“Türkiye’nin Zihin Tarihi” adlı yapıtında Hilmi Yavuz şöyle der; “Sabri Ülgener dışında pek az aydınımız Osmanlı’nın zihin tarihiyle ilgilenmiştir. Belki biraz Fuat Köprülü, biraz da Şerif Mardin…Zihin tarihi, aynı zamanda medeniyet tarihidir. Ve Zihniyet tarihi hiç şüphe yok ki sadece resmi arşiv belgelerine dayanılarak yazılan tarih olamaz.” Yerden göğe kadar haklıdır. Neden mi haklı? İnceleyelim. Belki kiminiz itiraz edecektir; "Hilmi Yavuz, Zaman Gazetesinde yazıyor," bilindik ulusalcı zırvalarla onu da Gülen cemaatinin biricik üyesi, ABD ve İngilizlerin satılmış adamı diye… Ben böyle olsa bile bu adamı yerden göğe kadar haklı buluyorum. Ayrıca Cumhuriyet gazetesinde daha uzun dönem çalışmış, yazdığı şiir, öykü incelemeleriyle, eleştirileriyle edebiyatseverlerin ufkunu epey açmıştır kanısındayım.
Sözünü ettiğim kitabın ilk bölümünde sanat kaynaklarının hangi türden olursa olsun zihniyet dünyasına ve tarihine büyük katkısı olduğunu savunmuştur. Daha doğrusu Ülgener’in bu görüşünü geliştirmiştir. Bu tespitten ben, Althusser’in ideolojik kuşatıcılık belirlemesini çıkarıyorum ki kitabın ilerleyen bölümlerinde bol bol alıntı yapmıştır yazar. Olayın özü şu: Hani denir ya, sanat dediğiniz şey sanat için yapılır, -izmlerden bağımsız olmalı diye, oysa her bir zihinsel etkinliğin, düşünüş tarzının –izmsiz olamayacağı ortada. Her sanatsal etkinlik bir sistemin, bir zihniyetin araçsallaştırılmış halidir. Gramsci, buna ideolojik hegemonya der, bir başka deyişle egemen sistem, farkında olmayanları türlü türlü sanatsal ve sosyal pompalamarla ikna edip, egemen zihniyetin bir nesnesi haline getirme işi der. Bu bölümde Hilmi Yavuz, Osmanlının resmi bilgi-kabul dışında yeterince tanınmadığını söyler. Yavuz’a göre Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Osmanlı kültürü doğayı da insanın hizmetine sokmak isteyen batılı aydınlanmanın taşıdığı amaçları da taşımaz. Osmanlı kültürü, dünyanın ve doğanın kendisiyle değil onun insan gönlüne aks eden işaretlerinden estetik bilgisini oluşturmuştur. Haliyle dünyadaki ve doğadaki her çatışma, temaşa sadece onu kavramamıza yardımcı olur. Aslolan doğanın ve dünyanın öznel yorumudur. Yani Osmanlı kültürü, bilgi ve bilgi teknolojileri üstüne değil, anlam olayı üzerine inşa olmuştur. Anlam, bilgi ve maddeden önce gelir. Pragmatik açıdan bakıldığında Osmanlının Batı uygarlığı karşısında yenilmesi buna bağlanabilir ama tartışılan şey bu değildir, amaçlanandır.
Yavuz, Osmanlı üretim tüketimi üzerine de çarpıcı ve ikna edici şeyler söylemektedir. Weber’in temel sınıfsal tabakalaşma dışındaki statü tabaklaşması ve ara sınıflaşma üzerindeki tezlerinden yararlanmıştır. Ona göre, Osmanlı toplumunda siyasal egemenliği elinde tutan yönetici tabaka (askeriye ve bürokrasi) özel mülkiyetten yoksun olduğu için sınıf yapısı içinde ayrışmış bir statü tabakası değil, sınıf yapısının dışında bağımsız bir tabaka oluşmuştur ve bunun da adı tüketim tabakasıdır. (Batıda yöneticilerin, merkezi yöneticiler dışındaki yöneticilerin de toprağı ve mülkleri vardı, Osmanlıda tüm mülkler şe’ri hukuka göre Allah’ın ve onun yeryüzündeki gölgesi olan padişaha aittir. Haliyle yöneticilerin, Allah, devlet ve padişaha ait olan bu mülkler üzerinde herhangi bir hakkı yoktu ama “Ekinde yok, biçende yok-Yemede ortak Osmanlı” dedikleri bu olsa gerek. Üretici bir sınıf mevcut ama üretim alanları üzerindeki tüketici asalak tabaka da mevcut. Ayanlara verilen haklar son dönem haklarıdır, bu tezlerin dışında tutulmuştur.)
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Osmanlı barışı ve hukuku alanında da son derece çarpıcı değerlendirmeler mevcut. Sözgelimi; Osmanlı sosyal hayatını düzenleyen kurallar sadece Kuran hukuku değildir, seküler kurallar da toplum hayatını düzenlemede önemli rol oynamıştır. Osmanlı hukuku, biri dinsel, öteki örfi veya padişahi gibi iki hukuk sistemi üzerine inşa edilmiştir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde 1517 yılındaki Yavuz’un Mısır seferinden sonra Osmanlı padişahlarının “halife” unvanını kullandıkları bilgisinin temelinin olmadığını, koca bir yalan olduğunu öğrendim. Bu ideolojik dayatma ya da ulusal efsaneyi ortaya atan herif bir Fransız ve 1788 tarihinde söylemiştir. Daha sonra, 1885 yılında Namık Kemal, “Evrak-ı Perişan” adlı eserinde bu iddiayı tekrarlamış ve günümüze kadar Kemalist zihin operasyoncuları tarafından gelmiştir. Halifeliğin Yavuz’a devri konusunda ne bir belge ne de bir kayıt mevcutmuş. Üstelik halifelik ne iktisap edilebilir bir şeydir ne de devredilecek bir kurumdur. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler için kitabın kendisini okumanızı öneririm. Çarpıcı öyküler mevcut.
Osmanlıda felsefe var mıydı yok muydu sorunu da tartışılmış, şiir v.b metinlerde pozitv dünya ile bağıntılar kurmak suretiyle bir düşünce sistematiği oluştuğu iddia edilmiştir. Günümüzde, "işte hükümet felsefe kitapları içine “hikmet” denilen kavramı koymuş da şeriat gelecekmiş" de türünden yaygaralar için söylenecek tek şey, “hikemiyat” kavramının metafizik dünyayı anlama, yorumlama işi olduğu gerçeğidir… Tek felsefe materyalizm değildir, haliyle materyalist bir bakış açısı Osmanlıda var mıydı yok muydu tartışması çok saçma, zaten materyalist felsefe, öncülü olan metafizik egemen felsefeye karşı geliştirilmiştir, onun bağrından çıkmıştır. Ünlü divan şairleri Baki ve Nedim’in şiirlerine sinmiş dünyevi hayat, sekülar hayat unsurlarının ben o dönem felsefesi içine sinmiş materyalist unsurlar olarak değerlendiriyorum. Hilmi Yavuz, belki mütevazı davranmıştır ama Şeyhi'nin “Harname”si de güzel bir örnek olabilir. Batıdaki çatışmacı zihin, sistemli düşünceler doğurmuştur, oysa Doğuda durum böyle değildir. Sanatlı söyleşinin içine hikmet bilgisi sızmıştır ve bu ciddi bir felsefedir. (Bu, benim iddiam)
Nice kim bu zamâne-i nâ-sâz
Câhile nâz vire ehle niyâ
Ne kadar kim cihân-ı bî-ihlâs
Ârifi hâric ide âmiyi hâs
Ol şehün işi izz ü nâz olsun
Düşmeninün gam ü niyaz olsun
(Bâtıl isteyü hakdan ayrıldım boynuz umdum kulaktan ayrıldım. (Bizim eşek zırladı vor vor; ve: istedim hakkım olmayan bir muz, kulaktan oldum takacakken bir çift boynuz, diyerek anırdı uzun uzun...) Temel düşünce bu...
Osmanlı aydınlanması da Şinasi’nin “Münacat”ındaki gibidir. Siyasal arka plandan yoksun ama felsefi arka planı pozitivizm… Aklı ve vahiyi çatıştırma değil, aklı ve vahiyi değişik alanlarda kullanma eğilimi olarak anlaşılabilir. Foucault’ın modern toplum, tespitleri göz önüne alındığında, tüm toplumsal alanları kışlavari bir proje haline getirme hedefi dikkate alındığında; Osmanlı aydınlanmacı değildi deyip küçümsemek haksızlık olur düşüncesindeyim. "Modern toplum, bir sözleşmeler, dengeler toplumu değil baskılar toplumudur." diyor Foucault…Nitekim dünyada ve bizde aydınlanmanın teolojik totaliterlikten daha beter sekülar hükümranlık yarattığı gerçeği hala canlı… (Faşizm, Kemalizm, proleterya diktatörlüğünü esas alan sovyetik yapı, vs. vs. vs bu da benim iddiam)
Kitabın bence en vurucu bölümü ulusal felsefe çalışmaları üzerine olan bölümüdür… Benden bu kadar... Şimdi bir gününüzü ayırın ve TİMAŞ yayınlarına gidip, TİMAŞ KİTAP KAFE’de enfes bir kahve içiniz. Hilmi Yavuz serisinden ne bulursanız alın… Timaş yayınlarındaki problemli dil ve imla, Seval ve Nevval Akbayık kardeşlerin editörlüğünde çıkan kitaplarda pek azdır. Ayşe Tuba Ayman ve Sakine Korkmaz’ın editörlüğünü yaptığı bu kitap da dil ve imla hatalarından oldukça arınmıştır. Timaş’ta çalıştığım dönemlerde bu soruna ilişkin epey gayret göstermeme rağmen istediğim başarıyı elde edemedim. (Kısa dönem çalıştım, daha çok eğitim yayınları bölümü editörlüğü yaptım, yabancı dil özürlü olduğum için ancak sorumluları kısmi düzeyde ikna edebiliyordum, editör olmak isteyenleriniz hemen bir dil kursuna gitsin
21 Şubat 2010
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder