Social Icons

.

Pages

26 Mart 2012

Ku Klux Klan Örgütünün Valileri, Gazetecileri: Bitlis Katliamı

    Mississippi Burning filminden hatırlayanlarımız vardır. Kaybolan üç insan hakları savunucusunun  akıbeti herkesçe bilinmesine rağmen hiç kimse kasabaya gelen FBI ajanlarına bilgi vermemektedir. Özellikle kasabadaki beyazların suskunluklarının sebebi daha fazla cinayet işlenmesi ve bunların hiçbir şekilde sorgulanmaması yönündedir. Kasabadaki siyahlar ise korkularından ötürü imalarla FBI ajanlarına ifade vermektedir. Film gerçek bir olaydan derlendiği için filmin nasıl sonuçlanacağını hepimiz tahmin ediyoruz. Beyazların ayrımcı yasalardan güç aldığı yetmiyormuş gibi bir de kasabanın emniyet teşkilatı ve beyaz milisler her türlü zorbalığı yapma cüretini kendilerine Tanrının ayetiymişçesine sahiplenmeleri psikopatlık derecelerini gösterir.
  Kürt illerindeki valilerin fikir haritasını çıkarsak neredeyse tamamının ancak  Ku Klux Klan  örgütünün bir yöneticisi olabilecek kapasitede teori ve pratiğe sahip olduğunu rahatlıklar görürüz. Hakkari valisinin “PKK, her aileden bir ölü militan istiyor.” açıklamasını herhangi bir  Ku Klux Klan  örgütü yöneticisi yapmış mıdır, bilmiyoruz. En tepe yöneticisiyle en düşük görevdeki Türk devletinin amir-memurları Kürdistan’daki düşünme ve davranışları arasındaki paralellik  Ku Klux Klan  örgütünün uygulamalarına oldukça benzer. Mesela sıradan bir sivil polis BDP vekillerine saldırabilir, onları durdurabilir, onların her türlü dokunulmazlık haklarına açıkça küfür edebilir; TC devletinin gazeteleri de bu polisleriyle, valilileriyle, bakanlarıyla bu insanlık defosu örgütün adeta misyonerleri gibi… Yine bir vali düşünün ki çıkıp hiç utanmadan,” KCK operasyonlarıyla Kürtler rahatlamıştır.” desin. Bunu alkışlayan yeni yetme yazarlar, köşeciler, polis-bültencilerini asla hafızlarımızdan silmeyeceğiz.
   Birkaç gün önce Bitlis’in Hizan ilçesi kırsalında 15 kadın gerilla bir operasyonda katledildi. “Ama onlar terörist, ama onlar gerilla, ama onlar bir savaşın kurbanları…” gibi akıp giden sıradan faşizmin savunma biçimlerinin tümü “Ama onlar Kürt, ama onlar kadın.” gibi “evrensel alçaklığa” çıkar. Hiçbir gerekçe bu katliamı meşrulaştıramaz. Şunu artık kabul edelim: Türk ordusu evrensel olmayan, dolaysıyla doğal olmayan, hukuki olmayan gerekçelerle Kürt topraklarında bulunuyor. Türk ordusunun Kürdistan’daki varlığı asayiş ya da standart güvenlik normlarının dışındadır. Politik varlıktır. Karakollar yurttaşlarla-yurttaşlar, yurttaşlarla-devlet arasındaki anlaşmazlıkları yasal takip için değil Türkleştirme, asimilasyon, ekonomik sömürü, yurttaşlık bilincini yok sayma amacıyla kurulmuşlardır. Mahkemeler de okullar da… Türk devletinin bölgedeki askeri varlığı, polis-jandarma aygıtlarının yasalarda belirtilen amaçlarının dışındadır. Bir bölgeye askeri yığınak yapıldığında bu mutlaka özel yasalarla ve özel rejim kurallarınca hal edilir. Normal bir anayasa bu tip özel rejim varlıklarına onay vermez. Uluslararası anlaşmalarda da savaş hali, savaş yasaları çerçevesinde izin verilir ki bu durumda bugün mahkemelerdeki ana dilden savunma ve okullardaki ana dilden talepler de güvenceye alınır. Savaş suçları yasaları geçerli olur. Oysa bunların hiçbirinin geçerli olmadığı bu coğrafyada yürütülen bu savaşa tam da bu gerekçelerle kirli savaş denmektedir. Geçen yazdan beri bu devletin başbakanı dahil valileri, emniyet müdürleri, generalleri, gazetecileri ve sıradan sokak insanları Malatya ve İstanbul morg görevlileri gibi konuşmaktan utanmadılar. Mesela PKK içi şiddeti Kürtlere yönelik ajitasyonda kullanan bir başbakan bir basın toplantısında Bitlis’te katledilen 15 kadın militanın öldürülme olayını “milletine” müjdelerken  Ku Klux Klan  örgütünün yöneticisi edasıyla davranmaktan ne utanır ne de bunun bir suç olduğunu bilir. O, tıpkı Mississippi’deki gibi daha çok ölü siyah ve onların dostları komünistleri görmek isteyen ayrıcalıklı beyazlar gibi her hafta bir grup toplantısında sesini duyurma telaşıyla nara atar, böğürür. Her hafta tıpkı 1937’deki Ata’sı gibi kürsülerden “Türk devletinin kahredici” harekatlarının planlarını yapar, yürürlüğe sokar. Belki bölgeye FBI ajanları adalet getirmeyecek, ama Kürtler öz yönetim talepleriyle bu hesabı en insani saiklerle soracak yurttaşlık bilincine vardılar. Belki bu hesap bugün ya da yakın bir zamanda olmayacak ama er geç bu hesap büyük bir olgunlukla sorulacak…
Güney Afrika’da sadece büyük barıştan 4 yıl önce mahkemeler işkenceci beyazların suçlanmasını, yargılanması taleplerini “komünist, terörist” birilerinin yüce adaleti küçük düşürme girişimleri olarak değerlendiriyorlardı. Bu yüzden umutluyum bu “alçaklığın evrensel tarihine” giren katliamlarının hesabının verileceğine…













24 Mart 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 8

Bu bölümde konuk Merve Şebnem Oruç,  kendisini twitterden izliyorum. Fakat aşağadaki söyleşide beni şaşırtan oldukça etkili tespitleri var.  https://twitter.com/#!/mervesebnem 
 1. Politik yelpazenin neresindesiniz?

Bu soruyla sık sık karşılaştığım için, zamanında kendimi 'sosyalist', 'liberal', 'anarşist', 'feminist' hatta 'sağcı', 'solcu' gibi tanımların içerisine yerleştirmeye çok çalışmıştım. Sonuç, ait olmadığım bir yerde isteğim dışında hapsolmuşluk hissi ve öfke oldu hep. İnsanlık dışı olanlar hariç, popüler düşünce akımlarının çoğunun temelinde hemfikir olduğum öğeler var, ama iş teori konuşmayı geçip uygulamaya gelince maalesef çoğuyla ters düşüyorum. Misal, sosyalizmin eşitlik düsturu, liberalizmin özgürlük temeli "Hah tamam, işte bu." dediğim amaçlar olsa da, sosyalist uygulamaların eşitliği gerektiğinde baskıyı meşrulaştırması sebebiyle otokratlaştırması, liberal uygulamaların özgürlüğü kontrolsüz serbestlik tanıması nedeniyle fırsat eşitsizliğine yol açması sorunu var. Pratikte problem çıkaran her politika, teori bazında cazip görünse de ideal olamaz. 'İdeal', amacı herkes için iyi, yöntemi eksiksiz ve sorunsuz uygulanabilir olandır. Dolayısıyla, bence 'ideal' olarak nitelenebilecek, insan zihninin ürettiği bir politik sistem henüz yok.

2. Kürt Sorunu tam olarak sizce ne ifade ediyor?
‘Kürt Sorunu’ derken bir irkiliyorum öncelikle. Niye Kardak krizimiz vardı da Kardak sorunumuz yoktu mesela? Niye ABD’yle, Yunanistan’la, İsrail’le ‘kriz’ yaşıyoruz da ‘sorun’ yaşamıyoruz? Protokol krizi var, yargı krizi var ama Kürt krizi yok. Politik jargonda ‘kriz’in karşılıklı yaşanan, karşı tarafı muhatap alan, çözüm yolunu istişareyle aramayı uman bir iması var. Peki ‘sorun’, ‘mesele’ diye addettiğimiz konular neler? Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu… Sıkıntı veren bir konu, bir dert ifadesi, bir 'Nerden çıktı şimdi bu ya? Nasıl yapsak da sakata gelmeden, şeklimizi bozmadan hallediversek' hali var. 'Kürt Sorunu’ demek, Kürtleri sıkıntı veren, dert olan, problem çıkaran olarak görmek demek. Ama karşındaki İngilizce klavye değil ki, karakter sorununu, saç değil ki kepek sorununu çözesin.  “Bu bir tanımdır, çok da takılmamak lazım” diyenler olabilir. Bence meselenin özü esasen bu… Gandhi, “Söylediklerinize dikkat edin davranışlarınıza dönüşür, davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür, alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür.” derken bunu vurgulamaya çalışır. Bizim Kürt Sorunu diye dillendirdiğimiz şey, Kürtleri bir sorun olarak görme davranışına, alışkanlığına ve sonunda bir milli değere dönüşmüştür. Amerika kıtasına yerleşen beyazlar, zencileri ‘half-human/yarı insan’, Kızılderilileri ise ‘non-human/insan olmayan’ olarak nitelendirirdi. Sonuçta ne yaptılar? ‘Yari insan’ diye nitelediklerinden kendilerine köle yaptılar, insan olmadığını iddia ettiklerini de yok ettiler. Amerikalılar, Kızılderilileri (Aslında Türkçedeki ‘Kızıl derili’ ifadesi bile linguistik bakımdan irdelemenin ne kadar önemli olduğunu, derinin renginin ayrıştırıcılığını gösterir) nasıl görüyordu acaba? Onlarla yaşadıklarını patlayan bir ‘kriz’ olarak mı yoksa halletmeleri gereken bir ‘sorun’, ufak bir pürüz olarak mı görüyorlardı? Söylediklerimize dikkat etmemiz lazım, onlar değerlerimiz oluyor.

3. Kürtler yüzyıldır Kemalist kadro devletiyle mücadele halindeler. Kemalist kadro devletinin "çözümleri" katliam dahil çok yönlüydü. Müslüman Türkler de bu kadro devletinin ideolojik, politik, sosyal, askeri ve ekonomik tezlerine kendilerini inandırdılar. En azından Kürtleri idare etme yöntemi konusunda dinsel imajların daha çok kullanılması gerektiğini dillendirmelerine rağmen asla Türkleştirme hedefinden vaz geçmediler. Sizce politik Müslüman Türk kesiminin bu anlayışının sebepleri nelerdir?

Kemalizm sadece Kürtlere değil, belirlediği tipolojinin dışında kalan her insanla mücadele etti. Ermenilerden Kürtlere, Hristiyan’ından Müslümanına, şapka takmayanından İstanbul şivesiyle konuşmayanına herkesi belli şekillerde yola getirmeye çalıştı. Eğitimle empoze etme, sosyo-ekonomik yollarla baskı kurma, asimile etme, şiddet, işkence, idam, katliam… Her yolu denedi. Bunlar tarihin tozlu sayfalarına karışmış da sayılmaz. İkna odaları ne kadar eskidi ki? Asker lojmanlarında kapısının önünde ayakkabı çıkarılmış olanların fişlenmesi ne kadar geride kaldı? 28 Şubatçılara ne oldu? Sabih Kanadoğlu, Çevik Bir nerede? ‘Nevruz’ değil de ‘Newroz’ dediği için terörist ilan edilmiyor mu, bayramını istediği gün kutladı diye tutuklanmıyor mu bugün insanlar? Diyarbakır Cezaevini bir trajedi kabul edip ayrılaştıran bazı yeniyetme demokratlar Pozantı’da olanları, yatıp kalkıp CHP’ye Dersim’i hatırlarak “Geçti gitti” diyenler Uludere’de yaşananları güncel diye mi yeterince hüzünlü bulmuyor? Başörtülü bir kadın kamu kurumunda ne şekilde çalışabiliyor? Merve Kavakçı'dan sonra bir başörtülü milletvekili meclise girdi de biz mi duymadık? Kemalizmin ortaya çıktığı dönemin Avrupası ve hatta dünyanın içinden geçtiği zaman malum, faşizm bugünün demokrasisi gibi popülerdi. Bana o günden ziyade bugün yaşananlar daha düşündürücü geliyor. 100 yıl öncesi için ‘insanlık ayıbı’ diye nitelediklerimiz, bir dönemin dünya trendiydi. Bugünün trendi faşizm değil ama… Demokrasi popüler. O zaman bugün hala aynı şeylerin tekrar ve tekrar, biçim değiştirerek yaşanması çok daha vahim
Müslümanlar da bu vatandaş normunun dışında kalmaları nedeniyle Kemalizm mağdurlarından biriydi sonuç itibarıyla. Menderes'in asılmasından sonrasını anlatırlar, sesli besmele çekemezdik, içimizden dua mırıldanamazdık diye. Gel gör ki, Müslümanların da kalan herkes gibi zihinlerinde aynı eğitim tahtasında yontulmaktan gelen bir ilk kod var. Ve o kodu ailelerinden gelen İslam koduyla birleştirerek mutasyonlu kromozomlarına kavuşuyor, M. K. Atatürk Sünniliğinde bir sınıf atlıyor ve ‘muhafazakar’ oluyorlar. Dinini ve vatanını muhafaza etmek Türk tipi Müslümanlığın merkezine oturuyor. Oysa “Hz. Muhammed herkesin peygamberidir, tüm dünyaya İslam’ı tebliğ etmek için vazifelendirilmiştir” diyen İslam, İsrailoğulları vb. gibi dinlerin bir kavme özel olma durumu ortadan kaldırmış, tüm insanlığı birleştirmiştir. ‘Ümmet’ ırk, sınıf, dil, cinsiyet gibi ayrımlar yapmaksızın tüm dünyadaki inananlardır. Böylesi bir tabana dayanan İslam dinine mensup Müslümanların, o tabandan kopup M. K. Atatürk tipi Sünni sınıfçılığını kabullenmesi, bence o ilkokulda temelimize attıkları harçtandır.

 4. Müslüman ve muhafazakar kesim Kürtler adına hak talep eden her siyasi Kürt hareketini yakın zamana kadar "Sovyetçi-Stalinist-Moskof uşağı" olarak gördü. Has ulusalcılar da "Emperyalizm-Londra-ABD"nin Kürtleri kullandığını iddia etti. Kürtler üzerine üretiklleri ideolojik kalkan sadece bunlar oldu. AKP ile bu anlayış değişti mi?
Kimden korkuyor ya da hoşlanmıyorsan sorun olarak addettiklerinle onlar arasında bağlantı kuruyorsun. Komünizmi öcü olarak gören sağcı kesim Kürtleri Sovyetlerle, Batı’yı canavar olarak gören Türk solcusu ulusalcılar da ABD’yle ilişkilendirdi. Sovyetlerin ve/veya ABD’nin Kürtlere bazı dönemlerde destek verip vermediğini bilemem ama her ikisi de vermiştir diye tahmin ediyorum. Gerçek şu ki, ‘uluslararası ilişkilerde güvenlik’ birbirinin kuyusunu kazmaktan, bir diğerinin zayıf karnını daha da zayıflatmaktan ibaret özünde… Bugün de benzeri bir durum var; İsrail gerildiğimizde “İsrail-PKK işbirliği”, Suriye’yle gerildiğimizde “Suriye-PKK bağlantıları” çarşaf çarşaf önümüze seriliyor. Ha keza, bunlar da mesnetsiz değildir çünkü Suriye de İsrail de bizimle gerildiğinde satranç tahtasında bir pozisyon alıyor. Yeri geliyor Ermeni lobisiyle görüşüyor, yeri geliyor Kıbrıs Rum Kesimi’ne Savunma Bakanı’nı gönderip anlaşmalar yapıyor, veya PKK’ye destek sağlıyor. Bundan daha doğal bir şey yok. Biz de aynısını yapıyoruz. İsrail’e karşı Hizbullah’a, Hamas’a destek veriyoruz, Suriye'nin isyancılarına sığınma sağlıyoruz en basitinden. Uluslararası politikaların standardı bu olmuş, ve bu oyunu tersten okuyarak bozmayı kimse düşünmüyor.
    Ülke meselelerine minor empatiler kurmayı severim. Misal 'yumuşak karın' diyoruz Türkiye'nin 'Kürt Sorununa'. Karnımda bir sorun varsa,ağrıyorsa, acıyorsa, yanıyorsa, sert tedbirler alıp hayatımın diğer alanlarında bana problem olmasına davetiye çıkarmak yerine, huyuna giderim, sevmediği yemekleri yemem, acı tüketmem, baharat kullanmak, asitli içecek içmem, tedavisini bulurum, ilacını ararım, vitamin takviyesi yaparım, yani karnımla iyi geçinirim. Bunun sonucunda karnım beni, atıyorum Şampiyonlar Ligi final maçına çıkacağım gün rahatsız etmez, uğraştırmaz, sorun çıkarmaz; rakibimin karşısında zor duruma düşürmez. Benim karnım ağrıyorken sırf rakibimle maçım var, şartları eşitleyeyim diye, ne bileyim, onun yemeğine müshil koyup karnını ağrıtmak bana çok akıl dışı geliyor. Sistem başından bozuk, öyle işlemeye devam ediyor. Bilmem anlatabiliyor muyum :)

5. AKP'nin Kürt hareketlerini İsrail-Suriye hatta İran (Zerdüştülük dahil) ile ilişkilendirme çabalarının Kürtler arasına bir karşılığı var mı?
Bilmem. Şamanizmin Türkler arasında bir karşılığı var mı? :)Yok gibi gelse de aslında var. M. K. Atatürk tipi Sünnilik aslında İslamiyet’ten rahatsız olan, pek de hoşlanmayan bir düşüncenin ürünüdür. İslam, toplumun kemiklerine işlemiş olduğu için sökülüp atılamamış, bu sebeple de dejenere etmek suretiyle içeriden çürütülmeye çalışmıştır. (Aslında çoğu dinde de durum böyledir. çok Tanrılı, Tanrı statüsündeki Sezarlı dinin Hristiyanlığa etkisi Teslis ve Oğul İsa'yı makul kılmıştır Hristiyanlığı kabul edenlere mesela. Neyse, konuyu dağıtmayalım :)
   Şamanizmde olan pek çok adet Türk tipi Müslümanlıkta var: Kutsal sayılan bir yere bir şey sunmak, adak adamak (saygı duruşları, Anıtkabir’e gidip deftere yazı yazmak, mozaleye çelenk koymak), şaman davuluna, kutsal ağaçlara bez bağlama (türbelere aynısı yapılıyor, oysa İslam’da böyle bir şey yok); çeşitli maddelerden yapılan tanrı tasvirlerine tapınmak (Ben put diyorum onlara, her tarafımız büstlerle, heykellerle dolu ve onlara saygı duymaktan başka işimiz yok) gibi İslamla alakasız alışkanlıklar Türklerde farkında olmadıkları bir Şamanizm karşılığından ibaret orneklerden sadece bir kaçı. Benzerinin Kürtlerde olması da mümkün. Onlar da, dinin kökeninde olmayıp Zerdüştlükten gelen adetleri var mı sorgulama yapıp bu sorunun cevabını bulabilirler. Nitekim Kürtlerin kılıç zoruyla İslamiyeti kabul etmek zorunda kaldığını söyleyen bazı Kürt aydınları, “Müslümanlar barbardı, bu din bize yakışmadı, keşke kabul etmeseydik” diyen laikçi Türklerden bu manada çok da farklı değil. Yakın zamanda yaşanmış bir olaydan değil, yüzyıllar geçirmiş, zorla enjekte edildiyse bile toplumun DNA’sına karışmış bir durumdan söz ediyoruz. Ayrıştırabilen ayrıştırsın.
6. Türk diyanetinin devletçi-Türkçü tezlerine karşı geliştirilen itaatisiz-sivil Kürt cumalarına bakışınız nedir? Bunu aynı zamanda İslam içi bir tartışma olarak görebilir miyiz?
İslamiyete göre, Cuma namazının farz olması için bazı şartlar var. Cumayı kıldıracak olan imamın sultan veya onun görevlendireceği biri olması gibi. Buradaki ‘sultan’ iki şekilde yorumlanıyor. Birincisi devletin başındaki kişi… İkincisi o bölgedeki en yetkili kişi… Her ikisi de doğru kabul edelim (Ben zaten ediyorum da burada şahsi kanaatimden öte bir durumu anlatmak için önerme getiriyormuş gibi yapıyorum :) burada dile getirilmeyen ama olmazsa olmaz olan ana argüman şu: Sultanın Müslüman, ülkenin de İslam usulünde yönetilen bir ülke olması durumu. Buna göre, birincisi, Türkiye laik bir ülke olduğu için Cuma namazı farzdır diyemeyiz. Yani, devletin başındaki kişi artık müslümansa bile ülkenin yönetiliş biçimi İslam değildir. çünkü Cuma namazı İslami egemenliğin simgesidir. Fakat laik sistem, İslam’ın egemen olduğu bir yönetim biçimini yasaklar. Bu sebeple Cuma namazı Türkiye’de farz değildir denilebilir ama kılınmamalı denilemez. İkincisi, bu durumda, sivil Kürt Cumaları devlet otoritesini kabul etmemiş olduğu için, o bölgedeki en yetkili kişi veya onun yetkilendirdiği biri tarafından kıldırılmış olmalıdır. Bu gereklilik sağlandı mı, o dönemde bunu sorgulamaya çalışmıştım, ama yürütmeye çalıştığım tartışmayı pek anlayan çıkmamıştı. Şöyle ki, Türk devletinin otoritesini kabul etmeyen Kürtler arasında (Kürdistan’da diyelim), en yetkili kişi kimdir? Öcalan? Karayılan? Demirtaş? Cevabı Öcalan’dır diyelim, Öcalan İmralı’da olduğu için namazı kıldıramaz, peki kimin kıldıracağı konusunda o bir isim yetkilendirmiş midir? Dahası Öcalan Müslüman mıdır? Peki Kürdistan’ın dini İslam mıdır? Bu sorular sorulmadı, cevapları da alınmadı (en azından benim bildiğim kadarıyla). O zaman sivil-Kürt cumalarını İslam içi bir tartışma olarak göremeyiz. Oturma eylemi yapmak, grev yapmak gibi bir sivil itaatsizlik olarak değerlendirebiliriz.

    Yeri gelmişken, hemen şunu söyleyeyim, Türkiye’de YÖK’ten daha önce kapatılması gereken bir kurum varsa o da Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bize “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” diye ezberletilen laiklik temalı devlet, din işlerini kuruluşundan bu yana tekeline almış durumdadır. Lisede bu soruyu sorduğumda cevap veremeyen kaç hocam vardı sayısını hatırlayamıyorum. Laik bir ülkede dini yöneten kurumun devlete bağlı olması laiklik açısından fiyaskodur. Laik olduğunu iddia eden bir devletin sunduğu diyanetse Müslümanlar için açısından fiyaskodur.

7. Dindarların radikal ve insani taleplerine karşın daima devleti ve milletin birliğini korumakla Müslüman birey açısından ülkeyi yaşanmaz kılan Kemalizmin tasfiye olduğuna inanıyor musunuz? Olmadıysa gerekçeleriniz nelerdir?
Hayır, daha önceki sorularda da altını çizdiğim gibi Kemalizm hafızamıza kazıdıkları ilk bilgi. Cumhuriyet, demokrasi bilmezken, haliyle Kemalizm’i bile tanımlayamazken ezberlediğimiz ve sabah akşam okutulduğumuz Andımız, Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı, her ne kadar içinizden “Düriye’min güğümleri kalaylı aah kalaylı” diye şarkı söyleseniz bile (şahsen ben öyle yapıyordum), zihniye kazınıyor, yıllar sonra kendimizi Kemalist buluyoruz. Ama az ama çok, bir virüs gibi kanımızda var, kimimiz bağışıklık kazanmışız, kimimiz etkisi altındayız ama o hepimizde var. Dolayısıyla Kemalizm, Kemalizm karşıtı devletçi-milletçi kişilerde ontolojik olarak yaşamaya devam ediyor. Tayyip Erdoğan bunun farkında anladığım kadarıyla. Bunu Necip Fazıl’ın Hitabesini dile getirmesinden çıkarıyorum. Böyle bir şey oldu diyelim, yani Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi yerine Kısakürek’inki ezberletilmeye başlandı; birincisi bu yerleştirme kaç kuşak sürer, kaç yıl sürer? 2023’e tastamam unutur muyuz Atatürk’ün Hitabesi’ni? Bana kalırsa Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ilkokulda ezberleyen son Türkiyeli ölene kadar kemalizmin tasfiyesi bitmez. Daha da önemlisi, birilerinin hitabesini ezberlemek bu ülkenin kaderi mi? Başka bir yol yok mu? Hitabesizlik gibi…

8. Bu sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesini isteyen birçok Müslüman yazar-entelektüel var. Fakat istedikleri barış sanırım PKK'nin koşulsuz silah bırakmasıdır. Bunu gerçekçi görüyor musunuz?
Hayır. Habur’un sonuçları bu hayali gerçekçi kılmıyor. Sözünden dönen Kürtler değil Türklerdi. PKK’nin bunca söz verip geri adım atmanın ardından silah bırakacağını zannetmiyorum. Velev ki bıraktı hemen ardından barışın geleceğini de sanmıyorum. Muhtemelen silah bırakmak toplumda gücünü kaybetmek olarak algılanacak, devamında zafer psikolojisiyle, özür dilesinler denecek, hatta cezalarını çeksinler istenecek ve yaşadıklarımız bir daha tekrarlanacak. Hamas'ın İsrail'e karşı çözüme silah bırakarak ulaşabileceğine nasıl inanmıyorsam PKK'nin de ulaşabileceğini sanmıyorum. Silahtan çözüm umulduğunu sanmıyorum ama silah bırakma da getirmeyecek. Değişim (iyi yönde) yukarıdan geldiğinde aşağısı izler, değerlendirir, buna destek olur. Değişim yukarıdan gelmeyince aşağısı isyan eder, direnir, kendi yöntemleriyle (silahlı/silahsız..) baskı oluşturur. Değişmek ya da değişmemenin neticesinde çıkacak isyan arasında seçim yapacak inisiyatif yukarısıdır. Bunu aşağıdan bekleyemezsiniz. Yukarıdakilerin oraya gönderilme sebepleri budur. Yukarının, aşağıdan değişim veya kendi isyanını kabul etmesini beklediği düzen otoriterdir. Yani Bu hastalığın tedavisi hükümettedir. Şahsen ben “Yetmez ama evet” derken devletten bir şeyler beklediğim için, daha çok şeyler istediğim için “evet” demiştim, o "evet"i PKK’ye dememiştim. Benim de muhatabım hükümettir. Gelmeyen 'yetmez'imi soracağım merci vermeyenin ta kendisidir.

9. Öyle sanıyorum ki uniter-ulus devlet Müslüman Türklerin de vazgeçilmezi. Kürt sorunu da sanırım tekçi devleti koruma hedefi olanların iyi niyetleri olsa bile çözülmeyecek. Çünkü çok güçlü anayasal engeller var. Sizin bu konuda perspektif olacak fikirleriniz var mı?
Aslında uniter-ulus devletçi sistemin Türkler açısından geçmişi öyle pek uzun da sayılmaz, hatta 100 yaşına bile gelmemiş diyebiliriz.Osmanlı, yüzyıllar boyu, temel devlet yapısı olarak eyalet sistemini kullanmış. Eyalet sistemi ve eyaletler, ABD, Almanya, Avusturya gibi pek çok ülkede hala var ve federe devlet anlayışının temelini oluşturuyor. Bavyera Eyaleti gibi, Oklahoma, Nebraska gibi, ya da Osmanlı’daki Bosna Eyaleti, Saruhan Eyaleti gibi.. Çoğu federatif devlet yapısında da eyaletlerin kendi özerk yönetimleri var, hatta kendi bayrakları (sancakları), kendi başbakanları (beylerbeyleri/derebeyleri), kendi yasaları var. Zaten Osmanlı’nin çöküşünü hızlandıran da Tanzimat sonrası Eyalet sisteminden Viyalet sistemine geçişle olmuş. Merkezci yönetimlerin sonu yıkım olmuş, şu anda da ulus-devletlerin sonu pek hayırlı gözükmüyor, tarihten ders çıkarmakta ve vilayetten eyalete dönmekte fayda var.

10. BDP ve Blok bileşenlerinin politik pozisiyonunu nasıl buluyorsunuz? Kürt Kemalizmi suçlamalarını inandırıcı buluyor musunuz? Mesela çok iyi bildiğim Kürt hareketleri tarihlerinden Kürt Kemalizmine en çok uyan hareket Burkay'ın temsil ettiği ideolojik politik yapıdır. Bir grup öncünün üstten alta medeniyet-çağdaşlık örgütlemesini esas alır.
BDP ve Blok hareketinin temeli sosyalizme dayanıyor, önde gelen isimlerin kendilerini sosyalist olarak tanımlaması, KCK anayasasının komünizme geçişi tarif etmesi bunu gösteriyor  ve bu duruş ilk soruya verdiğim cevapla bağlı olarak, bana mevcut dünya düzeninde gerçekçi gelmiyor. Tüm Kürtlerin bir şekilde anlaştığını ve KCK’nin özerk bir devlet kurarak komünizmi inşa etmeye başladığını tahayyül ediyorum; özerkliğin tadını aldıktan sonra, başarının tadını çıkardıktan sonra liberalizmin merkezi diye tasavvur edilecek İstanbul’a cazibesi nedeniyle kaçacak çok sayıda Kürt olacaktır. Sosyalizmin fırsat eşitliğinden ziyade dayatma yoluyla getirdiği zoraki eşitlikçilik, toplumsal ekonomik refaha uzanan yol gibi görünen ama bireysel ekonomik sefalete dönüşen yaptırımlar, bir Demirperde Kürdistan’ı var eder. Kurguya devam edersek, savaştan çıkmış bir PKK’nin Kürdistan topraklarının güvenlik güçlerini oluşturması polis devleti olmakla itham ettiğimiz Türkiye’den daha totaliter, daha baskıcı güvenlik yapılanmasına yol açar. “Çok hayalperestsin, o kadar uzaklara gitme” diyebilirsiniz ama sunulanlar bunlar olunca sadece ben değil pek çok insan bunu düşünüyordur. Hatta BDP ve Blok’u destekleyen Kürtlerin çoğu de bunu düşünmeden edemiyordur ama mevcut durumda “Kürtlerin eli güçlensin, bu tartışmalar için daha vakit var” diyerek üzerinde durmuyordur.

    Son seçimlerde Altan Tan, Şerafettin Elçi gibi isimlerin katılımında bu aşırı sosyalist algıyı biraz gevşetmeye gidildiğini düşünüyorum ve sonuca yansımasına bakacak olursak haksız sayılmam. Ilımlı sosyalizm :) BDP’yi daha reel daha ayakları yere basar daha hazır kılacaktır.

    Kürt Kemalizmi tanımlamasını suçlama olarak görmüyorum ama eksik yapılıyor. Atatürk parçalanan bir ülkenin askeri olarak silah arkadaşlarıyla bir savaş kazanmış (bu arada sanırsın Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk ve yanındaki 3-5 kişi yaptı, millet yaydı kıçını yatti). Kazandıktan sonra ön plana çıkmış, ki Atatürk'ün ‘Kurtarıcı’ ‘Ulu önder’ ön adlarını almadan önce, o dönemde çok ciddi politik oyunlar, entrikalar yaşandığını, bize okutulmayan kitaplarda görmek mümkün. Yani bize anlatılmayan bir 'taht savaşları' zamanı var. Öcalan’ın ve PKK’nin kuruluş zamanlarına bakarsak onun da ulu önderlik pozisyonuna erişmeden önce Atatürk’le paralel bir süreçten geçtiği muhtemel.
   Burkay’ın hareketi ayakta kalsaydı ve Öcalan’ın hareketi kalmasaydı, Burkay üzerinden Kürt Kemalizmini şu anda konuşuyor olabilirdik belki, bilmiyorum ama Kemalizm ayakta kalmış bir liderin ideolojisi yenilmiş olanın değil. bu nedenle Burkay'ın yaşına ve yaşamına hürmet dışında Kürtler arasında bir karşılığı olduğunu sanmıyorum, olanı da Elçi ile girdiği tartışmada yerle bir etmiştir bence.
Öcalan üzerinden Kürt Kemalizmini konuşmaya devam edersek, bir gün hapisten çıkar, onu Önderlik kabul eden halkını yönetir, eleştirilir, eleştirilince katliam yapar, isyanları kanlı yöntemlerle bastırır, ilke ve inkılaplar belirler, 6-7 ok çizer, kahraman Kürt ırkının milli mücadelesini coşkulu marşlarla, fantastik tarih kitaplarıyla falan süsler ve Apoizm diye Komünizmden bozma bir düşünce sistemini var ederse Kürt Kemalizmi tanımlaması vücut bulmuş olur. Kemalizmin ‘tek tip vatandaş’ının bir benzerini komünizme giden KCK'nin buyurduğu sosyal yapı zaten var edecektir.
11. Temel çözüm öneriniz var mı?
Haddim olmayarak bayağı bir çözüm önerisi getirdiğimi düşünüyorum. Yeter bence :) Ama bir sloganla temel çözümü söyleyebilirim: “Her şeyin çözümü empati.” “Ben olsaydım nasıl hissederdim, nasıl davranırdım” diye kendini başkasının yerine koymak çoğu problemi çözüyor. En azından ben kendi devrimlerimi bu yöntemle yaptım, uzlaşmak istediklerimle bu şekilde uzlaştım, değıştirmek devirmek istediklerimi böyle devirdim :) Ulusalcı bir sülaleden, Trakya gibi CHPli topraklardan, faşist eğitim sisteminden, Kürt düşmanlığı geleneğinden bu sayede sıyrıldım.

19 Mart 2012

Kürt Sorunu Üzerine Söyleşiler

Aşağıdaki sorular Taraf gazetesi yazarlarından Yıldıray Oğur'a sorulmuş, 3.günün sonu olmasına rağmen bir cevap alınmamıştır. Kendisine daha sonra mail atmama rağmen negatif ya da pozitif bir cevap alamadım. Kendisinin cevap hakkı saklıdır, özeldir, dokunulmazdır. 
1. Politik yelpazenin neresindesiniz? 
2. Bol bol Kürt sorunu üzerine yazıyorsunuz. Sonradan yazdıklarınızı okuduğunuzda, "Ah, bunu böyle yazmalıydım." dediğiniz oldu mu? Mesela Pınar Selek ve Cafer Erçakmak üzerine yazdıklarınızı tekrardan gözden geçirme imkanı buldunuz mu? Niyetinizden ziyade bu yazıların politik algısıyla ilgili bu soru. 
3. Geçen yaz birçok yazınızda ana fikir olarak, "Türk sosyalistler, PKK'yi politik olarak desteklemezse, BDP, PKK'ye sert eleştirileri yapabilse PKK, silahlı mücadeleden vaz geçer." tezini işlediniz. Bunları inanarak mı yazıyorsunuz? Aynı mantıkla yapılan "Taraf yazmasa her şey güllük gülistanlık." gibisinden yapılmış tonlarca ulusalcı önerme var. Tepkileriniz genelde bu tip önermelere çok sert. 
4. PKK'nin kendi tarihinde kanlı bir süreç var. Hem içiyle ilgili hem de dışıyla ilgili... Sizin bildiklerinizin daha fazlasını sayabilirim. Lakin PKK ile devlet kıyaslarınızın haklılığına hala inanıyor musunuz? Mesela PKK'deki mekanizma; kitle ilişkilerini sekteye, tahribata yol açan her iç ve dış ölüm/öldürme aynı şiddet oranında cezalandırmak şeklinde işliyor. Bu, PKK'nin geçmişteki savaş hukuku. Devlet hukuku açısından böyle bir cezalandırma yok. Tüm kurumsal hukukuna rağmen. 
5. PKK ister kabul edin ister reddedin, Ortadoğu'da bir şekilde kendisini ideolojik-politik haklılığa inandırmış bir aktör. En azından kendi dışındakiler hesap-plan geliştirirken PKK'yi ciddiye almaları gerekir. Bu durumda PKK,  Suriye-BAAS rejimine sizin iddia ettiğiniz gibi ideolojik-politik yakınlık mı duyuyor yoksa Kürtlerin bu süreçten nasıl kazançlı çıkabileceğini mi hesaplıyor? 
6. Sık sık PKK'nin silah bırakması gerektiğini dillendiriyorsunuz. Bu çağrının iyi niyetli olduğunu biliyorum, ama ETA'nın 1978 İspanya anayasasına rağmen silahlı mücadele yürüttüğünü sanırım biliyorsunuz. Mesela İspanya anayasası gibi bir temel yasa talep etmektense Kürt hareketine bu çağrıyı yapmak fazlaca ulusalcı bir yaklaşım değil mi? Yine İRA ile varılan protokoller de ortada... 
7. Siz de Kürt bölgelerinde BDP'nin AKP ile yarıştığını mı düşünüyorsunuz seçimlerde? Herhangi bir seçim bölgesini ele aldığınızda BDP'nin devlet ve diğer partilerin oralardaki varlığıyla yarıştığını fark ediyor musunuz?(Memur, korucu, güvenlikçiler, Arap ve Türk nüfus) 
9. Bir yazınızda 1992 yılındaki PKK'nin ayaklanma stratejisinin yenildiğini yazmıştınız. Oysa bugün kazanılan onlarca belediye, 36 vekil binlerce kadın, eğitim, yardım örgütü 1992'deki o stratejinin sonuçları. Öcalan, tüm kazanımların canlı, dinamik döneme uygun propaganda ile belirlendiğini ama uzun vadeli sonuçları olacağı konusunda örgütü ikna etmiş bir lider.
8. Anayasal süreçlerin Kürt sorununun çözümü konusunda basamak olacağını düşünüyor musunuz? Varsa yetersizlikleri nelerdir?
9. Bu sorun konusunda temel çözüm öneriniz nedir?

Bu söyleşi  http://cengizchefikir.blogspot.com/ bu blog için sürdürülen sosyal medyada Kürt Sorunu ve Siyasetin İşlevleri konulu söyleşilerin devamı niteliğindedir. Katılırsanız sevinirim. Her yelpazeden birileriyle gerçekleştiriliyor. 

17 Mart 2012

Kürt Sorunu Üzerine Söyleşiler 7

Bugünkü sosyal medya konuğumuz https://twitter.com/#!/kuntakinteden 

Kendinizi politik olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
 Devrimci Marxistim.
Kürt sorunu hem bir ulusal sorun, hem sınıf sorunu hem de mevcut durumda demokrasi sorunudur. Bu görüşe katılıyor musunuz? Bu durumda bu sorunun giderek büyümesini neye bağlıyorsunuz?
Öncelikle "Kürt sorunu" ifadesini kullanmıyorum, sorun Kürtler değil/Kürtler sorun değil çünkü, hatırlamakta fayda var. Devletin "sorunu" bu. Sorun mevcut tekci devlet yapısı. Kürtlerin kimliklerinden dolayı yaşadıkları sorunlar diye soruyorsun diye anlıyorum, evet katılıyorum çok boyutlu, vecheli sorunlar
Türkiye'de solun Kürt sorunundaki temel açmazları nedir? 
Türk solunun tamamı değil neyse ki ama ulusalcı/aydinlanmacı kesimlerinin kafası karışık, bunu kriz anlarında (özerklik ilanı/ seçim ittifakları) açıkça görebiliyoruz.
AKP'nin iktidara gelişiyle sol da hem Kürt sorunu konusunda hem de diğer kronik sorunlarda yeni fikirler, teoriler, pratikler geliştirmesi gerektiği konusunda çaba gösteriyor mu? Ya da buna ihtiyaç var mı?
Bu konuda öncü olması gereken sol değil Kürtlerin kendisi, bize düşen koşulsuz ama eleştirel destek vermek. AKP reformlar konusunda zorlanmalıydı açılım sonrasında ("Yetmez ama evet!") ama Türk solu gerici bir tutum alarak geleneksel laik elitin ideolojik ekseninde hareket eder hale geldi giderek. Oradan bir şey çıkacağını sanmıyorum, iş yine Kürtlere düşüyor. 
 BDP ve onu var eden Kürt siyaseti geleneğinin mücadelesi Türkiye'deki statükoyu çözdüğüne inanıyorum. Bu statükocu, ulusalcı güçlerin yenilmesinin bir nedeni de uzun süredir süren bu savaşta artık gizli saklı kalmayan kirli savaş yöntemlerinin deşifrasyonu oldu. Fakat yeni bir kirli mekanizma üretiliyor. Bu görüşüme katılıyor musunuz? Sizin bakış açınız nedir?
Bana daha çok eski yöntemlere bir dönüş var gibi geliyor daha çok, Açılımdan geri adım atıldıktan sonra daha da geriye gidileceği belliydi. Sonuçta AKP geçici, devletin Kürt politikası ise geleneksellesmis adeta, bunu sökmek için adım atabilecek kadar cesur bir hükumet gerekli ama böyle bir şey görünmüyor ufukta pek. AKP, Avrupa Birliği perspektifini de yitirdikce giderek bir baska devlet partisine dönüşüyor gibi görünüyor.

Sizi vatanseverci soldan ayıran temel farklarınız nedir? Bu farklar arasında Kürt sorununa bakış açısı var mı?
"işçilerin vatanı yoktur!" bizi ayıran bu. Etnik temele dayanmasa da "vatan" demek baskın bir ulusal kültür/dil/sınırlar demek, buradan Kürtlere de başka halklara da özgürlük çıkmaz.
BDP ve blok bileşenlerine yönelik eleştirileriniz var mı, varsa nelerdir?
Eleştiri değil ama yoldaşça bir hatırlatmam olur: AKP karşıtlığı yaparken reaksiyoner saflara düşmemeye dikkat etmek gerek, devletin asıl partileri olan CHP/MHP göz ardı edilmemeli.
Sosyal medyanın, özellikle twitterin kullanılma biçiminden memnun musunuz? Kürtler açısından eskiden gizlenebilen saldırıların artık rahatlıkla deşifre ediliyor olması özelliği var, Türklerin sağı solu nasıl bakıyor bu yeni medyaya?
Twitter önemli bir alan, çok işlevsel bir çok şeyi duyurmakta. Bazen sadece propaganda amaçlı kullanılması şahsen beni soğutuyor. Aynı seyleri defalarca yazanlar vs. Bir de ulusolcuların basmakalip düşünceleri ve "kankicilikleri" bazen tiksindiriyor. Türkiye'yi açıklamakta " sağ/sol" açıklayici bir ayrım değil bence, "ulusalcı/özgürlükçü" ayrımı daha belirleyici şimdi.
Kürt sorununun çözümüne dair anayasal süreçlerin değişmesinden umudunuz var mı? Bu konuda referans gösterebileceğiniz bir anayasa var mı?
Umut fakirin ekmegi! Anayasa konusunda sinikligi reddetmek lazım, herkes fikrini açıkça söylemeli; özerklik talebi vs. Konularda, bunların sadece seslendirilebilmesi bile olumlu çünkü. "Aklın kötümserligi, iradenin iyimserliği"
Sizden sorunun çözümü konusunda temel bir öneri alınsa bu ne olurdu?
Bunu Kürtler cevaplamalı, çünkü sorunu yaşayan onlar öncelikle, bize onların kararına saygı duymak ve barışı desteklemek düşüyor.

14 Mart 2012

Kürt Sorunu Üstüne Politik Söyleşiler 6

Bugünkü konuğumuz bir avukat https://twitter.com/#!/avmuratcicek açık sözlü, demokrat bir Müslüman
1.Kendinizi politik fikirler açısından nasıl tanımlarsanız?

Açıkçası kendimi politik fikirler içerisinde tanımlamayı pek sevmiyorum. Bu durum özgürlüğüme olan aşırı duyarlılığımdan kaynaklanıyor. Serbest düşünceyi ve bu düşünceler neticesinde kendimce yaptığım saçma sapan çıkarımları dahi mevcut kalıplaşmış politik fikirlerden daha çok benimsiyorum. Ben necisin sorusundan çok sen nesin? Sorusunu daha çok seviyorum. İnsanım, Müslümanım, babayım, oğulum, avukatım gibi cevaplar bana daha cazip geliyor. Yine de bu cevaplarımdan pek hazzetmeyeceğinizi iyi bildiğim için günümüz ideolojileri hakkında zorlama yoluyla da olsa bir görüş bildireyim.  Sosyal bir devlet olgusu ile kayıtlanmış siyasal liberalizmin şuan için günümüz dünyasında bir ihtiyaç ürünü olarak gördüğümü ifade edebilirim. Siyasal liberalizmin birey-topluluk hakları ikilemindeki bireye aşırı atıfta bulunan zaaflarını bir kenara koyuyorum. O konuda itirazlarım var. Bir de muhafazakârlık konusunda itirazlarım var. Bana göre muhafazakârlık teorik olarak Türkiye’de yanlış algılanıyor ve yanlış anlamda kullanılıyor. Muhafazakârlık salt bir kelime anlamı değildir. Öyle gericilik veya değişime karşı direnme anlamında da değildir. Muhafazakârlık, 18. yy Fransa’sında doğmuş ve ayağı yere basan basbayağı bir ideolojidir. Öyle söylendiği gibi değişime karşı direnen bir ideoloji değildir. Hiçbir güç değişime karşı direnemez. Muhafazakârlık da değişimcidir ancak bir şartla. Tedrici değişimi savunur ve bu değişimin din, aile ve ahlak gibi toplumda yerleşik kurumları çiğnemeden veya incitmeden yapılmasını savunur. Ayrıca bu tanıma sahip bir muhafazakâr hareket asla insan hakları ile çatışmaz. Ak Parti dâhil bu manada bir muhafazakâr bir siyasal hareket Türkiye demokrasi tarihinde olmamıştır.

2. Geçmişte Kürt isyanlarında dindar Kürtler isyanların öznesi de oldular. 1925'ten sonraki hareketlerde ise dindarlar genelde Cumhuriyet'in sağcı-muhafazakâr Türklerin yedeği oldular. Bunu neye bağlıyorsunuz ya da bu tespit gerçekçi mi?
O bahsettiğiniz Kürtler dindar olmakla birlikte aynı zamanda feodal yapılara sahip Kürtlerdi. Dersim İsyanı sonrası Alevi Kürtlerin çoğunluğu hangi sendromla CHP ve çizgisinde siyaset yaptıysa bu dindar Kürtlerin de çoğunluğunun evlatları aynı sendromla Türk sağının milliyetçi düzenine uydular ve düzen siyaseti yürüttüler. Feodal yapılardan bağımsız dindar Kürtler ise hiçbir zaman mevcut sistemle barışık olmadılar ve hep muhalefet ettiler.
3. Dindar-muhafazakar Kürtlerin 49'lar olayına yönelik Demokrat parti baskısını kınadıklarına, onu tarihsel bir dert edindiklerine dair herhangi bir bilgiye ulaşamadım. Bu konuda sizin bildikleriniz neler? Eğer yoksa bir tavır, özeleştiriye muhtaç mı?
49’lar içerisinde bizzat kendini muhafazakâr ve dindar Kürtler olarak tanımlayanlar da vardı. Ancak davada yargılanan o Kürtler serbest bırakıldıktan sonra demin işaret ettiğim gerekçelerden ötürü yine milliyetçi sağ çizgide siyaset yaptılar. Bu konuda Musa Anter’in Hatıralarında ve Altan Tan’ın Kürt Sorunu kitabında epey anekdot var. Demokrat Parti dönemine dokunmama hastalığı sadece o Kürtlerin değil bütün Türkiye sağının hastalığıdır. Oysa tarihe baktığımızda Demokrat parti dönemi de hastalıklarla doludur. Ayrıca Ezanın Türkçe okunması ve benzeri CHP saçmalıklarını düzeltmesi dışında ben CHP ve Demokrat Parti dönemi arasında pek fark görmüyorum. Bugün Ak Parti dahil sağ yelpazede yer alan tüm partiler Demokrat Parti mirasını sahiplenmektedir. Bakın mesela Adnan Menderes tam 13 yıl CHP milletvekilliği yapmıştır. Bunun siyasal ve sosyolojik bir karşılığı var. Yani Demokrat Parti ve devamı niteliğindeki partilerin tümü aslında köken olarak CHP ile birlikte mevcut sistemi ve devlet ideolojisini birlikte inşa ettiler. Bu sistemin kavramlarını da birlikte inşa ettiler. Mesela Milli görüş ve devamındaki Ak Parti daima bu kavramları sahiplenmiştir. Millet/Milliyetçilik gibi tekçi ve dayatmacı kavramlar konusunda hiçbir zaman ihtilaf yaşamadılar. Tek ihtilaf laikliğe bakış açısındadır.

4. Kürt hareketleri 70'lerden sonra genelde laik saiklerle mücadele anlayışlarını sürdürdüler. Neden dinsel esasları da barındıran bir Kürt hareketi olmadı. (Hizbullahı bu kapsam dışında tutuyorum, operasyonel anti-Kürt bir hareket olduğunu düşünüyorum, farklı düşünüyorsanız belirtir misiniz?) 

Kürtlerin bir kısmının o yönelimlerinin sebebi o gününün dünyasında sol hareketlerin getirdiği bir heyecan ve gençlik üzerindeki etkisiydi. Ancak o hareketlerin hiçbirisi fraksiyon olmaktan öteye geçemedi ve halk hareketi olamadan silindiler. PKK’nin büyümesini sağlayan faktörler ise kesinlikle ideolojisinden ve seküler yapısından kaynaklanmadı. Sistem Kürtler üzerindeki baskısını arttırdıkça Kürtler ideolojiye bakmaksızın safları sıklaştırdı. PKK’nin öncülerinin laik bakış açısına sahip olmaları bu gerçeği değiştirmez. PKK’nin büyümesinin sebebi ideolojisi değildir. Dindar Kürtlerin bu dönemlerde sayıca çok daha fazla olmalarına rağmen içine kapanmalarının sebepleri gerçekten de izaha muhtaç bir durum. Ben bu durumu daha çok dönemin sol rüzgârına ve sekülerleşmeye karşı bir tür korunma güdüsüyle hareket edilmesine bağlıyorum. Ayrıca basit bir araştırma yapılırsa dahi bugün PKK’nin yönetici ve kadrolu kesimlerinin dışındaki halk tabanının daha çok dindarlardan oluştuğunun açıkça ortaya çıkacağını düşünüyorum. 
5. Bugün ana gövdesi BDP olmak üzere irili ufaklı birçok Kürt grubu bir çatı altında blok oluşturdu. Üstelik sosyalist Türkler ve Kürtlerin de desteği var. Bunu olumlu buluyor musunuz?
Çatı oluşumu dar bir ideolojik oluşum olduğu için benim için pek bir anlam ifade etmiyor. Bana göre bu oluşum yine dar bir alanda hapsolduğu için başarısız olacaktır. BDP eğer gerçekten halk hareketini temsil ettiğini iddia ediyorsa siyasal omurgasını ideolojik bir oluşuma oturtamaz. Eğer gerçekten halk hareketi olduğunuzu iddia ediyorsanız ideolojik bir kadro partisi olmaktan çok kitle partisi olmak yolunda adım atmak zorundasınız.  Günümüz siyasetinin gerçeği budur.
6. Mevcut iktidarın kimi ekonomik-siyasi-basın gruplarına yakın duran dindar Kürtlerin Kürt sorununun çözümüne dair projeleri var mı? 
Bahsini ettiğiniz bu Kürtler homojen değil. Dolayısıyla ortak bir projelerinin olması da söz konusu değildir. Ancak hepsinin seslerini gür çıkarmasalar da Kürt Sorunu konusunda eskilere nazaran daha bilinçli bir noktada durduklarını
gözlemleyebiliyorum. Bu bilinç belli bir aktivizme evrilmediği sürece hiçbir anlam ifade etmiyor o ayrı mesele.
7. Kürt sorununun anayasal süreçlerle çözüleceğine inanıyor musunuz?
Anayasal süreç başlı başına Kürt Sorununu çözmez. Öncelikle zihniyet devrimi şarttır. Yakın zaman önce bu konuda yaptığım bir röportajda yeni bir anayasanın Kürt Sorununun çözümüne olabilecek katkılarını değerlendirmiştim. Öncelikle eşit ve özgür vatandaş kuramını içselleştirmiş bir vatandaşlık tanımı şart. Buna kabaca anayasal vatandaşlık diyoruz. Elbette böyle formüle edilmiş bir madde başlı başına sorun çözmez. Anayasal vatandaşlığı düzenleyecek böylesi bir maddenin zihni ve yasal bir alt yapıyı birlikte getirmesi gerekiyor. Yani siz “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan herkes, Türkiye Cumhuriyetinin eşit ve saygın bireyleridir.” dediğinizde bütün mevzuatınızı buna uygun hale getirmek zorunda olursunuz. Çünkü bütün yasalar, tüzükler ve yönetmelikler Anayasaya uygun olmak zorundadır. Yine yasa uygulayıcıları Anayasa ile bağlıdırlar. Örneğin böylesi bir düzenlemede mahkemeleriniz “Türk Milleti adına” değil “Türkiye Halkı” adına karar vermelidir. Türk Tarih Kurumu, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk Kızılayı, Türk Hava Yolları isimlerindeki Türk ifadesi yerine Türkiye koymak zorundasınız. Bunun gibi eşitliği bozan ve teklik dayatan bütün yasal hükümler, kurum adları ve uygulamalara son vermek zorundasınız. Yine gerçek bir anayasal vatandaşlığın tesis edilmesi durumunda “Türküm, Doğruyum” diye ant okutamazsınız. Varlığınızı Türk varlığına armağan etmek zorunda kalmazsınız. Anadilde eğitim hakkınız kısıtlanamaz. Yerleşim birimlerinizin ismi iade edilir. Bütün bu sorunların karşılığını bulduğu mevzuatı yeniden düzenlemelisiniz. Bunun gibi pek çok hastalığın çözümü dediğim gibi zihni ve yasal bir devrimle getirilecek olan anayasal vatandaşlık tanımında gizlidir. Bu sebeple anayasal vatandaşlık Hem Kürt Sorununun çözümü hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından çok önemlidir.
8. Hala devam eden KCK operasyonları bölgede BDP'nin gücünü kırmış mıdır? Bu operasyonların BDP’ ye yönelik olduğu düşünceniz var mıdır?
Bu operasyonlar organik anlamda BDP’nin gücünü muhakkak kırmıştır ancak halk desteği anlamında kesinlikle gücünü arttırmıştır. KCK operasyonları yakıcı etkisi ve zulüm boyutuyla BDP tabanından olmayan Kürtleri de etkiledi ve öfkelendirdi. Bunu en yakın olan 2014 Belediye seçimlerinde net olarak gözlemleyeceğimizi tahmin ediyorum. KCK operasyonları az evvel verdiğim örnekte olduğu gibi Kürtler arasındaki safları sıklaştırdı. Bu yönüyle BDP bana göre oy ve kitlesellik anlamında güçlenmiştir.
9. Dünyanın birçok yerinde kimi kiliseler ve rahipler bu tip iç savaşlarda devlet karşıtı aktif  "ezilenden-yoksuldan" yana taraf oldu. (El salvador, Brezilya, Paraguay, Urugay, İrlanda) Türkiye'de caminin ve imamların neden böyle misyonu yok sizce? Mesela Gülen cemaati direkt iktidara oynuyor, o yetmiyor savaşın aktif tarafı olma niyetinde. 
Bu konuda bence haksızlık yapmayalım. Zulme karşı durduğu için cezaevine giren, öldürülen birçok din âlimi var. Sistem, zulme başkaldıran dindar bir Kürt’ten sıradan bir Kürde göre daha çok nefret ediyor. AslenBatman’ın Kozluk ilçesinden olan Mele Abdullahê Timoki’nin yaşam öyküsünü incelemenizi öneririm. Yine geçtiğimiz yıllarda Suriye’de katledilen ve aslen Bitlis Norşin kökenli olan Şeyh Maşuk el Xaznevi’nin yaşam öyküsü ve mücadelesini incelemenizi öneririm. Onlar gibi isimlerini bilmediğimiz ve burada sayamadığımız yüzlerce din âlimi var.
10. Bu sorunun çözümüne dair temel bir öneriniz olsa bu ne olurdu? Demokratik Özerkliği destekliyor musunuz?
Sorunun çözümü açısından konuşulacak o kadar şey var ki? Yine de beni en çok rahatsız eden tarafından yani çözüme olan yaklaşım tarzından bahsetmek isterim. Kürt Sorunu en kaba tanımıyla eşitsizlik sorunudur diyebiliriz. Bu eşitsiz yaklaşım önce inkâr ve asimilasyonla belirdi. Sistem bunu başaramayıp Kürtlerin direncini kıramayınca Kürtleri inkardan vazgeçti ancak yeni bir bakış açısı geliştirdi. Tamam, Kürtler var dediler, bu ülkeyi birlikte kurduk dediler, kardeşlik muhabbeti yaptılar ancak her zaman için Kürtlere üsttenci bir bakış açısıyla yaklaştılar. Bu bakış açısının adı hoşgörüdür. Ben bu hoşgörü siyasetinden hiç hazzetmiyorum. Burada bir hiyerarşik ima var. Yani hoşgören Türkler, hoşgörülen Kürtler var. Somutlaştırırsak, TRT6 Kürtçe yayın yapıyor ama anadilde savunma aracı olarak Kürtçe mahkemelerde kabul edilmiyor. İşte bunun adı hoşgörü sistemidir. Oysa Kürt sorununda gerçek bir çözüm isteniyorsa “hoşgörü” yerine “tanıma” şarttır. Sistem ve muktedirleri Kürtleri kimliklerinin gerektirdiği bütün unsurları ile tanımalıdır.
   Demokratik Özerklik konusuna gelince, bana göre her ne kadar inkâr edilse de bu proje halen içerik sorunludur ve net değildir. II. Mahmut öncesi Osmanlı İmparatorluğunun Kürt aşiretlere tanıdığı özerklik benzeri bir yaklaşımla 21. yy demokrasilerindeki örnekleri ile ters düşen bu tür bir özerklik arayışının akim kalacağı ve toplumu germekten başka beyhude bir çabanın ötesine geçemeyeceğini düşünüyorum. Bir imparatorluk içerisindeki özerklik ile üniter bir devlet içerisindeki özerklik arasındaki fark iyi hesap edilmelidir. Benim için en ideal önerme yerel yönetimlerin güçlü kılındığı, eksiksiz bir demokrasi ve insan hakları anlayışına sahip Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye’dir. Hükümet anlamsızca bu hedefleri askıya aldı. BDP ve diğer muhalefet partileri ise bu konuda hükümete hakkıyla muhalefet edemedi.

13 Mart 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 5

Bu defa Kürt cephesinden bir konuk https://twitter.com/#!/berfdimsk
Sizce Kürt sorunu nedir? Bu sorunun politik, ideolojik, sınıfsal ve ulusal boyutları nedir?
Öncelikle “Kürt sorunu” olarak tanımlanan meselenin özünü Kürdistan ve Kürtçenin oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Lakin bu tanımlamanın içi, sorunu Türkiye’yle sınırlı gören ve yalnızca sorunun folklorik boyutuna odaklanan kimseler tarafından  boşaltılmıştır. Kürt sorunu,  en temel anlamıyla bir işgal sorunudur.  Bu işgal neticesinde bölünmüş 4 parçada, sorunun büyüme düzeyinde, gelişiminde, kazanımlarda muhakkak bir farklılık söz konusudur, fakat aynı zamanda karşılıklı etkileşim içinde olduklarını da görmek lazım.
Meselenin Türkiye boyutunu ele alacak olursak, Cumhuriyet Dönemi’yle birlikte kimlik temelli tüm hakların yasaklanmasıyla ayyuka çıktığını ve günümüze gelene kadar bir takım sosyal, politik, ekonomik dönüşümler yaşadığını söyleyebiliriz. Zamanla bu ekonomik boyutlar derinleşti. Örneğin 1900’lerin başında Amed ekonomide üçüncüyken, şimdi 60’lara kadar geriledi. Köy yakmaları, göçler meselenin sınıfsal zeminini oluşturdu diyebiliriz sanırım. Sırrı’nın söylediğ,i işçi sınıfı Kürtleşti,  tespitine katılmamak elde değil, dünkü yangında da ölenler Kürt’tü örneğin. Lakin meselenin yalnızca sınıfsal boyutuna takılmak ekonomizmden öteye gitmez, çıkmaza sürükler. Selehaddîn Bîyanî bir yazısında şöyle diyordu “Direnişin tek bir hattında bile ayağında mekap ayakkabı ve üstüne de şalvar giymiş yarım gerilla bir çocuk ile üzerinde Levi's kot ve Nike ayakkabı giymiş bir başka çocuğu yan yana görebilirsiniz.” Durum biraz da böyle.  Öte yandan, ideolojik boyutunun harekete ve indirgersek bireylere kattığı artılar oldukça fazla. İdeoloji, mücadeleyi sağlamlaştıran ve çabuk çözülmeyi engelleyen en önemli etken.  Ama Karayılan’ın “Biz istersek 24 saatte terse dönebilecek bir karar alabiliriz” sözünü de unutmamak, değişkenlik gösterebileceğini göz önünde bulundurmak gerek. Bu soru aslında bir hayli geniş bir soru ve üstten cevaplar vermek çok zor oluyor. Afet ablayı kızdırmadan diğer soruya geçeyim.
18.yüzyıldan sonra uluslaşma daha çok kentli ticaret eşrafının zenginleşmesiyle başladı. Endüstriyel ekonominin gelişmesiyle yerel ekonomik pazarlara hakim olma arzusunda olan kent soylu sınıfların öncülüğünde ulus devletler kuruldu, gelişti. Kürtler ise “dinsel ve toprak” otoritelerinin iç içe geçtiği önderliklerle isyanlar başlattılar bağımsız bir devlet için. Her keresinde yenildiler. Ancak yoksul Kürt Köylülerinin, kısmen işçilerinin desteğini alıp öncü-sosyalist çizgiyle gerçekleştirdikleri son isyanda hala yenilmediler. Bundan sonra da yenilme riskleri var mı? 
Cumhuriyet öncesinde Kürdistan'da otorite, bahsettiğin "dinsel ve toprak otoriteleri"nin elinde olduğundan İstanbul'la yaşanan her anlaşmazlık sonucunda isyanlara öncülük görevi doğal olarak gücü elinde bulunduranların olmuştur. Yarı-özerk tablonun bir yansıması olarak isyanlara öncülük eden kadrolar genel itibariyle Osmanlı ordusunda görev yapan subay ve paşalardan oluşmaktaydı. Örnek olarak Cibranlı Halit Bey ve İhsan Nuri Paşa'yı verebiliriz. O şartlarda yenilmelerinin ulusal bilinç eksikliği, birleşememe ve isyanların hazırlıksız başlaması gibi birçok farklı sebebi olduğunu göz önünde bulundurursak meseleyi sadece dinsel ve toprak otoritelerinin önderliğine bağlamak fazlasıyla yanlış olur. 49'lar davasıyla tekrar gün yüzüne çıkan Kürt Hareketi birçok farklı dernek ve örgüt çatısı altında örgütlendi. Uzun bir süre silahsız çözümü kovalayan bu hareketlerin birçoğu tasfiye olurken dünyada ve TC üzerinde gelişmekte olan sol-sosyalist hareketlerden etkilenen Kürt gençleri, Cumhuriyet sonrası her geçen yıl daha da artan ekonomik faşizmi ulusal taleplerle birlikte harmanlayarak halk temelli bir silahlı hareket oluşturdular. PKK hareketini ardıllarından ayıran en önemli özelliği mücadeleyi sürece yayma ve uzun süren mücadeleyle birlikte halkın belirli bir bilinç düzeyini yakalama başarısını göstermesidir. Günümüz itibariyle 3 kuşağın aynı hareket içerisinde yer alabildiğini düşünürsek devamlılık PKK'nin en büyük başarısı olmuştur. Bu noktadan itibaren PKK silahlı mücadelesini kaybetse bile oluşturduğu bilinç düzeyi hakları için mücadeleyi bırakmayacaktır. PKK'nin yenilmese bile belli bir alana sıkışıp kalma tehlikesi olduğunu ve devletin asıl hedefinin de bu olduğunu düşünen biri olarak ulusal birlik temelinde ittifaklarla bu durumun da handikap  olmaktan çıkacağını düşünüyorum.
1970lerin sonunda Hilvan, Siverek, Batman gibi yerlerde TC'nin ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik varlığını borçlu olduğu toprak ağalığına karşı isyan başlatıldı. Bu isyanlar hem ilerleme sağladı hem de bazı kesimlerin ulusal birliğe düşmanlığını geliştirdi, mesela bazı aşiretler hala düşman. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Hareketin ilk yıllarında tabanının büyük kısmının köylüler ve ekonomik olarak toplumun en altta kalan kesiminden oluşması sebebiyle doğaldır ki "toprak ağaları" dediğiniz kesimler karşı cephenin birer parçası olarak görülmüşlerdir. TC'nin bazı aşiret ağaları hakkında önce yakalama kararı çıkartıp daha sonra PKK'ye karşı mücadele taahhüdüyle kararı kaldırması oldu.  İlk olarak Mayıs 1985'te Beytüşşebap'ta uygulamaya konulan Koruculukla beraber araya büyük oranda kan girdiği gerçeğini de göz önüne alırsak bazı aşiretlerin bu tutumlarını sürdürmelerini anlayabiliyorum. Bu süre içerisinde hareketin bazı aşırılıklara kaçtığını söyleyenler olduğunu da biliyoruz. Genel itibariyle Kürt hareketi, ulusal birlik sürecini devam ettirebilirse bu aşiretlerde de yumuşamalar meydana gelecektir. Beytüşşebap'ta koruculuğa başlayan ilk aşiretlerden olan Jirkilerin son seçim sürecindeki tutumu ve "Barış" çağrısı bunun en büyük göstergesi diyebiliriz.
Günümüzde Kürt hareketinin yarattığı imkânlar eskiden  köşelerine çekilen kimi Kürt grupları da yüksek sesle konuşmaya sürükledi. Bu sonradan koroya katılmak isteyen gruplar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ben herkesin bu konuya dair görüşünü ifade etmesinden, bir projesi varsa sunmasından tarafım. Egemene hizmet etmediği noktada, herkesin düşüncesi değerlidir, tartışılmalıdır. Ancak bu imkânın yaratıcılarına tukaka demeleri ve konuşma hakkını egemen lütfetmişçesine bir tavır sergilemeleri kabul edilemez. Burkay buna örnek olabilir.
 Kemal Burkay'ın ve diğerlerinin tasfiyeci arzuları "Biz BDP geleneğinden daha radikaliz, federasyoncuyuz."  kimileri de "Bağımsızlıkçıyız." argümanlarıyla gelişiyor. Bu durumda devletin asıl niyetinin mevcut, dengeli çizgiyi tasfiye ederken hem kimi radikal Kürtleri hem de pasif Kürtlerin düşünme biçiminden yararlandığını düşünüyor musunuz?
TC dönemsel olarak Kürt hareketine "muhalif" Kürdü bir süre dinlendirdikten sonra sahaya sürer. Argümanları ne olursa olsun hareketin Kürdistan'dan aldığı meşruiyet karşısında  en fazla 6 ay dayanan bu insanlar bir anda boy gösterdikleri TV'lerden kaybolarak yıpranmışlıklarını belirli bir süre görünmeyerek giderme telaşına girerler. Aşağı yukarı devletin bu insanlarla olan ilişkisi bu şekilde ilerliyor. Burkay özelinde bir şeyler söylemek gerekirse; uzun yıllardır bir şekilde mücadele vermiş Eski PSK liderinin yukarıda belirttiğim döngüye gireceğini düşünmezdim. Gelişiyle birlikte Kürt Hareketini karalamaktan başka bir işlev görmeyen Burkay da her geçen gün özellikle de Sayın Şerafettin Elçi'yle girdiği polemik sonrası akıllarda az da olsa kalmış olan meşruiyetini kaybetmiştir. İtiraz etmek istediğim bir nokta ise bazı kesimlerin Burkay'ı "radikal Kürt" olarak tanımlıyor olması, tıpkı senin gibi. Egemen Bağış'la buluşup ona federasyon talebini iletmediğine göre Burkay'ı sizin kafanızda "radikal" yapan nedir? Ya da elinde silahıyla mücadele eden PKK'den daha "radikal" olmalarını sağlayan şey ne bilemiyorum doğrusu. Devletin dönemsel olarak "ittifak" halinde olduğu bu kesimlerin Kürt hareketine herhangi bir zarar verebileceğini düşünmüyorum, ama devletin, ilgi dağıtma amacına bu frekansı kullanarak büyük oranda ulaştığını da kabul etmek gerekiyor.
Edit: Benim radikal dediklerim arasında Kemal Burkay yok, daha çok Öcalan’ın yakalanışından sonra kopan tutsak Can Yüce grubu vardı. Gerçi o grup da artık yok ama yine de bağımsızlıkçı, kesinkes silahın zaferine inanan dar politik kesimler var. Devlet, onların düşünme biçimlerinden, hedeflerinden neredeyse bir bir “insan eksiltme” yoluna gidiyor.
Kürt hareketi giderek demokratik bir olgunluk zemininde değişik siyasi görüşlerin dillendirilmesinin imkânlarını yarattı. Fakat bu imkânları bazılarının "ötekileştirici, dış desteğe kapalı Kürtçülük" tavrıyla kullandığı kanısındayım. Mesela sosyalist olanı, Türk olanı dışlama, onlara dayatma gibi davranışlar hakkında yorumunuz nedir?
Açıkçası ‘Kürtçü’ tanımı ulusalcı cenah tarafından geliştirildiği ve mücadeleyi  milliyetçilikle itham etme üzerine kurulduğu için kullanmayı pek tercih etmiyorum. Ama şu bir gerçek ki, ezilen ulus milliyetçiliğini fazlaca yanlış anlayanlar mevcut. Yani, Kürtçe bilmeyen bir Kürdü söz söyleme yetisinde görmeme, ya da bir insanın kelamına sırf Kürt olduğundan mütevellit değer verme şeklinde seyreden anlayışlara benim de itirazlarım var.  Meseleye bu şekilde yaklaşmanın sonu, halkını işgalcilere peşkeş çekmiş bir çok insana da değer atfetmeye kadar gider. Öte yandan, bu ötekileştirmenin tek taraflı olmadığını da görebiliyorum. Bu kutuplaşma karşılıklı etkileşim içinde. Bir taraf bunu yaparken, diğer taraf da hareketin çizgilerini referans göstererek, dışlayıcı bir tavır sergiliyor. Madem böyle düşünüyorsun, Barzani orda” diyerek kapı göstermeler falan oldukça rahatsız edici. Hareketin çizgilerinden kimini kabul edip kimini reddetmek mümkün,  illa herkesin içselleştirmesini beklemek doğru olmaz. Bir de kimi sosyalistlerin kendilerini ‘beyin fazlası’ , Kürtleri de ‘kas’ olarak görme durumu bu tarz içe dönmeyi tetikliyor diye düşünüyorum. Akıl verme ve ahkâm kesme durumunu kaderini tayin hakkına yapılan bir müdahale olarak görüyorum. Doğru bildiğinin propagandasını yapmakla karıştırıyor bunu sosyalistler, hâlbuki ikisi çok farklı şeyler.  Altan Tan örneğinde de bunu yaşadık. Şunu unutmamak gerekir ki  Bedii Tan Kürt olduğu için öldürüldü, Altan Tan da yarın öbür gün tutuklanırsa Kürt olduğu için olacak bu. Şimdi kalkıp kendisine hareketin çizgilerine uymadığını ve o yüzden çizgi dışında kaldığını söylerseniz, bu meselenin ‘ulusal mücadele’ olduğunu idrak edemeyişinize yorulur.
Edit: Soruyu eksik bıraktım gibi… Kürt hareketi içinde ana gövde esası olmak üzere  milliyetçi radikalizmin, liberal eğilimlerin, dindar eğilimlern, sosyalist eğilimlerin bir arada olmasını olağan gördüğümü belirtmeliyim. Sorunlu olan ana gövdeyi rahatsız edecek şekilde baskın olma egosu…
Sosyal medyada kendisine "Kürt milliyetçisiyim" diyen kimi twitter kullanıcılarından "Ahmet Şık ile Mazlum Doğan savunmalarının kıyasını okudum. Bu, beni ürküttü. Gazi Katliamıyla Qamişlo katliamını kıyaslayıp bundan "hakiki Kürtlük tahvil" edenler de var. Sosyal medya acaba sıradan "ispatların" yeri mi oldu?
Bu tür kıyaslamaları çok sağlıklı bulmuyorum. Ahmet Şık 90’larda, fail-i meçhulleri kimse yazmazken yazıyordu örneğin, bu noktada önemli bir isimdir, dönemin koşulları göz önüne alınırsa. Mazlum Doğan’a atfettiğim değeri elbette Ahmet Şık’a atfetmem, fakat Mazlum Doğan’ı, Ahmet Şık’ı aşağılama üzerinden yüceleştirme işine de kalkışmam, bir kere başlı başına gereksiz. Ama şu odak yapma meselesine itirazlarım var. Bu daha çok Kürtlere dönük bir eleştiri. Yani tutuklu Kürt gazetecilerden 10’un ismini sayamazken, Ahmet ve Nedim üzerinden protesto geliştirmeyi doğru bulmuyorum. Gazi ve Qamişlo katliamlarını kıyaslayanlara rastlamadım, ancak Gazi’yi ananların Qamişlo’yu unutmasını eleştirenleri gördüm ve bu noktada onlara katılıyorum. Bu biraz da bakış açısını ele veren bir tutum, yalnızca Gazi Katliamını görmek Türkiyelileşme dediğimiz şeyi ne denli içselleştirdiğimizin göstergesi bir nevi ve ben de Kürdistani pencereden bakılması taraftarıyım. Gazi de bizim acımız, Qamişlo da…
Sosyal medyada, özellikle twitterde KCK operasyonlarının, BDP'yi siyaseten eritme amacında olduğunu bile bile her operasyon sonrası BDP'den silahlı kalkışma isteyenlerin politik niyetleri mi var kişisel niyetleri mi? 
Öncelikle sosyal medyanın Kürtler ve ezilen diğer halklar adına çok önemli olduğunu vurgulamak gerekiyor. Doğru ve etkili kullanılması durumunda savaş konseptini esas alan egemen basınını manipülasyonlarına karşı durmak adına kaybedilmemesi gereken bir kale. Soruya gelecek olursak bu duruma öncelikle şu açıdan bakmakta fayda var, sosyal medya söylenenlerin ışık hızında unutulduğu  bir yer. 2 gün arayla birbirine zıt şeyler söylediğinizde size bu durumu hatırlatan kimse olmuyor. Dolayısıyla bu durumun büyüsüne kapılıp, söylediklerini tartma gereği duymayan fazlaca insan var. BDP'den silahlı kalkışma istemenin yanlışlığına katılırım. Sanırım üzerinde durulması gereken nokta burası. Öte yandan 2007'den bu yana Kürt vekillerin meclis deneyimlerinin çok da memnun edici olmadığını belirtmekte fayda var. Devlet ara vermeksizin tasfiye peşinde koşarken, DTP'den bu yana artarak devam eden baskı sürecine BDP'nin cevap olamayacağı ortada. 30 yıllık mücadelenin getirdiği acıların sabırsızlığa dönüştüğünü düşünürsek Kürtlerin giderek daha "radikalleşmesi" anormal bir durum değildir. 
Sosyal medyanın kullanılması olası eleştirilerin çeşitliliğini de arttırıyor, bunun faydalı olacağına inanıyor musunuz?
Aslında bu konuyla ilgili Özgür Amed’in yazısı önemli , tespitlerin tamamına katılıyorum. Sosyal medya önemli lakin etkin kullanım mecranın kendisinden çok daha önemli. Bizim Kürtlerin bazıları sosyal medyayı arkadaş bulma ya da sohbet etme mecrası olarak kullanıyor. Politik hesaplar yapanlarsa, sosyal medyayı mücadeleye katkı olarak görmek yerine, mücadelenin ta kendisi olarak görüyorlar. Sosyal medya insanları sokağa yöneltebilecek bir mecra olabilirken, pasifize etmeye, sokağı bilgisayara hapsetmeye sebep oluyor. İnsanlar bir tıkla çok şey yaptığını sanıp mental mastürbasyon yapıyor. Sosyal medyada yaşanan tartışmaların zihin açıcı olanlarına aslında çok az rastladım.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.