, bütün özgür insanların davasıdır


İmzalayanlar:


arthur adamov, robert antelme, georges auclair, jean baby, hélène balfet, marc barbut, robert barrat, simone de beauvoir, jean-louis bedouin, marc beigbeder, robert benayoun, maurice blanchot, roger blin, arsène bonnefous-murat, geneviève bonnefoi, raymond borde, jean-louis bory, jacques-laurent bost, pierre boulez, vincent bounoure, andré breton, guy cabanel, georges condominas, alain cuny, dr jean dalsace, jean czarnecki, adrien dax, hubert damisch, bernard dort, jean douassot, simone dreyfus, marguerite duras, yves ellouet, dominique eluard, charles estienne, louis-rené des forêts, dr théodore fraenkel, andré frénaud, jacques gernet, louis gernet, edouard glissant, anne guérin, daniel guérin, jacques howlett, edouard jaguer, pierre jaouen, gérard jarlot, robert jaulin, alain joubert, henri krea, robert lagarde, monique lange, claude lanzmann, robert lapoujade, henri lefebvre, gérard legrand, michel leiris, paul lévy, jérôme lindon, eric losfeld, robert louzon, olivier de magny, florence malraux, andré mandouze, maud mannoni, jean martin, renée marcel-martinet, jean-daniel martinet, andrée marty-capgras, dionys mascolo, françois maspero, andré masson, pierre de massot, jean-jacques mayoux, jehan mayoux, théodore monod, marie moscovici, georges mounin, maurice nadeau, georges navel, claude ollier, hélène parmelin, josé pierre, marcel péju, andré pieyre de mandiargues, edouard pignon, bernard pingaud, maurice pons, j.-b. pontalis, jean pouillon, denise rené, alain resnais, jean-françois revel, paul revel, alain robbe-grillet, christiane rochefort, jacques-francis rolland, alfred rosner, gilbert rouget, claude roy, marc saint-saëns, nathalie sarraute, jean-paul sartre, renée saurel, claude sautet, jean schuster, robert scipion, louis seguin, geneviève serreau, simone signoret, jean-claude silbermann, claude simon, rené de solier, d. de la souchère, jean thiercelin, dr rené tzanck, vercors, jean-pierre vernant, pierre vidal-naquet, j.-p. vielfaure, claude viseux, ylipe, rené zazzo. 

17 Aralık 2011

Uzun zamandır aklımda hep uzun bir öykü yazmak var. (Aslında roman diyemediğim için öykü diyorum. Haddimi bilmeliyim) Klavyenin başına oturmadan önce onlarca öykü tasarlıyorum. Mesela otuzlu yaşlarda genç bir kadını sokak ortasında politik bir cinayet girişimine maruz bırakıyorum. Önce iskeletini oluşturuyorum, ona bir omurga veriyorum etiyle kanıyla bir canlı bir mumyaya dönüştürüyorum. Uzun boy, esmer ten, geniş kalçalı bir Kürt kadın oluyor giderek.Yüzüne esmer bir gülüş yayıyorum. Kaş çiziyorum, ince yay... İri gözlerinin üstüne her biri bir ok zarif kirpikler takıyorum. Oluyor eski sevgilim... Sonra saldırıya uğradığı anda elbise giydiriyorum, renginden kumaşına, biçiminden kıvrımlarına kadar ben seçiyorum.  Onu bir meslek sahibi yapıyorum. Gazeteci diyorum. Sultanahmet'ten Sirkeci'ye inerken tramvay durağının orada bir an duraklıyor. Az ilerideki otelin köşesinden, ışıkların altından birkaç el silah sesi,"Pat, pat, pat!" Duraktakiler yere yatıyor, güvenlikçiler turnikelerin arkasına gizleniyor, otelin kafesindekiler kaçışıyor. Esmer kadın yere yığılıyor, sadece inliyor. Valilik binasının polisleri mevzi alıyor, bir suikast girişimi ama heyecandan hepsi valinin çoktan binadan çıktığını unutuyor. Kadın sağ omzunu tutuyor, o anda iki kişi Sirkeci'ye doğru koşarak kaçıyor. Ben de onları kaybediyorum. Sanırım hazirandı. Günün geceye devrildiği bu saatlerde her akşamki kalabalık yok. Bunu kötü bir rastlantıya yoruyorum. Kadın, bağırmak istiyor ama nafile sadece ağzının kımıldadığını görüyorum. Tüm hikayeyi bu kadının geriye doğru zamanı kırarak hayalleriyle geliştirmek istiyorum. İstiyorum ki kadın Dersim'e gitsin. Gerilla olsun... Son anda vazgeçiyorum. Kıyamıyorum onu dağa göndermeye. Dağa göndermesem bu defa bu saldırıya uğrayışının gerekçelerini sağlam yazamayacağım... Bir başka kadın kuruyorum, Samsun'a götürüyorum. Meslek olarak öğretmenliği seçiyorum ona. Bilmediği halde militan sevgilisiyle buluşturuyorum, Samsun- Ankara yolunun kenarında müstakil bir evde gecenin bir anında polis baskını olacak ki militan erkek bir fırsatını bulup kaçıyor. Kadın çırılçıplak... Kelepçe takılıyor. Polisler işkence yapma alışkanlıklarını terk etmişlerdir diyorum. Taciz etmezler kanısındayım. Yüzü koyun yatağa uzanmış halde süt beyaz kalçaları semiz bir tayınki gibi titrerken onlarca polisin çevresinde olduğunu fark eder etmez bir çığlık atıyor. Buradan öte buna da kıyamıyorum. Sevgilim oluyor, yeşil gözlerinden yanaklarına yaşlar süzülüyor. Çaresiz, öfkeli, terk edilmiş... Sevgilim oldu diye bu kızıl saçlı kadını da kurguya dahil etmiyorum. Aklıma Şule düşüyor. Başka bir kadın yaratıyorum öykü için... Bu defa Ankara... Ona da bir bomba veriyorum. Az sonra alışveriş merkezini bombalayacak... Giderken gözleri hep yazarda... Ağlıyor mu gülüyor mu seçemiyorum. Bomba kadının üzerinde patlayacak, yine dayanamıyorum bu hikayeyi de erteliyorum, hatta sonlandırıyorum.  Sonra Kürt karakterler arıyorum, slogan atan, molotof atan, poster taşıyan, gerilla olan, hapse düşen... Yine tıkanıyor öykü... Ya yarattığım karakter bir arkadaşımsa diyorum, belki intihar eden Bese, belki örgütten kaçan Dilan, belki suda boğulan Dilara... Birden Nuran düşüyor aklıma, liseden kalma... Özlemişim de... Yıllardır göremiyorum, bağlantım yok. Kıyamam diyorum. Dayanılmaz oluyor her Kürdün öyküsü. Her keresinde erteliyorum. Nasılsa bir sabah uyandığımızda bir Kürt şehrinde öldürülen, baskın yiyen, tokatlanan bir Kürt oluyor.
    Böylece kurgusunu yaptığım her girişim başarısız kalıyor. Herkesi kendi mecrasında özgür bırakıyorum. Elimdeki sigaradan bir parça kül düşüyor klavyeye...

12 Aralık 2011

Puşkin özgürlükçülüğünden güdük Türk entellektüalizmine bir deneme


9 ARALIK 2011 CUMA

(ULAŞ OZAN)

"Puşkin, kendisiyle yaptığım görüşmeden sonra İngiliz Kulübünde  haşmetmeaplarından övgülü bir şekilde söz ederek birlikte yemek yemekte olduğu kimseleri sağlığınıza içmeye zorlamıştır. Her ne kadar kendisi tescilli bir serseriyse de kalemini ve konuşmalarını yönlendirmeyi başardığımız takdirde yararlı bir sanatçı olacaktır." Bu satırlar 1830'lu yıllarda Çar I. Nikola'nın Puşkin'i izlemesi için tuttuğu polis şefi Benkendorf'un çara sunduğu rapordan alınmıştır. (Ben bu satırları Plehanov'un kitabından araklarken şu an TC'nin ilgili istihbarat birimlerinde görevli kim bilir kaç polis şefi; kaç muhalif aydın ve sanatçıyı ispiyon ediyordur savcılara! Gerçi artık polis şeflerine bu işi bırakmayan, her gün bir başka muhalif için haydutluk yapan, plazalardan "köşe" tahvil eden nice soytarı gazeteci bu jurnalleme işini layıkıyla yapıyor da...) Bu rapordan anlaşılacağı üzere Puşkin, düzenin sanatçısı hatta düzene hizmet eden bir aydın yapılmak isteniyordu. 1800'lü yılların başında gelişen Rusya-Fransa savaşlarında Ruslar, Fransızları yenmelerine rağmen Rus köylüsünün serfliği devam etmiş, köylüler açısından daha korkunç bir yoksullaşma başlamıştır. Büyük toprak ağaları ise zenginliklerine zenginlik katmıştır. Bu dönemde Batı ile askeri savaşlar olurken Rusya'ya gizliden gizliye yayılan birtakım burjuva düşünceler geniş köylü ve aydın kesimleri etkiliyordu. Etkilenenlerin başında subaylar ve kimi şairler, aydınlar geliyordu. Çar I. Aleksandr'ın büyük toprak sahiplerinden yana tavır alması subayları ordu içinde gizli bir örgütlenmeye itti. Önderliğini bazı subay ve aydınların yaptığı bu gizli örgüt I. Aleksandr'ın ölümünü bekleyecekti. Nihayet 14 Aralık 1825 gecesi, çarlığın I. Nikola'ya devrinin olduğu gece Rusya'nın değişik şehirlerinde silahlı bir ayaklanma başlar ve başarısızlıkla sonuçlanır. Bu ayaklanma aralık ayında çıktığı için Rusça dekabr olan aralık ayından "Dekabristler, Aralıkçılar" ayaklanması olarak tarihe geçmiştir. General Pavel Kakhovsky, Şair Kondrati Rileyev, Albay Pavel Pestel, Yarbay Sergey Muravyov-Apostol ve Subay Mikhail Bestuzhev-Ryumin gibi ayaklanma önderleri idam edilir. Ayaklanmaya destek veren yüzlerce kişi de Sibirya'ya sürgün edilir. Puşkin ise birkaç yıl önce yazdığı devrimci şiirlerden ötürü Kafkasya'ya sürülmüştü zaten. O sürgündeyken Dekabristlerin bu ayaklanmasını destekliyordu. Moskova'da doğan Puşkin köle olarak Rusya'ya getirilen bir Habeş prensinin de torunuydu.
Burada konumuz Puşkin'in biyografik hayatından ziyade onun sanatçı kişiliğinin politik sorunlarla ilgisidir. Puşkin, çizgi olarak sanatın en burjuvasıdır. Sanatın yüce duyguların dışavurumu olduğuna inanan bir şairdir. Çarlık, ayaklanmayı bastırdıktan sonra Puşkin’i gizli polis aracılığıyla izletiyor, onu resmi kültür yoluyla hizalanmış biri haline getirme niyetindedir. Çarlık sadece polis korkusuyla değil kiraladığı üç paralık mostralık tipleriyle de Puşkin'e saray ahlakını ve Rus olmanın ayrıcalıklarını yedirmeye kalkışıyordu. En güvendiği saray sanatçısı tiplerin başından gelen Şair Jukovski, Puşkin'e ahlakın büyüklüğünü ve aklın sesini güya duyurmaya çalışıyordu. Jukovski bir mektubunda ona, "Batılı ve aydın fikirlerinle, ahlaksızlığınla savunmasız bıraktığın Rus gençliğini perperişan ettin. Gençlik senden isyan dolu fikirleri öğrendi. Şimdi ahlaki büyüklükle bu yarayı onarman lazım." deme hadsizliğini gösterecektir. (Günümüzde yazar, çizer, ressam, müzisyen, şair geçinen kimi Türk ve Kürt Jukovskilerin bu ahlakçıl ve muhbir tavırlarını sanırım şimdi daha anlamlı bir çerçeveye yerleştiriyoruz. Kendilerini devlet aklıyla ıslah etmek isteyenlere Prof. Büşra Ersanlı'nın, Ragıp Zarakolu'nun, Cengiz Kapmaz'ın ve daha nice aydının Altangillere, Özkökgillere, Mehmetçik apoletli öbür tayfalara, cemaat yıldızlı  diğer odaklara vereceği cevabı 150 yıl önce Puşkin vermiştir.) 
Basın geri! Utanmazlar!
Barışçı şairin umurunda bile değilsiniz!

Başardığı ya da başaracağı soylu işler için herhangi bir ödül ya da öğüt beklemiyordu. "Onlar" dediği bu saray köşe kapmacılarına "Putların önünde boyun eğip, cepleri için para, boyunları için zincir dilenirler." Bu sözler üzerine ne yazsam nafile…
Günümüzde kendilerini teorik oluşumların dışında tutan, güya günlük gelişmelere göre yazan, çizen, üreten entelektüel tayfanın kurtuluş hareketlerine kayıtsızlığı, umarsızlığı realizmle teorize edilse de biraz kaba bir kategorizasyonla onlardan birer timsah çıkarabiliriz sanırım. Onlar böyle davranmakla iç hayatlarının zenginliğine koca bir toplumun doğal haklarını feda ediyorlar. Eserlerinde yarattıkları karakterler en az bunlar kadar güdük. Dünyaları, tutkuları, hayalleri de kendilerinin günlük "zindanları" kadardır. Konuşamayan, karşı çıkamayan, değiştiremeyen, değiştirene saygı duymayan özellikleriyle modern sefaletin çukuruna düşmüşlerdir. Belki bu tip güdük Türk aydınlarının kaleminden bir Pugaçev, bir Bazarov beklemiyoruz ama bu karakterleri yaratma hevesindeki sanatçılara saygı beklemek de bizim hakkımız.
Yüzbaşının Kızı romanında Rus idealizmine yaklaşan bazı akıl dışılıklar bir yana Puşkin, "saray Ruslarının düşmanlarını" bile en gerçekçi özellikleriyle romana yedirmiştir. Pyotr Andreyiç Grinyov'un zaafları, övülecek yanları, yerin dibine batırılacak soylu özellikleri de anlatılmış, Kazak isyancı Pugaçev'in sadece bir talancı, bir kötülük timsali olmadığı da… Romanda şeytanlaştırma yoktur. Şvabrin, Yüzbaşı Mirinov, bir gülüşüyle onlarca subayın aklını çelen Marya İvanovna en doğal insan halleriyle romanın orta yerinden fırlayacaklarmış gibi karşımızda dururlar. Bu romanın günümüz Türk yazarlarından birinin kaleminden çıkmasını düşünemiyorum bile… Orenburg'u ele geçirip Moskova'ya doğru yürüyen Kazak ve Tatar isyancılarla Hakkari’den Amed’e yürüyen Kürtler arasında bir bağ kurarsak, buna karşın Ahmet Altan ya da Elif Şafak'ın nasıl da gizli birer ırkçı oldukları gün gibi belirecek. Bunların elinden çıkacak Hakkarili Kürt isyancı karakterler çöp insandan öte anlam taşımayacaktır. Bunlara göre bu isyancı militanların sosyal hayata dair bir meselesi yoktur, estetik tutkuları sıfırıdır, kadın ve erkek sorununa dair kimseyle paylaşacak fikirleri asla olmayacaktır."Savaşa aşık" bir örgütün öldürme ve öldürülmeye programlanmış karakterlerinden başka bir şey olmayacaklar. Kod adlarıyla tarihin yönünü değiştirmek niyetinde olan Rojhat, Berfin, Cudi gibi asi Kürtler bu tip ideal iktidar yazarlarınca öldüklerinde "gariban Kürtler", öldürdüklerinde "canavar Kürtler" olarak karakterize edileceklerinden adım gibi eminim. Militanların siyasal yorumları, talepleri, dünyayı değiştirme istekleri, günlük yaşantılarının, okudukları kitapların, yedikleri yemeklerin, izledikleri filmlerin, dinledikleri müziklerin; bu gizli ırkçı liberaller, solcu eskisi yazarlar açısından bir önemi yoktur. Öyle ya Elif Şafak, Baba ve Piç'deki Ermeni karakterlerden geçmişlerini, hâkim Türk algısı karşısında feda etmelerini istemiştir. En radikal romanda bile Oya Baydar, gerilla Mahmut'un yaşama dair estetiğini bir inançsızlığa kurban etmiştir. Halil Berktay denen "Türk milli devrimcisi" de muhtemelen kendi pişmanlıklarını bugün iktidardan yana yeni bir demokrat tiple, üne çevirirken isyancı Kürt karakterler üzerinden kendi ulusalcı özelliklerini aklamaya çalışan yeni dönem emperyal, güçlü erkeğe dönüştürecektir. Savaş günlerinde aşk'ta jön Türklerin sosyal hayata dair sorunlarından, özlemlerinden Ahmet Altan ve benzerleri Kürt militanları muaf tutacaktır. "Onlar aslında yoklar…"
Sözün özü tüm eleştirilerimize rağmen Puşkin olmasaydı bir iddiaya göre Dostoyevski, Raskolnikov'u; Tolstoy, Savaş ve Barış'ı; Gonçarov, Oblomov'un Stolts'unu yazamayacaktı. İnsan soramadan edemiyor; Türk edebiyatının bir Puşkin'i olsaydı, mesela Atatürk'ün rakılı sofralarında Ata'nın kafasına bardak fırlatan bir Yakup Kadri, Menderes'e, Bayar'a, İnönü'ye Kürtlere yaptıklarından ötürü kalem fırlatan, gidip Hakkari'ye sembolik de olsa panzere taş atan bir Türk yazar olsaydı bugünkü beyaz ve orta sınıf Türklerin Kürt algısı nasıl olacaktı, diye…

7 Aralık 2011

ŞAKLABANLIK BARIŞ İSTER Mİ?


http://www.ilkehaber.com/yazi/buyuk-kararlarin-adami-gerry-adams--3083.htm    Hilal Kaplan’ın bu linkteki yazısını okuyunca bazı kavramların nasıl ters yüz edildiğini gayet iyi anlıyorsunuz. Hanımefendinin Gerry Adams hakkında övgülü satırları Melih Altınok’un “çakal eriklerinin günümüzdeki üretimi ve piyasa sorunları” konusunda yazarken “BDP-KCK-PKK’nin şeftali bahçelerimizi nasıl yok ettiğine dair bir analiz.” gibi soytarıca absürtlüklerini hatırlatıyor. Aslında en fazla bir Genç Siviller toplantısında “AKP’nin melek huyları” konulu bir panelde konuşmacı olması gerekirken yanlışlıkla “köşe kapmış” bir hanımefendi Gerry Adams üzerine bunca yazarken Kürt sorununun çözümsüzlüğünü  getirip sivil itaatsiz BDP’li vekillere bağlaması şaklabanlıktan öte bir değer taşımaz. Demokratik Gelişim Enstitülerine demek şaklabanlar da konuk olarak alınıyormuş. Bu, kesinlikle Gerry Adams ve yoldaşlarının hoş görüsüyle açıklanabilir. Yoksa “Bu yüzden sivil itaatsizlik diye yola çıkan milletvekilleri bile kendilerini anında ya taş ya tokat atarken buluyorlarbu satırları yazmak akıl işi değil. Oysa Adams’in konuşmaları baştan sona sorunun büyük bir devletin yanlış politikalarından kaynaklandığını, barış çağrılarına hükümetlerin ilgisiz kaldığını, görüşmeleri halktan onların gizlediğini, devlet olma şerefi(şerefsizliğini) onların temel sorun yaptığını gayet güzel değinilmiş. Bunca gerçekliği kaleme alıp BDP’yi suçlamanın siyasi literatürde yeri yok.  O zaman 1998 yılında imzalanan Hayırlı Cuma Anlaşması’nın(Good Friday Peace Accords)  en önemli maddesi : “İngiliz ve İrlanda Parlamentolarında militanların herhangi bir cezai takibata uğramaksızın silahlarını teslim etmelerini öngörülmekteydi. Teslim edilen silahlar, Kuzey İrlanda’da bugüne kadar meydana gelen 3700 can kaybıyla ilgili olarak balistik ya da DNA incelemesine de alınmayacaktı. Ayrıca sadece IRA militanları değil İngiliz hükümetine bağlı Protestan paramiliter güçler de silahlarını teslim edecekti. Yine bu anlaşma ile İrlanda Cumhuriyeti’nin Kuzey İrlanda üzerinde parlamenter denetimi kalkmış olacaktı. Kuzey İrlanda’da konuşlanmış tüm güvenlik unsurları kademeli olarak azaltılacaktır maddesi de önemlidir.
    Hilal Kaplan’a sanırım Gerry Adams’ın ancak görüşmelerin açık müzakereye dönüştüğü andan itibaren şiddeti gündemlerinden çıkarmak istediğini bilgisini de vermek gerekecek.  Eğer bu sorun üzerinden yazacaksanız Öcalan orada Gerry Adams’ın rolünü değil kendi rolünü oynamaya hazır. Aylardır Öcalan’a uygulanan politik tecridi dillendirmeden Kürt-Türk devleti barışı üzerine İrlanda’yı modellemek de ancak bu şaklabanların kapasitesi diyorum. Kürtlerin Gerry Adams’ını mı arıyorsun, İdris Naim Şahin kafası yoksa sende İmralı’ya dönüp bakman yeterli sayın hanımefendi Hilal Kaplan…
   Türkiye sağı ve solunun önemli bir kesimi daima dışa dönük romantik içe dönük barbardır.  Sağın da solun da dışarıda kahraman olarak gösterdiği, övdüğü birçok tarihsel kişiliğin ne yapıp ettiklerini ya bilmez ya da bildiği halde gizler. Arjantinli, Kübalı, Bolivyalı CHE’leri görüp onlara övgü yapanlar yanı başlarında hapislerde, dağlarda zalimane yöntemlerle kırılan Kürt CHE’leri görmezden gelirler. Aslında romantizmin genel özelliği bu. Kendi yatak odanı romantize etmekten çok başkalarının yatak odalarında sürekli aşk yaşayacağın kahramanlar aramak… Edebi alanda da politik alanda da romantizmin neden sahtekarlık barındırdığı bu açıdan anlaşılabilir.
    Dönüp dönüp sormalı bu şaklabanlara Kürt Gerry Adamsler yanı başınızdayken hala bu kişiliklere şans vermeyen hükümetinizin başının milliyetçi, yer yer ırkçı argümanlarını ve uygulamalarını nereye koyacaksınız? Ya hükümet, yargı ve güvenlik üzerine kara bir bulut gibi çöken nefret ve nifak vesayeti cemaatin barış önündeki engelleyici tutumları? 

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.