Social Icons

.

Pages

29 Kasım 2012

Sefaköy'de ışığı gördüm, Üsküdar'da kayboluyordu


    Sefaköy’den Avcılara doğru asfalt;  sağını solunu çevreleyen gri binalarıyla, tek tük sonbahara gebe, yeşili sarıya dönüşmek üzere yaprakların sardığı dallarıyla türünü bilmediğim ağaçların arasından göz alabildiğine uzanıyor.
Göğü,  bir yerlerden sökün edip gelen grimsi  bulutlar kaplamakta. Sessizce sokak aralarına  yayılan rüzgar, metrobüs durağında bekleyen kadınların saçlarını tel tel sayarcasına tek tek dokunup geçiyor, onları günün ilk saatlerinde diri bir filiz gibi zinde tutmak istiyordu. Bu saatlerde  her yeri okşayıp esen rüzgarın etkisiyle olacak az ilerideki simitçinin tezgahından havaya karışan simit kokusu bir anda parfüm kokularına bulaşarak içime bir ürperdiğim bir ışık gibi süzüyor adeta. Kötü havaların başlayacağının , dinmeden yağmurların yağacağının, ardından yerlere bembeyaz bir atlas gibi serilecek karın da habercisiydi bu manzara. Bu anda gözüm bir yerlere ilişiyordu.

26 Kasım 2012

Orwell ve Objektif Olmak


     Orwell sanırım 1945 yılı olacak ki Observer gazetesinin muhabiri olarak Paris’e gelir. Orada Çapski adında bir Rus ile tanışır. Çapski, ülkesinde sıkı bir Stalin muhalifidir. Bu yüzden tutuklanmış, hayatını çalışma kamplarında geçirmiştir. Katin ormanı katliamından da Stalin’in kötülüğünden son anda kurtulmuş  ve Fransa’ya kaçmıştır. Çapski ülkesinde yaşadığı onca acıya ve haksızlığa rağmen Orwell’e , “Almanlar eğer 2.dünya savaşının galibi değilse bu kesinlikle Stalin’in gözü pekliği ve kararlılığı 
sayesindedir.”der. “Çünkü Almanlar Moskova önlerindeyken Stalin, Moskova’yı terk etmedi.” diye de devam eder.
        Orwell o ara “Hayvan Çiftliği” romanını yeni bitirmiş ve yayıncısına teslim etmiştir. Romanda domuz Napoleon karakterini Stalin’i esas alarak yaratmıştır. Kitabın bir bölümünde devrim yaparak Mr. Jones’i devirdikleri çiftliğe hayvanlar,  bir değirmen inşa ederler. Hayvanların düşmanları olan insanlar günün birinde bu değirmeni havaya uçururlar. Saldırı karşısında tüm hayvanlar korkmuştur. Panik halinde hepsi yere yatmıştır. İlgili bölümde o sahne şöyledir: “Güvercinler uçuştular, Napoleon da dahil bütün hayvanlar kendilerini karınüstü yere atıp yüzlerini kapadılar…” Orwell, Çapski’nin anlattıklarından sonra bu bölümü şöyle değiştirir: “Güvercinler uçuştular, Napoleon dışında bütün hayvanlar kendilerini karın üstü yere atıp yüzlerini kapadılar…”
  

23 Kasım 2012

Modern Dünyanın Tüm Olumsuzluklarını Antisemitizm’e Dönüştürme Fırsatçılığı

HAMAS örgütü ve İsrail devletinin son savaşı devam ederken Türkiye’de de militan antisemitizm ve onun bir alt versiyonu militan anti siyonizm de her İsrail füzesini milli, dinsel ve siyasal nefretlerinin bir gerekçesi; HAMAS’ın Fecir füzelerini de aynı hassasiyetlerinin mastürbasyonu haline getirdi. İslamcılar, “Çocuklar öldürülüyor, vicdan yok mu?” gibi görünürde son derece insani duyarlılıklarla yaptıkları çağrıların altına “İsrail devleti yok edilmeden bize gün yüzü yok.” alt mesajını döşeyerek  adeta Dreyfus davasının yargıçları, komplocuları, 1840’ların Suriye’de görevli konsolosu Ratti Mentonları, Holokostun uygulayıcıları pozisyonuna düşüverdiler bir anda.   Solcular, muhtemelen TC ile yürüttükleri garip sınıf savaşında Filistin kamplarında kendilerine yer bulmanın, imkan yaratmanın karşılığı olacak ki ( biraz alaycı bir ifade) o afili anti Siyonizm teorileriyle Yahudilerin şeytanlaştırılmasına adeta su taşıdılar. Ulusalcı ve milliyetçi çevreleri saymıyorum bile. Onların şeytan İsrail gibi dangalakça tezlerine  bu aralar İsrail-Kürt yakınlaşması konu olmuş… Kimi liberaller ve bazı sol çevreler iyi niyetli olmalarına rağmen İsrail devletinin acımasız savaş siyasetini eleştirdikleri kadar İslamcıların, solcuların, milliyetçilerin antisemitizm şuursuzluğuna aynı derecede karşı duramadılar. 

22 Kasım 2012

Twitter, liberalizm solun mu devletin mi şeytanı?

Bugün blog için "acının araçsallaşması ve masum olmayan siviller" konulu yazacaktım ama dostum Kocabasoglu nun güncele dair twetlerini bloga alıp kalıcılaştırmanın daha iyi olduğuna karar verdim.

18 Kasım 2012

Öcalan'ın çağrısından sonra aktivitize olan düşük performanslı karakter oyuncuları


   Açlık grevlerinin 67.gününde BDP-PM üyesi Mehmet Öcalan'ın, Sayın Öcalan ile görüşmesinden sonra Öcalan'ın, açlık grevlerini sonlandırın, çağrısını ilan etmesinden sonra sosyal ağlarda Kürt siyasi hareketinde kalıcı gedik açma arzusundaki "insansız medya araçları" karşıt propaganda argümanlarını dolaşıma sokmaya başladılar. Bu argümanların en ünlüsü Öcalan-Qandil-BDP arasında kariyer çekişmesi varmış duygusu yaratmaya çalışanı... Bu kötücül duyguyla Kürt siyasetine mühendislik etmek isteyenlerin yöntemleri arasında çarpıtma, yalan söyleme, itibarsızlaştırma, önemsizleştirme var. Kötü bir senarist ve yönetmenin elinden çıkma bir filmin düşük performanslı oyuncuları gibiler... Açlık grevlerinin 30.gününden itibaren başbakanlarına farklı tonlarda eşlik eden  bu fake artist ve aktörler Ocean's Eleven'in karakterlerinden rol çalma isteğiyle yanıp tutuştular. Eylemin sonlandırılması çağrısından sonra o kadar vicdanlı, o kadar hümanist o kadar Kürt sever göründüler ki neredeyse iki aydır devletin Kürt sokaklarında estirdiği terörden mağdur olan binlerce insan bunların bu uyduruk tespitleri haklı çıksın diye döküldüler alanlara, hissine kapılıyor insan... Bir ormanda arkadaşları çakalların saldırısı altındayken arkadaşlarını kurtarmak için olmadık kurtarma yöntemleri deneyen köyün delikanlılarının, yaşlılarının, kadınlarının, erkeklerinin, çocuklarının bu asil davranışlarını önemsizleştirmek için başbaknın iyi ve kötü insanları, deyim yerindeyse her boku yediler, her zırvayı bize "insancılık, demokratlık, Müslümanlık" diye satmaya çalıştılar. 

15 Kasım 2012

Mandela ve Gandhi Kürt olsaydı...




1980 yılında Nelson Mandela, Robben Adası’ndayken apartheid rejime bir mektup yazarak ANC’nin önderliğinde gelişen askeri mücadelenin yenilmez olduğunu, ancak uzlaşmayla bu sorunun demokratik yöntemlerle çözüleceğini iletti. Güney Afrika apartheid rejimi Mandela ile istihbarat aracılığıyla temasa geçti. Bu tip görüşmelerin kaçınılmaz olduğu gerçeği ortaya çıktı. Aynı yıllarda (1985 öncesi) sürgündeki ve yurtdışındaki ANC’nin silahlı kanadı Umkhonto We Sweze yöneticileriyle de bu tip görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu arada Mandela’nın silahlı bir örgüt kurmasının gerekçesi de şudur: “1900’lerin başından beri demokratik örgütler aracılığıyla yürütülen sivil toplumcu mücadele bir işe yaramadığı gibi 1950’lerde apartheid yasalar çıkarılmıştır ve Afrikalıların  hakları daha da geriletilmiştir. Böyle bir ortamda tek yol silahlı şiddeti yükseltmekten geçiyordu.” Mandela’nın görüşmelerin devam etmesi için sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının düzeltilmesi talebi istihbarat örgütünce Botha hükümetine iletildi. Hükümet uzun pazarlıklar sonrası bunu kabul etti. 20 yıldır Robben Adası’nda en ağır tecrit koşullarında yaşayan Mandela 1982 yılında Cape Town’daki Pollsmoore cezaevine nakledildi.

14 Kasım 2012

İRA ile PKK arsında PKK aleyhine argüman geliştirmek: Sefaletin yepyeni Kürt aydınları


Devletin ve siyasi iktidarın “fason Kürtlükte” yeniden kontejanlandırdığı  “Kürt aydınları” yetmeyince daha içeriden “yepyeni Kürt aydını, aktivist” falan bulmak gerekti.  Bu aciliyete elinde tuzlukla koşan da var. İktidarın Kürtlere karşı geliştirdiği politik, askeri, sosyal ve psikolojik konsept “kriz” durumunu alınca iktidarın etrafında pozisyon almış, gazetelerin orasında burasında kendisine köşe ya da sütun kapmış “küçük çaplı mermi insancıklar” her gün yeni bir Kürt aydını keşif yolculuğuna çıkıyorlar. Eskiden bu işi “itirafçılarla” görüyorlardı. Kürtler nezdinde bu konsept karşılık bulmayınca yeni-model bir Kürt fotoğrafı çıkarmak bu iktidarın neredeyse boynunun borcu oldu. Bunlardan sonuncusu da PKK davasında yıllarca hapis yatmış, içeride zaman zaman açlık grevi direnişlerine katılmış bir arkadaş. Son olarak Star gazetesinden bir “küçük çaplı mermi”ye röportaj da verdi. Sosyal medyada bu röportajı açlık grevi eylemcilerinin iradesini kırmak, destek veren aileleri umutsuzlandırmak, BDP’yi köşeye sıkıştırmak için oldukça kullanıldı, dar alanda kısa paslarla sağcı-muhafazakar kesim bu röportajdan “BDP düşmanlığı” çıkarmak için bayağı uğraştı.  Röportajı veren arkadaşın daha önce yine Türk sitelerine konu olmuş bir yazısı ilgimi çekti. İRA ile PKK kıyası…

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.