Social Icons

.

Pages

26 Mart 2012

Ku Klux Klan Örgütünün Valileri, Gazetecileri: Bitlis Katliamı

    Mississippi Burning filminden hatırlayanlarımız vardır. Kaybolan üç insan hakları savunucusunun  akıbeti herkesçe bilinmesine rağmen hiç kimse kasabaya gelen FBI ajanlarına bilgi vermemektedir. Özellikle kasabadaki beyazların suskunluklarının sebebi daha fazla cinayet işlenmesi ve bunların hiçbir şekilde sorgulanmaması yönündedir. Kasabadaki siyahlar ise korkularından ötürü imalarla FBI ajanlarına ifade vermektedir. Film gerçek bir olaydan derlendiği için filmin nasıl sonuçlanacağını hepimiz tahmin ediyoruz. Beyazların ayrımcı yasalardan güç aldığı yetmiyormuş gibi bir de kasabanın emniyet teşkilatı ve beyaz milisler her türlü zorbalığı yapma cüretini kendilerine Tanrının ayetiymişçesine sahiplenmeleri psikopatlık derecelerini gösterir.
  Kürt illerindeki valilerin fikir haritasını çıkarsak neredeyse tamamının ancak  Ku Klux Klan  örgütünün bir yöneticisi olabilecek kapasitede teori ve pratiğe sahip olduğunu rahatlıklar görürüz. Hakkari valisinin “PKK, her aileden bir ölü militan istiyor.” açıklamasını herhangi bir  Ku Klux Klan  örgütü yöneticisi yapmış mıdır, bilmiyoruz. En tepe yöneticisiyle en düşük görevdeki Türk devletinin amir-memurları Kürdistan’daki düşünme ve davranışları arasındaki paralellik  Ku Klux Klan  örgütünün uygulamalarına oldukça benzer. Mesela sıradan bir sivil polis BDP vekillerine saldırabilir, onları durdurabilir, onların her türlü dokunulmazlık haklarına açıkça küfür edebilir; TC devletinin gazeteleri de bu polisleriyle, valilileriyle, bakanlarıyla bu insanlık defosu örgütün adeta misyonerleri gibi… Yine bir vali düşünün ki çıkıp hiç utanmadan,” KCK operasyonlarıyla Kürtler rahatlamıştır.” desin. Bunu alkışlayan yeni yetme yazarlar, köşeciler, polis-bültencilerini asla hafızlarımızdan silmeyeceğiz.
   Birkaç gün önce Bitlis’in Hizan ilçesi kırsalında 15 kadın gerilla bir operasyonda katledildi. “Ama onlar terörist, ama onlar gerilla, ama onlar bir savaşın kurbanları…” gibi akıp giden sıradan faşizmin savunma biçimlerinin tümü “Ama onlar Kürt, ama onlar kadın.” gibi “evrensel alçaklığa” çıkar. Hiçbir gerekçe bu katliamı meşrulaştıramaz. Şunu artık kabul edelim: Türk ordusu evrensel olmayan, dolaysıyla doğal olmayan, hukuki olmayan gerekçelerle Kürt topraklarında bulunuyor. Türk ordusunun Kürdistan’daki varlığı asayiş ya da standart güvenlik normlarının dışındadır. Politik varlıktır. Karakollar yurttaşlarla-yurttaşlar, yurttaşlarla-devlet arasındaki anlaşmazlıkları yasal takip için değil Türkleştirme, asimilasyon, ekonomik sömürü, yurttaşlık bilincini yok sayma amacıyla kurulmuşlardır. Mahkemeler de okullar da… Türk devletinin bölgedeki askeri varlığı, polis-jandarma aygıtlarının yasalarda belirtilen amaçlarının dışındadır. Bir bölgeye askeri yığınak yapıldığında bu mutlaka özel yasalarla ve özel rejim kurallarınca hal edilir. Normal bir anayasa bu tip özel rejim varlıklarına onay vermez. Uluslararası anlaşmalarda da savaş hali, savaş yasaları çerçevesinde izin verilir ki bu durumda bugün mahkemelerdeki ana dilden savunma ve okullardaki ana dilden talepler de güvenceye alınır. Savaş suçları yasaları geçerli olur. Oysa bunların hiçbirinin geçerli olmadığı bu coğrafyada yürütülen bu savaşa tam da bu gerekçelerle kirli savaş denmektedir. Geçen yazdan beri bu devletin başbakanı dahil valileri, emniyet müdürleri, generalleri, gazetecileri ve sıradan sokak insanları Malatya ve İstanbul morg görevlileri gibi konuşmaktan utanmadılar. Mesela PKK içi şiddeti Kürtlere yönelik ajitasyonda kullanan bir başbakan bir basın toplantısında Bitlis’te katledilen 15 kadın militanın öldürülme olayını “milletine” müjdelerken  Ku Klux Klan  örgütünün yöneticisi edasıyla davranmaktan ne utanır ne de bunun bir suç olduğunu bilir. O, tıpkı Mississippi’deki gibi daha çok ölü siyah ve onların dostları komünistleri görmek isteyen ayrıcalıklı beyazlar gibi her hafta bir grup toplantısında sesini duyurma telaşıyla nara atar, böğürür. Her hafta tıpkı 1937’deki Ata’sı gibi kürsülerden “Türk devletinin kahredici” harekatlarının planlarını yapar, yürürlüğe sokar. Belki bölgeye FBI ajanları adalet getirmeyecek, ama Kürtler öz yönetim talepleriyle bu hesabı en insani saiklerle soracak yurttaşlık bilincine vardılar. Belki bu hesap bugün ya da yakın bir zamanda olmayacak ama er geç bu hesap büyük bir olgunlukla sorulacak…
Güney Afrika’da sadece büyük barıştan 4 yıl önce mahkemeler işkenceci beyazların suçlanmasını, yargılanması taleplerini “komünist, terörist” birilerinin yüce adaleti küçük düşürme girişimleri olarak değerlendiriyorlardı. Bu yüzden umutluyum bu “alçaklığın evrensel tarihine” giren katliamlarının hesabının verileceğine…













Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.