Social Icons

.

Pages

30 Ağustos 2012

“Alçaklığın Evrensel Tarihi”


                      Rudolf Höss
    1900 yılında Berlin’de Katolik bir ailenin çocuğu olarak doğar. Çanakkale savaşlarında genç bir istihbaratçıdır. Türk cephesinde Alman kuvvetlerine bağlıdır. 1923 yılında bir Fransız’ı politik gerekçelerle öldürdüğü için cezalandırılır. 1928 yılında af kanunuyla serbest kalır. Himmler onu keşfettiğinde hala Avrupa’nın coğrafi özelliklerinin işgale uygun olup olmadığını araştırmaktadır. Nihayet 1934 yılında Dachau koruyucu gözaltı toplama kampının blok sorumlusu olur. Bir iki toplama kampı daha gezerek 1940 yılında Auschwitz kampının ilk komutanlığını ve kuruculuğunu üstlenir. Toplu infazlarda o kadar soğuk ve ilgisiz bir insani yapıya sahiptir ki tüm öldürmeleri fabrikanın hemen bitişiğindeki yatak odasının penceresinden izliyordu. Komutan (müdür) her öğle vakti evine gidiyor karısı ve beş çocuğuyla oturuyor, yüce tanrısına dua ediyor ve yemek keyfi yapıyordu. Kampın bahçesi, ötücü kuşları, tavukları onun için yeryüzünde Alman ırkından sonra en değerli varlıklardı. Yerli malı hastasıdır. Kaynakların israfı onun için tahammül edilemez bir Yahudi ya da komünist davranışıydı.

28 Ağustos 2012

Yıldıray Oğur Bu Defa Haklı


    Sanırım bugün, son 2 yılda Yıldıray Oğur’un beğendiğim 3.yazısını okudum. İkisi Mavi Marmara ve İslamcılara yönelttiği eleştiriler, biri de bugün Esad üzerinden CHE göndermesiyle Türkiye soluna yaptığı eleştiri… Bu, Yıldıray’ın argümanlarının çok sağlam olduğu, haklı olduğu anlamına gelmez. Yazısının sonundaki ÖSO’nun havuz partisini olumlayarak onun barbar bir örgüt olmadığını anlatmaya çalışması basit bir hile… Aynı Yıldıray, Öcalan’ın havuz-şarap resimlerini Yılmaz Özdil tarzı, “Bakın lideriniz şarap keyfinde siz ölüyorsunuz.” gibi basit bir devlet propagandasına dönüştürmüştü. Yıldıray’ın bugünkü yazısının başarısı solun dünya gündeminin gerçeklikleriyle bağını koparması, hala Germen-Venedik nostaljisiyle, pardon Sovyet- Bolivya nostaljisiyle yaşaması, yeni dünyanın sorunları hakkında tek fikir üretememesi, temel birkaç “anti-emperyalist” gibi uyduruk diskuru esas alması, Yıldıray Oğur’un tezlerini haklı kılıyor. Oysa sol şudur, budur demeyeceğim, eğer Esat rejimi yanlısıysa onun statükosu yanlısıysa böyle sol şu ya da bu olmasın. Canı cehenneme… Yıldıray haklı çünkü evrensel solun tüm biçimleri İspanya’da haklı olarak savaştı. Kilise yaktılar, toprak ağası kestiler, Franco yanlılarını toplu şekilde kurşuna dizdiler, papazları 10 dakikada yargılayıp kurşuna dizdiler. Ve tüm bunları gaspedilen seçim ve demokrasi haklarını geri almak için yaptılar… Amaçları buydu… Gerisi felsefi ve etik tartışma. Böyle bir gerçeklik var. Bugün

25 Ağustos 2012

Kirli Savaş Sözlüğü


Hain Saldırı: Hain olmayan saldırının karşıtı. Hain olmayan saldırı henüz tanımlanmamasına rağmen şöyle denebilir: “Hey, adamım çık karakoldan dışarı seninle saldırılaşalım.” Başka türlü açıklayamıyorum.
Kelle: Türk tarafının daha çok kullandığı sözcük. Çatışma ve operasyonlarda yaşamını yitiren PKK militanları için kullanılır. Bu savaşın en gayri insani sözüdür. Aslında Kürtler birey olarak yaşarken de bu egemen beyazlarca kelle olarak görülürler. Sadece bir baş ve gövdeden ibaretler bu kelle avcılarına göre.  Egemen Türk travmasının sadece silah, onu tutan el, onunla yürüyen bacak ve onu tetikleyen el ile kurduğu garip ilişki… Yine leş sözcüğü de bu cenahın travmatik, insani olmayan ruh haliyle dolaşıma soktuğu en adi sözcüklerden biridir.
Adalet: 1. (Kemalist Adalet) İnkarın, asimilasyonun Kürtlerce  kabul edilmesi zorbalığına dayanan kurumsal adli süreç. Hiçbir insani, siyasi, sosyal ve kültürel savunmayı kabul etmez.
2. Müslüman adaleti: Kemalist devletin çizdiği milli sınırları esas kabul eden, Kemalizmin darbelerle, baskılarla, garip bir hukukla temelini attığı devletin tüm hukuk normlarına Kürtlerin razı olması gerektiğini İslam şeriatı sayan kesimlerin sistemi.
Fitne: Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek dil ideolojisinin dinsel psikolojiyle desteklenerek  beton ırk hakimiyetini bozmak anlamında kullanılır. Daha çok Müslüman muhafazakar kesimler kullanır. Hitler, Mussolini ve Franco’nun literatüründe “bozgunculuk” deniyordu.

22 Ağustos 2012

Şehvetli Savaş Medyumluğu


   Bir yüceltme ve şaşkınlık içinde bulunan aydın vs. yalnızca bir  milletin ya da aidiyetin övgüsünü yapmak ve bu aidiyete uyum sağlamak için bir tür enkarnasyon medyumluğuyla yetinirse düşünce edilginleşir, üstüne konuşulan sorun çözümsüz kalır sorunları çözmekle sorumlu olanlar daima yan çizme durumuyla politik-devlet  şiddetini şehvetli biçimde  terörize ederler.  Bu durum,  gerçekten etkin fikir ve çözüm talep eden kitlelere karşı çıkmaktan tutalım da  bu çatışmalı sürecin gerçekleriyle de bağını koparmak anlamına gelir. Son dönemlerde Türk aydınının, yazarının, entelektüelinin önemli bir kesiminin yaşadığı bu trans-medyumluk hali bir kaçış halidir. Yalnızca egemen aidiyet ve egemen ulusun kalabalıklarını gerektiğinden daha fazla kör etmeye ve her bireyi bu sosyal cinnet çemberinde  zayıf kılmaya yarar.
    Bu şatafatlı girişi nasıl bu çatışmalı sürecin politik çözümlerine bağlayacağım bilmiyorum, lakin tüm tarihsel sorun ve çözüm deneyimleri  bize bir kez daha siyasi iktidar medyumluğunun

20 Ağustos 2012

Not

1 ay öncesine kadar twitter'de kullandığım LermontovC hesabını bir aydır dondurmuştum. Sanırım hesabın düşme zamanı dolmuş. Biri hemen o adla bir hesap açmış. Şu an twitterde kullanılan LermontovC hesabıyla yakından uzaktan ilgim yoktur. Bundan böyle blog yazılarına da bir süre ara veriyorum. Twitterde herhangi bir hesabım olmayacak da... Hastaların dikkatine.

17 Ağustos 2012

Türk Senkretist Sağcılığını Liberalizm Diye Pazarlamak: Orhan Kemal Cengiz


''İspanya'da döğüşen gönüllüler,
bu savaşın anılarını yüreklerinde kötü bir yara
gibi taşımışlardır. Çünkü insan, haklı olduğu halde yenilebileceğini, zorbalığın gayrete boyun eğdireceğini, bazen cesaretin kendi kendisinin ödülü olmadığını İspanya'da öğrenmiştir.'''
Albert Camus
(Orwell’in “Katalonya’ya Selam” kitabının ön sözüdür. )
    Eric Arthur Blair olarak doğdu. Eric doğduğunda baba Richard W. Blair Hindistan’da sömürgeci bir istihbaratçıydı.  Welington ve Eton kolejlerindeki eğitiminden sonra sömürgeci İngiliz polisinin bir neferi olacaktır. Avrupa’da faşizm şaha kalktığında (1928) Eric Blair, sömürgeci polis teşkilatından istifa eder. Bunun politik gerekçeleri vardır: “Hizmetinde olduğu imparatorluğa duyduğu nefret ile imparatorluğa karşı olan yerli halka karşı duyduğu öfke arasında sıkışıp kalıyor; ve bu, işini zorlaştırıyordu. Teorik olarak, tamamıyla  Birmanyalılardan yana ve tamamıyla onları ezen İngilizlere karşı olduğunu söylüyordu. “ Yazar olma arzusu bu politik gerekçeyle birleşince Eric Blair artık bugün bildiğimiz  tanrının o güzel insanlarından Georg Orwell’e dönüşecektir.  1932 yılında yazdığı bir kitapta takma ad kullanılmasını isteyen yayıncısına şöyle diyecektir: “Bir takma
isim bulmamı istiyorsan, serserilik ederken hep kullandığım P.S. Burton var. Ama, eğer uygun görmezsen, şunlara ne dersin?
Kenneth Miles
George Orwell H.
Lewis Allways
Ben George Orwell'i tercih ederim.”  

14 Ağustos 2012

Kürdistan'da Hukuk Felsefesi ve Yanılsamalar


     Roxie ve Velma Kelly’nin bölünmüş tüm kişiliklerini dün ve bugün Türk basının gazetelerinden, televizyonlarından, radyolarından, sosyal ağlarından topladık. “Haydi bebeğim. Neden bütün şehri boyamıyoruz?” dizesini de “Neden bütün şehri bombalamıyoruz?” diye anladı bu hilkat garibeleri sanırım. Işıltılı sahnelerde yıldız olmak, kanaldan kanala koşturup stratejist kesilmek, yazdıkları köşelere mürekkep değil tükürük damlatmak, daha önce hayal ettikleri gerçekleşmeyince salya sümük politik arabesk pazarlamak ( vicdan, adalet, hümanizma, insanlık, barış vs vs vs )bir anlık konforları için bir çırpıda onlarca rakibe kobra helikopterler gibi saldırmak, başarıya giden yolun tüm hilelerini oyunun gerekleri diye mantığa bürümek, gururunu incitti diye kardeşini vurmak, kariyeri tehlikede diye yasak aşkını kurşunlamak diye özetlenebilecek türlü entrikalarla Roxie ve Velma aramızdalar… Onlar Chicago’dan kalkıp zamanın ve mekânın ruhuna uygun olarak bizleri kendi yanılsamalarının ürünü cehenneme ortak etmek istiyorlar. İstiyorlar ki söyledikleri, yazdıkları her şeyi ayet, genel doğru bilelim, istiyorlar ki tüm kirli naralarına ses verelim, istiyorlar ki iktidarın pis kokan her uygulamasında biz kendileri gibi elmas arayalım. Tarihte bir müzikaldeki sosyal olaylardan yola çıkıp Türk sömürgeci basını siyasasını fotoğraflamaya çalışan bir kul olarak ilkim. Allah aşkına Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasından sonra yazılıp çizilenlerden sonra ne denebilir ki? Yaşadıkları ve yazdıkları kendi ruh hallerinin çıkmazlarından öte değil, bunlarla fikir falan tartışılmaz. Yalancıdırlar, çarpıtıcıdırlar, telkin ve talimatla yazarlar, temiz bir suyu bulandırmada kurttan daha kötüdürler.   Hukuktan söz ediyorlar, Hatip Dicle ve arkadaşları yıllardır içerideyken bundan söz ediyorlar, üstelik bu hak gaspı karşısında hepsi dilsiz şeytanın türlü halini oynamış. Yaşama hakkından söz ediyorlar: Son birkaç yılda devlet eliyle kaç Kürt öldürüldü, sayısını bile unuttular. Aygün’ün vekilliğini dert etmişler: Urfa cezaevinden korsan kararla Adana’ya sevk edilen vekil kimdir, diye sorsan cevapları ne olur, bilmiyorum. Siyasi iradeden söz ediyorlar: Milyonlarca kişinin siyasi iradesinin henüz yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyoruz. İmralı'da rehin tutulanlar hakkında bir yıldır haber alamıyoruz. Bir vekil neredeyse saat başı bilgilendirilmek koşuluyla gözaltında!
  Neymiş? PKK, gözaltı demiş de komik olmuş! Evet, muhtemelen gözaltı hukuku diye anladıkları gecenin bir vaktinde kapıları kırılarak evlerine baskın yapılan, dövülen, sövülen Kürtlerin yaşadığı süreçtir. PKK öyle mi yapmış!

10 Ağustos 2012

Cry Freedom Filminden İsmail Beşikçi Çıkar mı?


  Black Power ve Black Panthers hareketleri Amerika’yı dalga dalga etkisi altına aldığında bugün Türk liberallerinin de göz bebeği olan Hannah Arendt, “Büyük çoğunluğu akademik ölçülere bakılmaksızın üniversiteye kabul edilen siyah öğrenciler siyah hakları diye kampüse şiddeti soktu, akademik düzeyi düşürdü.” diye sayıklıyordu. Sanki Nazi zulmünden kaçan o değildi. Aynı Arendt, Fanon’un fikirlerini de tehlikeli buluyordu, ona göre Fanon bir Marxist değildi, ajitatör bir kışkırtıcıydı.  Çünkü Black Power(Siyah İktidar)  ve Black Panthers( Siyah Panterler) i fikren etkileyen de Fanon’du. Fanon’un ,sömürgelerde yaşayanlar devrimi öncellikle kendi zihinlerinden ve kaslarında yapmalılar, önermesi Amerika siyah hareketine ivme kazandırdı, giderek liberalleri de çözülme noktasına getirdi. Daha sonra anayasal düzenlemelerle ırkçı uygulamalar son buldu.
    Amerika’da özgürlükler genişleme eğilimindeyken Afrika’nın güneyinde özgürlük diye bağıranların sadece sesi kısılmıyor, dilleri kesiliyordu. Fanon’un tespitleri sadece Amerikalı siyahları değil, Avrupalı kimi aydınları da tesiri altına almıştır. Sartre , “Cezayir’de sıkılan ilk kurşun hem bir sömürgeciyi hem de kişiliksizleştirilmiş bir yerliyi öldürmüştür, bir taşla iki kuş vurulmuştur.” der.

9 Ağustos 2012

TRollerya Cumhuriyeti


Shallow Grave (Mezarını Derin Kaz) filmini izleyenleriniz vardır. Edinburgh’da bir grup arkadaşın yaşadıkları eve dördüncü eleman alınacaktır, evdeki üçlü,  kiracı adaylarına olmadık sorular sorar. Hakaret ederler, dalga geçerler, aşağılarlar, fiziki görünüşü dert ederler. Onlarca kişiden uygun bir ev arkadaşı bulamazlar. Jüliet, David ve Alex’ten hangisi daha sinir bozucu, diye bir soru sorulsa 7/24 bu soruya net yanıt veremezseniz. Bir dakika önceki sahneden Jüliet’in o kendine güvenen, hafifmeşrep, deyim yerindeyse dünyayı kıçının kenarına takmayan hali favorinizken az sonra ezik David kafanızı karıştırıyor. Alex’in herkesi alaya alan güleç gözleri ise bir başka alternatif. Yanı başınızda olsa sırf susmaları için saatlerce direğe bağlayacağınız üç karakter var. Tam bu kaçıklara alışıyorsunuz bir anda Hugo diye bir yazar mı mafya mı bohem mi gazeteci mi olduğu anlaşılmayan gizemli biri sahneye girer. Hugo zeki herif, önce Jüliet’i ikna eder. Bu arada sırf Jüliet ikna oldu diye ben de “Kesinlikle en uygun kiracı Hugo.”

8 Ağustos 2012

Beyaz İmtiyazlardan Barışçıl, Eşit Kimliğe: Goodbye Bafana


Tanrının hikmeti tatlım, aynı bir serçe ile bir kırlangıcın, bir kazla bir ördeğin ya da ineklerle antilopların bir arada yaşamadığı gibi… Ve bizler Tanrı'yı ve usullerini sorgulamayız, değil mi?” Gloria'nın, minik kızı Natasha Gregory’nin “Polislerin siyah kadınları dövmesine neden mani olmadınız, polisin işi anneleri bebeklerinden ayırmak mı?” sorularına cevabıdır. Herbert Spencer’in sosyal evrim teorisi ancak bu şekliyle özetlenebilirdi bir filmde. Çoğumuz işkencecilerin, sıkı polislerin, sert gardiyanların, entrikacı istihbaratçıların aile yaşantısını merak etmiyor değiliz. Elazığ cezaevindeyken gardiyanlarla bir sorun yaşamıştık. Birkaç jandarma, bir gardiyan ordusu, 2.sınıf bir müdür komutasında koğuşa saldırıp beni almışlardı. İçlerinden bazıları bir tutukluyu dövmeyi emirmiş gibi algıladıkları için isteksizce tekme tokat saldırırken bazıları için bu müthiş bir hazdı. Milliyetçi biri vardı, adını unuttum, bana

7 Ağustos 2012

Babadan Oğula, Apartheid'den Kürdistan'a Acımasızlık


1959: Irak’ta  General Abdülkerim Kasım, Irak Kralı Faysal’a karşı bir ayaklanma başlatır ve onu devirir. Bu arada Kasım, Kürtlere otonomi sözü vermiştir.  Mustafa Barzani ile görüşmeler yapar. İşbirliğine gider. Aynı yıl Sefav adlı milliyetçi bir Arap generalin komutasında Kasım’a karşı bir kalkışma olur. Barzani ve Kasım’ın birlikleri Sefav’ı bastırır. Türkmenler Sefav’dan yana tavır almıştır. Bu olaylarda birkaç Türkmen isyancı öldürülür. Ankara’da panik başlamıştır. CHP ve DP milletvekilleri Türkmenlerin öldürülmesine misilleme olarak Türkiye’de yaşayan Kürtleri katletme önerileri yaparlar. Bu öneri en üst düzeyde destek bulur. Celal Bayar bile binlerce idamdan söz eder. Kürtçü yayın yaptığı iddia edilen dergiler kapatılır. Bu arada Diyarbakır’da yayın yapan İleri Yurt gazetesinden genç bir yazar, Musa Anter “Kımıl” metaforuyla sömürgeci tüm davranışları teşhir eder, şiirin sonunda “Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık.’ diyordu. Türk basını nazileri aratmayacak çabuklukta buna cevap verir; Yeni Sabah’tan Cumhuriyet’e, ondan Akşam’a, Ulus’a, Zafer gazetelerine kadar Anter ve Kürtlere karşı linç başlatılır. Fakat çok gariptir Ödemiş Cephe diye yerel bir gazete bu milli linçi alaya alacak bir dille: “İstanbul gazeteleri kıyamet koparıyor. Diyarbakır’da çıkan İleri Yurt gazetesi Kürtçe bir şiir neşretmiş. Bakın Küstaha. Genelevlere kadar ‘Welcome’ diye Amerikanca yazılan memleketimizde, Kürtçe şiir Garbilik şerefimize dokunuyor...” cesur bir adım atar. Sonrası malum, yargılamalar, sürgünler, işkenceler… ( O dönemin Yıldıray Oğurları, Yılmaz Özdilleri, Hilal Kaplanları Ödemiş Cephe gazetesine Qandil (Hewler) muhibbi dediler mi bilmiyorum. Dememişlerse bu yeni yetme Nazilerden akıllılar demek ki… Ama İleri Yurt gazetesine kağıdın hangi firmanın verdiğini sormuşlar.)
1960 (Güney Afrika): Kürtler dağlarda küçük bir umut diye Newroz ateşleri yakarken tam 21 Mart 1960 yılında Sharpeville’de

5 Ağustos 2012

Şemdinli Düşmedi Ama Türk Basını düştü


   Türk basını giderek sefilleri oynuyor. Aynı merkezden servis edilmesine karşın içinde birbirini yalanlayacak, çürüğe çıkaracak bir yığın haber kırıntısı mevcut. Şemdinli süreci aynı zamanda sefaletin basın düzeyinde vardığı noktayı da diğer bir deyişle düştüğü çukuru da gözler önüne serdi.  Sömürgeci ana damardan beslenen türlü sağ-sol-muhafazakar medya Kürt Yazı( Kurdish Spring) karşısında dünyadaki  türdeşlerini aratmayan bir kirlilikle bu savaşın olası neden ve sonuçlarını unutmuşçasına “alçaklığın evrensel tarihine” adını bok sarısı karakterlerle yazdırıyor. Bunun üstüne uzun uzadıya saptamalarda bulunmayacağım. Apartheid rejimlerin, sömürgeci rejimlerin medya ahlaksızlığı neyse bizde de durum aynı…
   Siyasi iktidar ipoteğinde olan basın:
   23 Temmuz şokunun hemen akabinde “Şemdinli’yi” ele geçireceklerdi, ordumuz ve istihbaratımız muhteşem bir kahramanlık sergiledi, ele geçirme planı bozuldu.” gibisinden abuk subuk bir yığın günü kurtarma masallarını yedirdiler Türk toplumuna. ( Türk toplumunun durumu ayrıca sosyal ve politik psikoloji konusu, bu savın Kürtler arasında bir karşılığı olmadığını bal gibi biliyorlar. Sadece Türk toplumunun olası kendiliğinden gelişecek savaş karşıtlığı tutumunun önünü almaya çalıştılar. ) Oysa dünyanın en saf gerilla örgütleri bile egemen bir ülkenin resmi sınırlarının bir parçasında böyle bir kalkışmaya cüret etmezler. Kaldı ki Öcalan ve PKK 1990 yılında bile bu savaşın kesin galibi olamayacağını, mutlak kurtarılmış bölge taktiğinin tümden Türkiye devrimci hareketinin gelişim seyrine  bağlı olduğunu açık saçık belirlemişlerdi. Ama saha savunması taktiğiyle bazı alanlarda orduyu araziye çıkmada sıkıntıya sokabileceklerini, ordunun arazi hakimiyetini kırabileceklerini de defalarca deklare ettiler. Hatta yakın zamanda Karayılan ve Duran Kalkan bunun işaretlerini vermişlerdi. Türk basınının yukarıda belirttiğim teorisi sıradan bir kirlilik ve kara propaganda söylemi olmaktan öteye gidememiştir.

3 Ağustos 2012

Şemdinli’de Varolma Biçimleri Üstüne


Daha önce Türk basınında şu veya bu biçimde iktidar-devlet-hükümete uydulanmış medyacılardan söz ederken “insansız medya araçları” tabirini kullanmıştım. Bu durum giderek bilim-kurgu-fantezi filmlerini aratmayan, aklın sınırlarını zorlayan “haz nesnesi araçlarına” yöneliyor. Masturbasyon yapar gibi ölüm sayıklamalar, tüm doğayı kendi yatak odaları gibi tasarlayıp oraya buraya ölü serpiştirme şeklinde gelişen bir tür hastalık… Bu “uydular” her türlü konforları için kusursuz denebilecek ortamlar yaratma çabasındalar. Kürtlerin öldürülmesi şartına bağlı olarak  onlar evlerinde film izler, tatile çıkar, alışveriş yapar, gezi düzenler. Bu kişisel konforları için harcamayacakları milli savunma bütçesi yoktur, atamayacakları bomba yoktur, kullanamayacakları gaz yoktur, karalamayacakları insan yoktur, kötülemeyecekleri kişilik yoktur. Adeta bir korku filminin ortasından fırlayıp gelmişlerdir okuduğumuz gazetelerin  köşelerine  yerleşmişler. İktidar-devlet-hükümeti “arzu nesnesine” dönüştürüp onun gücüne tüm benliğini en fedakar biçimde sunarlar. Bunların en hümanistleri Şemdinli’de, Gever’de, Çukurca’da onbinlerce asker-polisin varlık nedenlerini ve varlık biçimlerini değil, bu sömürgeci sistemi reddeden, ona karşı direnen hem birey hem de ulus olmaktan kaynaklı haklarını kullanıp özgür olmak isteyen direnişçileri suçlar. Bu cinliklerini afili hümanizmayla teorize edip mantığa bürürler.

1 Ağustos 2012

Şemdinli'de Ne mi Oluyor? Öcalan'ın 1992'de Dedikleri Oluyor


  Son on gündür sömürgeci Türk basınındaki zavallılaşmayı görünce aklıma filmlerle Vietnam yenilgisini unutturma adına kendi kamuoyuna, eşeğine yonca diye diken yediren Amerikan şizofrenyası düştü. Şemdinli’de ne oluyormuş? Sanki kırk yıldır ne olduğunu bilmiyormuş gibi soruyor vatandaş. Kırk yıldır o dağlarda gerilla savaşı taktikleriyle barınan güçler var. Ne olacak, barışın ertelendiği her gün daha da güçlenip gelişecekler. Bu da doğanın kuralı. Sri Lanka’yı örnek göstermek bu gerçeği değiştirmez. Onlarca karşıt örnek var. Güney Afrika’dan tutalım, İrlanda’ya, oradan Nikaragua’ya kadar…
   Baharın ilk aylarında PKK’nin sistemi felç üzerine yayınladığı bildiriler bugünkü Şemdinli sürecinin işaretiydi. Gerilla savaşlarında ekonomik hedef olarak tabir edilen hedeflerle antrenman yapılır sonrasında da bu tip devrimci operasyonlar gerçekleştirilir.  Bu arada basında yuvalanmış devletin memuru gazetecilerine, köşecilerine, yazarlarına kötü bir haberim var: Şemdinli’deki HPG’nin saha savaşı adını verdiği bu yeni konseptin fikir babası da Öcalan… 1992 yılında yaptığı ayaklanma, şehir devrimleri ve hareketli gerilla savaşı değerlendirmeleri bugünkü sürecin temel ilkelerini belirlemiştir. Yalnız 1992 yılı PKK açısından korkunç bir yıldı. Bu dönemsel taktikler tutmadığı gibi tasfiye olmaktan son anda kurtuldu. Güney Kürdistanlı Yekiti ve Demokrat güçlerinin Türk devletiyle ortak geliştirdikleri büyük sınır operasyonu PKK açısından askeri yönden hezimetle sonuçlanmasına rağmen savaş sahasına Öcalan’ın direkt müdahalesi ve ardından Güneyli güçlerle yenilediği siyasi ve askeri ilişkiler 1993 yılının baharında ateşkesle noktalanıyordu. Öcalan’ın eğer siyasi başarısından söz edilecekse temel kriter bu savaştaki taktik becerisi ve stratejik derinliği olmalı. 

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.