Social Icons

.

Pages

28 Şubat 2013

Öcalan'a saldırmanın dayanılmaz hafifliği


       Öcalan,  konuştukça “konuşuluyor.” Tecrit, onun üzerinden düşmanlık siyaseti oluşturmak, ona rakip “iç Kürtler” yaratmak, onun ‘Marxizmi aştım, öz güvenini’ solcu teorisyenlere pazarlayıp itibarsızlaştırmak gibi tüm yol yöntemler iflas ediyor yıllardır. Bu bağlamda söylenecek en doğru şey “Öcalan’ın,  rakiplerinin her türlü imkân ve araca sahip olmasına rağmen yarattığı Kürt dinamiğiyle onlara karşılık verdiğidir.” Bu komplike dinamiklere karşı pozisyon alan herkes, fikriyle  bir şekilde Öcalan’ın yarattığı atmosferde eriyip gidiyor.
    Son görüşme notlarının basına sızmasıyla Öcalan’ın potansiyel rakipleri de deyim yerindeyse önce şahlandılar, sonra şahlanışın yarattığı toz bulutu içinde bir günde kaybolup gittiler. Bunları abartmıyorum.
Ne demiş Öcalan? “AKP, bu gücünü, on yıllık iktidarını bana borçlu, onu ben ayakta tutuyorum.” Bu ifadeye karşı ulusalcı, muhafazakar, liberal, solcu Türk, Kürt ve Ermeniler bir anda Öcalan’ı “ego, benlik” silahıyla vurmaya çalıştılar. Güya psikanalist birkaç zırvayla Öcalan’ı küçük düşüreceklerdi. Oysa her seçim öncesi AKP’nin ateşkes taleplerine cevap vermekle, hükümet etme yoluna Öcalan iyi niyet taşı döşemiştir. Söylenen de bu…
“Ergenekon çetesini ben açığa çıkardım, darbeyi önledim.” İfadesi de aynı kesimlerin tüm çocuksu coşkularını (kötücül alaycılıklarını) bir anda alev gibi parlattı. Sonrası kısa bir hüzün oldu sanırım. 1984 yılından bu yana Kemalist oligarşi rejiminin “gizli aparhtheid” içerikli anayasalarının tarihsel dokusunun, amacının, hedeflediği millet şuurunun kalbine hançeri saplamıştır. O rejim 1990!lı yıllarda iç çekişlerle bir çete rejimine dönüşmüştür. Oligarşik olgusunu da kaybetmiştir. Giderek elitlerle onların ayaktakımının sıradan faşist yapısına dönüşmüştür. İletişim, teknoloji, bilişim çağıyla birlikte rejimin tüm kirli uygulamaları deşifre edilmiş ve Türklerin orta sınıf siyaseti 28 Şubat deneyimine rağmen iktidar olmuştur. Böylece orta sınıf Türk siyaseti önceki rejime benzememezliğini ispat edercesine çeteci güruhla, onun oligarşik askeri-bürokratik varlığını  tasfiye etmiştir. Çeteci oligarşiyi derin iç çekişe sürükleyen, onu siyasal alanda da askeri alanda da çürüğe çıkaran ise tartışmasız Kürt hareketinin, onun liderliğinin dinamikleriydi. Öcalan’a rakip olan sağ-sol-liberal-muhafazakar kesim de bugün ideolojik ve politik kurgularından bağımsız olarak psikolojik boşa çıkmışlığa düşüyor. Öcalan’a bunca itham, bunca suçlama, bunca alay ancak psikolojik süreçlerle açıklanabilir.
  Lobi Meselesi:
Basına sanırım eksik aksettirilmiş ve  çarpıtılmış bir diyalog var. Buna rağmen yabana atılacak iddialar değil. Diskurunu siyaset dışı odak olarak belirlediği Cemaat ve onun çevresi esas alındığında, o odağın Kürt hareketine karşı yargı ve bürokrasi içi yürüttüğü operasyonel faaliyetlerle teorik ve pratik flört Ermeni ve Yahudi lobilerini bir anda değerlendirmeyi gerektiriyor. Lobi= millet denklemi olmadığına göre Öcalan’ı milliyetçi ve benzeri argümanlarla itham etmek hafifliktir, kötü niyetliliktir, iç çekişin çıkmazıdır. Öcalan, diğer milletlerin kendi çıkarlarını negatifleyerek, onları hedefleyip nişan alarak namlulara işaret etmemiştir. Tarih ve siyaset ilişkisinin konuşulduğu bir sohbette bazı yuvarlak laflar etmiştir. Theodor Herzl’in lobi çalışmaları tarihseldir. Bu, aynı zamanda haktır. Bugün bu hakkın Kürtler aleyhine dönmesi ifade edilmiştir. Haklar kullanılırken bunun Kürt düşmanlığı üzerinden egemenlerce Ermeni ve Yahudilere dikte edilmesi probleminden söz edilmektedir. Mesela bir siyasi lobi, “Ermeni soykırımında Kürtlerin Rolü” şeklinde uzun soluklu bir çalışma yapıp Türk rolünü ikinci plana itiyorsa bu, kötü bir lobidir. Tüm boyutlarıyla değerlendirilmelidir. KCK operasyonlarını kriminal çerçevede değerlendirip, cemaatin her türlü keyfiliğini siyaseten meşrulaştıran, hukuksuzlukları hem sol hem liberal tezlerle realize eden Etyen Mahçupyan, Markar Esayan gibi yazarların tutumu politik olarak sorgulanmalıdır. Ben dedemin Kürt ulusal çıkarlarından bağımsız olarak soykırıma iştirakini sorguluyorsam Ermenilerin de mülkiyeti, derneği, vakfı, arazisi üstünden lobi kurup Kürt düşmanlığını körükleyen gayri meşru odağa destek vermesi de sorgulanmalıdır. Bunu yapmamak kötülüktür. Bunu boşlamak Halkların ortak, eşit şartlarda yaşamasına karşı kabalıktır, hiledir, oyundur.
    Beyler, başka argümantasyona sarılın Öcalan’a saldırmak için. Kof, kibir,efelik kokan atarlanmalarınızı 10 bin Kürt içeri alındığında yapacaktınız. Bir siyasi hareketin lideri 13 yıldır hukuksuz tutsak edildiği için taş atacaktınız rejimin zırhlılarına…  (sembolleştirdim)  Beş dakikada  pasif savunmadaki 15 kadın militanın imha edilmesini en az bir soykırım kampını lanetlediğiniz gibi lanetleyecektiniz. Bu kirli eylemin faillerinin yargılanması için entelektüel çalışma yapacaktınız. Lobilerinizi bu minvalde de yapabilirdiniz, Françis Jeanson, Donald Woods bu tip lobiler yaptılar. Şimdi gönüllerimizde heykelleri dikilmiştir.
   Sizi acımasız eleştireceğiz, çünkü sahip olduğunuz siyasi, teknolojik ve bilgisel imkan ve araçlar Öcalan’da yok. bunlar olmadığı gibi onu özgürleştirip sonra eleştiri ve suçlama hedefine almak gibi bir ahlakınız olmalı….

15 Şubat 2013

15 Şubat ve Öcalan'ın büyük yürüyüşü 2


Bu resimler Türk basınının minimal düzeyde görüntüsü de sayılabilir. 15 Şubat 1999'dan beri gelinen düzey Kürt hareketi açısından ortada... Sömürgeci, apharteid sistemin Kürdistan'da iflası gerçekleşti. Artık sokaklarda kendilerini yakarak adayan gençler yok, var olmanın o dayanılmaz çekiciliğiyle sokağa çıkan, dağlarda kardeşlerinin öldürülmesini engellemeye çalışan cesur Kürtlük var artık... 16 Şubat 1999 günü bayram havasına bürümüş Türk faşizminin yenilgisinin resmidir. Fazla söze gerek yok. 


14 Şubat 2013

15 Şubat ve Öcalan'ın Büyük Yürüyüşü



   Bana bugün, Öcalan’ın en büyük örgütsel başarısı nedir, diye sorsalar kesinlikle tutsaklık sonrası PKK’yi yönetecek kadroyu her açıdan hazırlamış olmasıdır, derim. Bu fikrimi Karayılan ve ekibini örnekleyerek desteklerim.
1992, Peru:
Peru Komünist Partisi/Aydınlık Yol hizbinin lideri Felsefe Profesörü Abimael Guzman yakalanır. Onun yakalanmasına giden süreci Alberto Fujimori hükumeti  özel yasalarla hazırlamıştır. 1992 yılında Fujimori hükumetinin kurduğu anti terör timleri titiz bir çalışmadan sonra Guzman ve 8 arkadaşını bir başkent Lima’nın bir semtinde  hücre evinde yakalarlar. Tarih 12 Eylül 1992’dir. Dünyada büyük yankı uyandıran bu operasyon Aydınlık Yol’un da sonunu hazırlayacaktır. Ele geçen dokümanların yanı sıra Guzman üzerinden daha incelikli bir operasyon gerçekleştirilecektir. Üç gün süren yargılama duruşmalarından sonra Guzman ve arkadaşları ömür boyu hapisle cezalandırılırlar.  Ardından  Guzman, Callao deniz üssündeki hapishaneye götürülür. Bir süre sonra hükumet  Guzman’ı televizyona çıkmaya razı eder ve barış görüşmelerinin başladığını Guzman, Peru devlet televizyonunda açıklayacaktır.  Aynı anda hükumet  kısmen siyasi kanalları açacak, silah bırakan gerillaya af kanunu çıkaracaktır. Hükumetin bu operasyonu Aydınlık Yol’da ciddi bir yarılma yaratır. Binlerce gerilla silah bırakırken bir kısmı da savaşmaya devam edecektir. Savaşmaya devam eden hizbin lideri Ramirez Duran da 1999 yılında yakalanır ve Aydınlık Yol efsanesinin de sonuna gelinir.
  Muhtemelen Türk hükumetleri de bu süreçleri A’dan Z’ye kadar incelemişlerdir. Girişte Öcalan’ın neden örgütsel başarısından söz ettiğim anlaşılmıştır umarım.  13 yıllık bir tutsaklık boyunca kafasındaki barışçıl siyaset modelini dayatan,  giderek dinamikleri gelişen bir hareketin liderliğinden söz ediyorum.
  Aslında bu yazının konusu tam olarak örgütsel başarıya endekslenmiş bir liderlik profili de değil. Öcalan, kendi deyimiyle “Türk hükumetlerinin askeri savaşına karşı 100’de 5 bir kapasiteyle çalışıyorum, asıl başarım  iç ve dış özel savaş yöntemlerine karşıdır.” derken bunu ilk duyduğum yıllar gülünç bulmuştum. Gelinen aşamada benim bu kanaatimin gülünç olduğu kesinleşti… Henüz 80’li yılların başında Burkay ve çetesinin,  Öcalan’ın, Kürdistan’da devrimci dinamikleri harekete geçirme potansiyelineiflah olmaz terörizm” etiketi yapıştırmasıyla başlayan “özel savaş” yıllar geçtikçe derinleştirilmiş, kimi Kürt ve Türk solcularıyla, sağcılarını; muhafazakarlarıyla, milliyetçisini bir cephede birleştirmiştir. 1980’li yıllarda devletin helikopterlerden dağ taşa yaydığı (attığı) “Öcalan Ermeni’dir.” bildirilerinden tutalım, “O, Allahsızdır.” karşıt sloganlarına kadar devlet çok yönlü psikolojik harp taktikleriyle tasfiyede sonuç almaya çalışmıştır. Uğur Mumcu ve benzeri zavallıları kullanarak, onun devletin veya MİT’in ajanı olduğunu, hatta MOSSAD ve CİA ajanı olduğunu sürekli propaganda etmekten geri durmayan bir “özel savaş aygıtları” gerçeğine rağmen bugün de “Zerdüştlük” şeytanlaştırılması ancak bu suçlama sahiplerini hasta etmiştir. Hatta bu suçlama sahipleri, Kürtler arasında patolojik vakıa olarak algılanmalarına karşın Kürtler nezdinde sürekli artan popülaritesi  Öcalan'ı PKK içinde de tartışmasız bir lider kılmıştır. Savaşın ve çatışma sürecinin politik iç tartışmalara da kapalı olduğu dönemlerde sert örgüt içi sorunlar ayrı bir yazı konusu…
  Bir dönem en çok Selim Çürükkaya’nın Öcalan eleştirilerine önem verirdim, onun da geldiği nokta tipik bir Uğur Mumcu masalının kötü kopyası… Aylardır eski PKK yöneticilerini, özellikle PWD (2004’te ayrılan grup)  kadrolarının Öcalan ve PKK eleştirilerini okuyorum. Çoğunun siyasi analiz gücü 1990 PKK’sinin sıradan kadrosu kadar sığ. Bilindik ithamlara takılıp kalmışlar. Oysa Nizamettin Taş’tan tutalım, Hıdır Yalçın’a, ondan Hıdır Sarıkaya’ya kadar bu eski sorumluların hepsi yarın öbür gün “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulsa en başta hesap verecek olanlardır. Öcalan’ı eleştirdikleri noktalarda kendileri bizzat o eleştirilere konu olan eylemlerin failleri… Botan bölgesindeki dağın taşın, ağacın, kurdun, kartalın dili olsa da konuşsa Nizamettin Taş’ın 89-90-91 pratiklerini… Yine Hıdır Yalçın’ın, Hıdır Sarıkaya’nın Dersim’de nasıl savaşı bir mizansene çevirdiklerini kendilerinden dinlesek de  Öcalan’nın tek şefçiliğini anlasak diyorum… Bir kış kampına 47 kişi girip bahara 28 kişi çıkmayı açıklasalar Dersim’de… Doktor Süleyman’ı , Amed’de “taş altları” anlatsa mesela… Bunları kendileri açıklamalıdırlar. Öcalan’nın kendilerine tanıdığı yetki ve etkiyi nasıl kullandıklarını açıklasalar da bu savaşı Kürt cephesinden kirletenleri hepimiz deşifre etsek… Mesela kurşuna dizdirdikleri bazı kadroların son sözlerinin  neden “Biji Serok Apo” olduğunu anlatsalar! Kaçanların, ayrılanların birçoğunun neden Öcalan ile görüşme, ona rapor sunma, onu bilgilendirme girişimlerinin engellendiğini sözünü ettiklerim izah etseler. Devletin en amansız operasyonlarda teslim alamadığı kadroları, egoları uğruna harcayan, kaçışa , itirafçılaşmaya sürükleyen eski sosyalist, solcu Öcalan karşıtları arkaik birkaç ifade dışında anlatabilirler mi? Bana anlatamazlar…
   Şimdi bu noktada “İyi de o kadroları da Öcalan çizgisi sahiplenmiş, onlara o yetkiyi vermiştir.” eleştirisi geliştirilebilir. Bu, görünürde gerçekçi bir eleştiridir de…  Lakin denetim olayı günlük yapılamıyor, merkezi denetimden uzaklaştıklarında düzmece, şişirilmiş raporlarla bu kontrolü kırabiliyorlar. Yılda bir kez Bekaa’ya rapor gidiyordur muhtemelen. Varın gerisini hesaplayın.  Hogir’i, Terzi Cemal’i bir kongrede beyanatları, fikirleri ve önerileri sonucunda yetkilendirirsiniz, ama bir süre sonra bunların nasıl bu kadar insani faaliyet dışına çıktıklarını izah edemiyorsunuz. Anlaşılmıyor da…
   Sakine Cansız, Öcalan için neden mi önemli? Çünkü zindandan çıkan eski PKK’lilerin çoğu  birkaç noktada takılıp kalmışlardı, Öcalan, Zindan Konferansıyla  ancak ideolojik dönem devrimciliğiyle yetinmeyi esas alan kadrolara büyük hedefler gösterdi. Savaş süreci içinde askerleşmeyi, "partilileşmeyi" telkin etti. Bu yola gelmeyenlere açık saçık “Ya bize engel olmayın ya çıkın dışımıza bir sempatizan gibi kalın ya da çocuklarını yiyen bir devrimin ürünü olursunuz.” çağrısı da yaptı. Süreç böyle gelişti. Sakine Cansız, kafa karışıklığına rağmen, birçok şeyi anlamlandıramamasına rağmen Öcalan’ın büyük yürüyüş programına inandı. İnandıkça kendisini daha da geliştirdi her alanda… Öcalan’a da bunu takdir etmek düştü ki etti de…  Cansız bugün bu gelişmişliğinin, bu yürüyüşünün bir sonucu olarak büyük partili olmasının bedelini ödedi. Lakin  Kürtler ve diğer dünya devrimcileri arasında ölümüyle daha da büyümüştür. Belki de birçoğumuzu utandıran bir yürüyüştü!
   Yarın da Kürt milliyetçisi, bağımsızlıkçısı olduğunu söyleyip de Öcalan karşıtlığını Kürt politikası haline getirmiş kimi Kürtlerin siyasi eleştirisini yapmayı düşünüyorum. 15 Şubat Komplosu Kürtleri boynu bükük bir halk yapmayı hedefledi, şimdi öncesinden daha dik yürüyorlar. 

8 Şubat 2013

Devrimci Durum, Devrimci Şiddet Özetleri


1904-1905,  Rusya(Devrimci Durum) :
1861 yılında toprak reformu gerçekleştirilir. Çarlık, köylü isyanlarını kısmen bu tedbirlerle önler. Reformcu Çar II. Aleksandr, 1881 yılında Narodnikler tarafından öldürülür. Yerine gelen Çar III. Aleksandr, 1861 yılından beri geliştirilen bir dizi reformu da askıya alarak Rusya’yı tam bir terör devleti haline getirir. Küçük çaplı gösteriler dahil her türlü basın ve örgütlenme özgürlüğünü sert tedbirlerle bastırır. Günlük yaşam Rus köylüleri, işçileri, öğrencileri için bir cehennem azabına dönüşmüştür. 1894 yılında III. Aleksandr ölünce yerine oğlu II. Nikolay geçer. Daha önce basılmış romanlar, denemeler bile toplatılır. Rus liberallerine ve sosyalistlerine (ilericiler) karşı inanılmaz bir baskı dönemi başlamıştır.  İçte bunca sorun varken 1904 yılında Japonlar , savaş ilan etmeden Rus donanmasına saldırır. Yaklaşık bir yıl süren Rus-Japon savaşı ABD’nin aracılığıyla barışla noktalanır, ama savaşın kaybedeni Rusya’dır. Savaşın sürdüğü yıl liberaller, ilericiler ve  sosyalistler,  demokrasi ve daha fazla özgürlük talebiyle sokaklara inerler.  Nihayet yoğun gösteriler, mitingler, yürüyüşler sonucunda çarlık, yerel meclislerin yetkilerini genişletme, basın özgürlüğünü garantiye alma ve işçilere sağlık sigortası gibi bazı hakları genişletir. Ama henüz çok partili bir seçim sürecine girilmemiştir. Birçok siyasi parti çarlık kanunlarına göre yasa dışıdır. Buna RSDİP dahil… Saint Petersburg’daki fabrika işçilerinin grev kararı almasıyla Rusya’nın dört bir yanında ekmek, iş, adalet talepleri yükselir. Çarlık, küçük reform sözlerine rağmen gösterileri önleyemez. Devrimci durumdan istifade eden RSDİP, SR gibi sol oluşumlar  Rusya halklarını demokrasi ve devrim talebiyle sokağa döker, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye alınması, çok partili sistem, çalışma hayatının işçiler lehine düzenlenmesi, basın özgürlüğünün anayasal garantiye alınması gibi talepleri çarlık,  bastırma yoluna gidecektir. Devrim ve demokrasi dalga dalga yayılacaktır. 
   Sonuç: Ekim 1905’te Petersburg Sovyeti ilanı ile devrim ve demokrasi mücadelesi doruğa ulaşır. Petersburg manifestosunu çar da imzalamak durumunda kalır. Sonrası, birinci dünya savaşı, demokrasi denemeleri ve devrim…
  Çıkarılacak ders: Devrim, aynı zamanda bir demokrasi talebidir. Sadece komünistlerin sınıf iktidarı için geliştirdiği bir tasarım değildir. Devrimci durum olmadan yani o bilinen “Yönetenler yönetemez, yönetilenler yönetilemez.” durumuna gelmeden her türlü devrimci şiddet durumu negatif sonuçlar doğurur. Narodniklerin ikide bir suikast eylemleri yapması demokratik geçişi engellemede rol oynamıştır.
    1931-1936, İspanya:
General Primo de Rivera, 1923’te darbe yaparak başa geçti. 1930’a kadar çözüm bekleyen temel siyasi ve ekonomik sorunların derinleşmesine sebep oldu. Aynı yıl istifa etmek zorunda kaldı. İspanya’da serbest seçimler yapılır ve 1.cumhuriyet ilan edilir. Kral Alfonso, ülkeyi terk etmek durumunda kaldı. Kralcılar için bu durum tam bir hayal kırıklığı oldu. 1931 yılındaki yerel seçimleri cumhuriyetçiler (sol cephe) ezici bir çoğunlukla kazanır. Cumhuriyetçi sol iktidar, kilisenin din dışı otoritesini sarsacak bir takım yasalar çıkarır. Toprak reformu yapılır, toprak sahipleri ile köylüler arasında ciddi çatışmalar başlar. 1933 seçimlerini sağcı cephe kazanır. Daha önce kazanılmış tüm hakları gasp eder sağcı hükümet. Katalonya özerklik ilan etti. Bu özerklik aynı zamanda Asturias maden işçileri ayaklanmasına paralel gerçekleşir. General Franco bu ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırır. Binlerce kişi hayatını kaybeder. 1936 seçimlerini Halk Cephesi yine kazanır. Ve seçimlerde solun iktidarı falanjistler, milliyetçiler ve darbeciler tarafından yıkılmak istenir.  Nihayetinde faşist cephe kazanır. 1939 yılından sonra iç savaş faşistlerin kesinkes galibiyetiyle sonuçlanır. Dünya hala İspanya’da 1978’e kadar mücadele eden silahlı sol grupların şiddetini meşru sayar.
1954-1962, Cezayir:
Fransız hükümeti: Cezayir, Fransa’dır.
Cezayirliler ve Fransız aydınlarının bir kısmı: Hayır, Cezayir, Fransa değildir.
Zaten sömürge valisi atanmıştır. Tüm ulusal ve siyasi haklar gasp edilmiştir. Ayrımcı, apartheid yasalar çıkarılmıştır. Cezayir, Fransızlar için yönetilemeyecek bir duruma gelmiştir. Seçimler yasak, çok partili hayat felç, ulusal meclis zaten yok. Cezayir’in bağımsızlığını hedefleyen her türlü şiddet meşru sayılmıştır. Fazla söze gerek var mı?
1948- 1990, Güney Afrika, Apartheid Yasalar:
1.       Siyahların ve beyazların yaşadığı yerler ayrıldı.
2.      Siyahlar siyasi haklara sahip değildir, göçmen statüsündedir.
3.      Karma evlilikler yasaklanmıştır.
4.      Siyah ve beyaz insanlar arasındaki cinsel birleşme ceza gerektirir.
5.      Siyahların eğitimden sonra alacağı diplomalar beyazlarla denk sayılmayacaktır.
6.      Postane, otobüsler, park alanları, tuvaletler gibi kamusal alanlardaki tesis ve araçların siyah ve beyazlar olarak ayrılması zorunludur.
Liste uzayıp gidiyor. Bu durumda Güney Afrika Komunist Partisi ve ANC’nin şiddetini tartışmak yararsız. Özgürlüğü hedefleyen şiddet meşrudur. Zaten dünya da bu gerçeği kabul etmişti. Liberaller, solcular, dindarlar vs. her kesim bu şiddetin gerekli olduğuna inanıyordu.
Türkiye’de tüm anayasalar Kürtler açısından apartheid özelliği de taşır. Kürtlerin ve Kürdistan’ın siyasi statüsü, ulusal ve kültürel hakları Kürt şiddetini tartışmasız kılıyor. Bu anayasalardan feragat edecek bir Türk hükümeti şiddeti de sonlandırabilir. Ben barışa böyle bakıyorum.
   Türkiye’de halı hazırda Kürtler dışındaki kesimler sınıf siyaseti yapma imkanına sahip, sendikalaşma hakkına da, grev ve diğer sosyal haklara da… Kürtler dışındaki kesimler sanırım daha fazla özgürlük daha fazla demokrasi talep etmeliler. Bundan da şüpheliyim, sahiden Kemalist anayasaların bunca pervasızlığından sonra hala Tam Bağımsız Türkiye, vatanın kurutuluşu için mücadele gibi irrasyonel şiddet gerekçelerini kim yutacak? Bunlar akıl işi mi? Marx, Lenin, Trocki okuyan içselleştiren birileri bu taleplerle devrimci olabilir mi? Böyle bir devrimcilik var mı? İş saatleri düşürülsün, grev hakları genişletilsin, siyasi derneklere özgürlük, ücretler arttırılsın, savaşçı siyasete son, Kürtlere özgürlük gibi talepler varken Tam bağımsız Türkiye talebiyle hangi şiddeti haklı diye yutturacaksınız? Sözünü ettiğim talepler için bile siyaset kanalları tıkalı değildir. Politik gösteriler, yürüyüşler, mitingler, örgütlenmeler yol açar…
   Türk anayasalarını ABD hükümeti mi yapıyor? ABD, Türkiye’yi işgal mi etmiş? Hangi gerekçeler ABD diplomasi unsurlarına yönelik silahlı şiddeti haklı kılıyor? Merak eden var mı? Emperyalizm diyorsan örgütlen, siyasi partini kur, oy topla, seçimle gel ABD şirketlerini kov derler sana… Arjantin, Venezuela vs’de seçimle iş başına gelen solcu hükümetler mavi kanlı mı? Demek başarılıyormuş…  Ha ufak bir not: Faşizmi 2.dünya savaşında sadece komünistler yenmedi, emperyalistlerle komünistler ortak yendiler, bir de Almanya’da Alman faşizmini ortak mahkeme kurarak yargıladılar…


self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.