Social Icons

.

Pages

30 Temmuz 2011

Kesişen Hayatlar 2; Urfan, Zeki ve Kemal Burkay


    Urfan Alpaslan Ağrı’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak büyüdü. 1967 yılında öğretmen olur. 1973 yılında Eğitim Enstitüsünde okurken Erzurum’da sosyalist fikirlerle tanışır. İki yıl sonra mezun olduğunda Kürtler arasında oldukça yaygın bir şekilde gelişen sosyalizmin Kürtlerin özgürlük talepleri için biricik yol olduğuna inanır. Aynı yıl illegal olarak kurulan TKSP(Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi) çalışmalarına katılır. Örgütün başında Kemal Burkay vardır. Burkay, örgütü adeta TİP’in Kürt yedeği yapma niyetindedir. Buna rağmen Urfan büyük bir özveriyle çalışır. Mesleki görevi yerine getirdiği her alanda sürgünlerle tanışır. Nihayet 1978 yılında Ağrı’ya tayin olur. 1979 yılındaki belediye seçimlerinde her türlü hile ve saldırıya rağmen TKSP’nin desteğiyle Ağrı belediye başkanı olur. Aynı  yıl tutuklanır, hakarete maruz kalır, suikast girişiminden yaralı olarak kurtulur.  Ağrı’da büyük bir saygınlık kazanmıştır.  Başkanlığı döneminde Ağrı belediyesini faşist kadrolaşmalardan kurtarır, karaborsa, vurgun ve kuyruk ekonomisine önemli ölçüde son verir. Dönemin milliyetçi cephe hükümetinin iç işleri bakanı, Urfan’ı görevden alır. Büyük gösteriler düzenlenmek üzereyken darbe olur. Artık siyaset yapma imkanı bittiği için İran Kürdistanı’na gider. Bu arada TKSP içinde alevlenen ideolojik tartışmalara taraf olur. Burkay’ın tasfiyeci çizgisine açıktan muhalefet eder. 1986 yılında Roja Welat grubunu kurar. Silahlı mücadele yöntemini seçer. Aynı yıllarda PKK’ye hem eleştirel hem de dostane yaklaşır. Halepçe Katliamı sıralarında Türkiye sınırında bir grup arkadaşıyla birlikte Türk ordusu tarafından öldürülür.
    Urfan ile aynı yıllarda Bingöl’de doğan Zeki Adsız varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Hapse girdikten sonra Basın Yayın Yüksek Okulunu bitirir, 1974 yılında önce TİP sonra TKSP çalışmalarına aktif katılır. Özgürlük Yolu’nda yayınlanan yazılarından ötürü hakkında onlarca dava açılır. Bingöl’de DENG kitapevini kurar, gençlik içinde sevilen sayılan bir kişilik haline gelir. Sosyalizmin Kürtlerin kurutuluşu için vazgeçilmez bir seçenek olarak belirler. TKSP’nin her kademesinde görev alır. İstanbul’da MK üyesi olarak 70’lerin sonuna kadar aktif faaliyetlerde bulunur. 1977 yılında Kürt örgütlerinin birlik oluşturarak Diyarbakır Belediye seçimlerinde etkin olmasıyla Mehdi Zana, belediye başkanı seçilir. Zeki Adsız’ın rolü bu seçimlerde belirleyicidir. 1980 yılında tutuklanır, hapis yattıktan sonra tekrar Diyarbakır ve Bingöl’de,  partisinin çalışmalarını canlandırmak ister. Darbe sonrası İran Kürdistan’ına gider. Orada bir grup arkadaşıyla birlikte TKSP ve Burkay’a tavır alır. Burkay’ın ve diğer reformist Kürt hareketlerinin PKK’yi düşman ve karşı devrimci gösterme çabalarına sert tavır geliştirir. PKK’ye yönelik eleştirileri olmasına rağmen sosyalizm çatısı altında birleşmekten yana olur. Urfan Alpaslan ile tanışır, Roja Welat grubuyla çalışmaya başlar. Bu arada TSK’yı kurar. Tevgere Sosyalista Kürdistan (Kürdistan Sosyalist Hareketi) örgütünün lideri olur.

   “ Zeki, Kürt devrimci gruplar arasında dostane ilişkiler oluşturmak için çok çaba sarf etti. Sosyalist gördüğü kişi ve çevrelerle aynı örgüt çatısı altında mücadele verebilmek için bir hayli uğraştı. Fakat pratikte istenen gelişme sağlanamadı. Bu alanda gerçekleştirilen tek birlik, TSK’nın kurulmasıyla neticelenen birlikti. “  Kendisi hakkında bir partilinin yaptığı bu değerlendirmede de görüleceği üzere sosyalizmin Kürtler arasında jakoben tarzda değil bizzat onların yaşantılarını etkileyerek gelişmesinden yanaydı. Burkay ile yolları ayrıldıktan sonra Burkay’ın saldırılarına uğrar. 1990 yılında yakalandığı amansız bir hastalık sonucunda ölür.
TSKP MK üyesi Faruk Aras, Burkay’ı saldırgan, tasfiyeci, mirasyedi, kadro dağıtıcısı olarak eleştirir.  Aras, “Kendi grubu dışında, diğer grup ve akımlara, herkese her kesime bu kadar kinbesleyen, kin üreten Burkay’ın artık sağduyuya ihtiyacı vardır. Çünkü bu yol yol değildir.Kemal Burkay’ın ipe-sapa gelmez karalamalarına yanıt vermek, geldiğimiz zaman dilimi itibarıyla hicap vericidir. Ancak, O’nun hala otuz-kırk yıl öncesinin siyasi polemik dilini, analizlerdeki sığlığı inatla koruması ve bu tutumun günümüzün gerçekliğiyle, ihtiyaçlarıyla  bağdaşmadığını bir türlü kavrayamaması, kendisini sağ duyuya çağırmamızı gerektirmektedir.” der, bir yazısında. Burkay’ın anılarında eski arkadaşlarına ve diğer devrimcilere yönelik karalamalarına karşı bir grup eski, TSKP’li ve Kürt aydını Burkay’a sert bir cevap verir: “Kemal Burkay, son 40 yıllık siyasal tarihimizi ve bunda rol alan insanları kendi düşünce dünyasına uygun bir şekilde yorumlayarak, yaşanmış gerçekleri çarpıtıyor, gelecek nesilleri yanlış bilgilendiriyor. Kitabında izlediği bu uslupla sadece büyük yanlışlar sergilemiyor. O, gelecek nesillerin zihinlerini de çelip bir bütün olarak toplumu yanıltmak istiyor. Bu çerçevede ülkemizde uygulanan sömürgeci zulüm politikasına karşı onurluca direnerek yaşamlarını kaybeden aziz şehitlerimizin ruhları da sızlıyor. Kemal Burkay’da ahda vefa da yok. Okuyucu kitabında bunun zerresini göremiyor. Partisinden ayrılan arkadaşlarının zindan direnişlerini bir nevi artistik ”jest” ve  “gösteri” olarak ifade eden, yine partisinden ayrılıp başka bir örgüt kuran Zeki Adsız gibi önder kadrolara kin ve nefretini kusan veya ayrılıp başka örgütlerde yeralan ve halkının kurtuluş mücadelesinde şehit düşen Urfan Alpslan gibi kadrolara ”heder edildiler” diyen Kemal Burkay, ne kadar vefasız olduğunu, ne kadar sakat ve yanlış bir muhakeme yürüttüğünü sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda ne kadar kendi egosuna esir olduğunu da ortaya koyuyor..” şeklinde bildiri sunarlar.
      Sayın Burkay, ülkeye hoş geldiniz. Sanırım KCK operasyonlarına benzer operasyonların bir zamanlar partinize yönelik yapıldığını unutmayacaksınız. Size şan, şöhret, şeref kazandıran sosyalist Kürtlerin çabalarını bir çırpıda Neo liberal AKP’nin milli birlik ve kardeşliğine heba etmeyeceksiniz. Reel siyaset gereği AKP meşru ve asgari demokratik şartlarda seçimle başa gelmiştir. Bundan kimsenin kuşkusu yoktur. Lakin en az AKP kadar meşru bir başka parti olan BDP’ye nefes bile aldırtmayacak siyasi operasyonlar gerçekleştirmektedir. Bunu da unutmayın, bunu unutursanız Ağrı belediye başkanına zamanında yapılan faşist saldırıları haklı çıkaracaksınız. Kürt sorununun çözümünde sizden tasfiye isteyeceklere Genç Sivillerin aklıyla değil KCK’li tutuklu siyasilerin aklıyla hareket etmek gerekmez mi?


27 Temmuz 2011

Yeni Dönemin Arena Seyircisi: Ahmet Altan

Uzun uzadıya Altan’ın kirli bir savaş karşısındaki düşüncelerini, davranışlarını, ruh halini analiz etmeyeceğim. http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=2658&ahmet_altan-tehlike_ bu linkteki yazısında yeni dönemde olası kirli bir savaş karşısındaki tavrını adlandırmamız için veriler yeterli. Altan, Silvan olayından sonra “şeytanlaştırılmış” bir gücü suçlamanın kolaycılığına kaçmış. Bu, en değme Türk entelektüelinin çöpe atılması gereken tavrıdır.
    Avrupa aydınlanmacılığından önce Amerika’da kolonilerin özgürlük mücadelesi, kurumsal sömürgeci baskıya karşı bazı temel hak ve özgürlükleri talep ediyordu. 18.yüzyılın ikinci yarısından sonra aydınların önderliğinde kolonilerce kaleme alınan Virgina Haklar Bildirgesi ve ardından yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesi’nin girişi şöyle başlıyordu: “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır; Tanrı, her insana elinden alınamayacak bazı haklar bağışlamıştır. Bu haklar kimse tarafından gasp edilemez…” Bunu İngiliz sömürgeciliğiyle Türk devletinin bugünkü pozisyonunu eşitlemek adına yazmadım. Daha çok günümüz Türk aydınlarının “doğal haklar” karşısındaki tavrına ayna tutmak için alıntıyı yaptım. Kürtlerin doğal haklarının ne olduğunu Altan ve ekibine hatırlatmaya gerek yok. İsmail Beşikçi’nin öteden beri yazdığı sosyoloji ve siyaset makaleleri önemli envanterlerdir.  Kürdistan’ın “sömürge bile olmayan” statüsü, Kürtlerin gasp edilen “doğal haklarını”  talep etmelerinde herhangi bir yöntemi meşru kılar.
     J.P. Sartre, Jeanson’ın Cezayirli direnişçilere yardım etmesinden ötürü yargılanmasına şöyle karşılık vermiştir: “ Bu savaşı yargılıyorsunuz, ama hala Cezayir direnişçileriyle dayanışma cesaretini gösteremiyorsunuz.” Bu ünlü sözünden sonra Fransa’da ne mi oldu? Emekli askerler “Sartre’yi kurşuna dizin” şiarıyla yürüdü.  Fransız solcuları, Fransız milliyetçi liberalleri Sartre’yi hain olmakla suçladılar. O, bu defa “Koloniyal her baskı karşısında devlete ihanet etmenin ve kamulaştırılmış milli değerleri reddetmenin meşru olduğunu” açıkladı. Andre Breton da “reddini” açıkladı. Breton, Fransız sağ ve sol aydınlarını “düşünce polisleri” olmakla nitelemiş haklı olarak. 121’ler Bildirgesi olarak tarihe geçen bildirgedeki temel tez: “"Ordunun kapalı ve açık bir şekilde demokratik kurumlara karşı başkaldırdığı, gücünü ırkçı bir egemenlik aracı olarak kullandığı bazı durumlarda reddetmek ve "ihanet" kutsal bir görevdir" Yine manifestonun bu cümlesi de Altangillere ciddi bir eleştiri olarak sunulabilir: “Aslında kendi içinde temel bir kötüyü esas alıp tüm kurumsal devlet baskısını meşru göstermenin hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Fransa’nın bütün vatandaşları insanlığın ve dolayısıyla Cezayirlilerin temel talepleri karşısında onurlu bir tavır sergilemelidir.”
Merak edenler için manifestonun tamamı ve imzalayan 121 kişinin listesi http://www.marxists.org/history/france/algerian-war/1960/manifesto-121.htm dedir.
   PKK’yi ülkenin temel kötülüklerinin öznesi göstermekten vaz geçmek gerekmez mi artık, bir halkın dolayısıyla bireylerin doğuştan kazandığı temel hak ve özgürlükleri devlete, siyasi iktidara, faşist sürüye hatırlatmak gerekmez mi ? 

26 Temmuz 2011

Roni’ye zorunlu tekzip... (Kürt Sorununa Dair Manifesto)

  
Yanlış anlaşılmasın, 'tekzip' Roni’ye değil. Benim gibi düşünenlere yönelik kaleme alınıp alınmadığımdan emin olmadığım bir yazıya, daha doğrusu, Yıldıray Oğur’un 21 Temmuz tarihli Taraf Gazetesi'ndeki köşesinde yer alan bir “zorunlu açıkla"ya yönelik bir tekzip. Yıldıray, zorunlu açıklamasında, “Yaptığım en büyük ayıp belki ‘Şiddetle bu iş yürümüyor, artık kimse ölmesin demek’ olabilir. Bunun için gerekirse özür dilerim. Bu konuda gelecek ‘Tabii ki gerekirse insan da öldürülür, bunu sen bizden iyi mi bileceksin ey Türk!’ diyen açıklama ve tekzipleri aynen sütunumda yayınlamaktan da mutluluk duyacağımı açıklamak isterim. Siz Roni’ye verin, o bana ulaştırır...”demiş. Roni de mecburen bu yazdıklarımı Yıldıray’a iletir. Yanlış anlamışsam da Kürt sorunu hakkında bir kez daha tartışmış oluruz bu vesileyle.

MECBURİ BEYAZLIK!

Bilemiyorum, kim bu kadar kaba kelimelerle, “ey Türk!”diyerek fırça çekmiş Yıldıray’a ama Kürt sorununu tartışırken, Türklerin dikkat etmek zorunda olduğu çok açık. Dikkatli olmalılar, hem de çok dikkatli. Şovenizmle sosyal şovenizm, sosyal şovenizmle de demokratik şovenizm arasında çok ince çizgiler var zira. Bir başka halkı ezen bir mekanizmanın parçası olarak kalem oynatırken, yazı yazarken, konuşma yaparken, analiz yaparken, üstüne üstlük sorunla ilgili çözüm önerileri üretirken dikkatli olmak gerek!

Demokrasi mücadelesi veren birisi, sıra Kürt sorununa geldiğinde, “Nasıl oluyor da devlet mekanizmasının parçası oluyorum ben?” diye sorabilir. Şöyle olunuyor: Kürt değilsen, Kürtleri ezen devlet mekanizmasınınbelirlediği sınırlar içinde, Kürtleri inkâr eden toplumsal ve ideolojik yapı içinde yaşıyorsun demektir. Her ABD vatandaşı Irak işgalinin bir parçasıdır, Afganistan işgalinin de. Irak ve Afgan halkları üzerine atıp tutarken, dikkatli olması gerekir. Her İsrail vatandaşı, Filistin işgalinin bir parçasıdır. Filistin örgütlerinin eylemini, politikalarını analiz ederken, özenli olmalıdır. Söz konusu Kürt halkı, onun örgütleri, örgütlerinin eylemi olduğunda, bu konulara kafa yoran her Türk beyazdır. İsterse Ergenekon’a karşı kıran kırana, kelle koltukta mücadele etsin. İsterse zengin, tahsilli, laik, cumhuriyetçi ve şiddetle Kemalist Türkler ve onun bürokratik Ergenekon örgütlenmesi karşısında mağdur olsun, Kürt sorunu söz konusunda olduğunda, kaçınılmaz olarak beyazlaşır.

AKIL HOCALIĞI SORUNU

Kürtlerin karşısında, her Türk’ün Türk devletini simgelemesi, her Kürt durumu böyle algılasa da algılamasa da bir veri olarak kabul edilmek zorundadır.

“Akıl hocalığı”na yönelik sık sık yapılan eleştirilerin kökeninde, ezenle ezilen arasında tarafsız kalmanın imkânsızlığı yatar. Bu imkânsızlığı göremeyenler, “ben soruna objektif bakarım arkadaş” diyerek, aşırı bir rahatlık sergileyenler, bir kez daha beyazlaşmak zorunda kalır. Garip olan, mağrurken mağdur olduğunu ve mağdurlar arası bir tartışmada elinden geldiğince yol yordam göstermeye çalıştığını sanmaktır.

Oysa, yine, söz konusu Kürt sorunu olduğunda, mağdur sadece bir tanedir. Mağdur olan Kürt halkıdır. Bir demokratın ya da bir sosyalistin, batıda, devlet baskısına, hükümet baskısına ya da darbeci çetenin baskısına maruz kalması, bu mağdur kişiyi, bu demokratı, bu sosyalisti, bu işçiyi, bu yoksulu Kürtlerle eşitlemez. Zengin Kürt’le de eşitlemez, yoksul Kürtle de!

Eşitlenmenin nasıl olacağını düşünmeye çalışmakta fayda var. Bir gün size de, yaşadığınız toprakları işgal eden bir güç, bilmediğiniz, en azından anadiliniz olmayan bir dilde, örneğin Almanca, “Ne Mutlu Almanım diyene!” yeminini etmeyi her sabah ama her sabah zorunlu kıldığında, Kürtlerle ilişkinizde Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü statükosu devam ettiği sürece neden eşit olamayacağınızı anlayabilirsiniz. Bunu anladığınızda, hiç öyle bir niyetiniz olmasa da, muhtemelen, sorunun çözümüne katkı yapmak için yaptığınız analizlerin neden birdenbire “Akıl hocalığı”na dönüşüverdiğini anlamanız kolaylaşır. Yine, söz konusu olan ulusal sorun olduğunda, “akıl hocalığı”, tarafsızlığın, arkasına ezenin yanında tutulan tarafın gizlendiği perdedir, başka bir şey değil! Defalarca dövülen, şiddete maruz kalan, tecavüze uğrayan bir kadına “öfkelenme!” demek, ne yüce bir tarafsızlıktır! Kürt sorunu da böyle, öfkenin sorumlusu, Kürtler değil.

Gerçekleşen şiddet! Şiddetin sorumlusu, Kürtler değil.

Ölümler! Ölümlerin sorumlusu Kürtler değil!

“Düşük yoğunluklu savaş!” Bu savaşın sorumlusu da Kürtler değil. Kısacası, ABD’nin Irak savaşını sorumlusu Iraklılar mıdır? Irak halkına, onun direniş örgütüne hiç akıl verdiniz mi? Diyebilirsiniz ki,

“Iraklılar Türkçe bilse bizde verecek akıl bol!” Öyleyse, Kürtlerin neden Türkçe bildiğini hiç sorguluyor musunuz? ABD bir otuz yıl daha Irak’ta kalırsa, “bozuk” bir İngilizce tüm Iraklıların dili haline gelmez mi? Güç ABD’de nasılsa, süper askeri şov yapabilme yeteneği de öyle. Yüz binlerce Iraklı öldü. Iraklı direnişçiler de az sayıda ABD askerini öldürdü. Kimse ABD askerleri öldü diye sevinmiyor. Ama hiç kimse de ölen ABD askerlerinin sorumlusunun direnen Iraklılar olduğunu düşünmüyor.

Demem o ki, “orası”, sizin “yalnız ve güzel ülkeniz” değil. Orası, sizin “yalnız ve güzel ülkeniz” tarafından iğdiş edilmiş yapayalnız bir yer. Yapayalnız insanların, dünyada hiçbir dostu olmayan, tek dostu dünyanın başka yerlerindeki ezilenler olması beklenen insanların yaşadığı bir yer. O insanlar bir ruh birliğine sahipler, kendilerine Kürt diyorlar, anadilleri Kürtçe, sizden istedikleri akıl değil, dayanışma. İkirciksiz dayanışma hem de. Koşulsuz dayanışma. Ulusal varlıklarının tanınma mücadelesinde seslerine ses katmanızı istiyorlar.

“SİZİN İÇİN YAPTIKLARIMIZ!”

Akıl hocalığı, kendisini meşrulaştırmak için iki yöntem izliyor. Bazı hocalar, “yıllardır sizin için yapmadığımız kalmadı” diyor, imzalar verdik, eylemlere katıldık, sizi destekledik, devlete karşı hep yanınızda olduk diyorlar. Ama artık eleştiri oklarımız size yönelmek zorunda diyerek, geçmişin omuzlarında biriken ağırlığıyla, şimdinin ağır bir şiddete maruz kalan halkını, o halkın politik liderliğini eleştirmek için gerekli ideolojik iklimi yaratmak için etkileyici bir girizgâh yapıyorlar. Akıl hocalığı böyledir işte! Bir anda, geçmişte, Kürt halkının yanında olmak için taşıdığınız tüm yükleri boşuna taşımış olursunuz. Anlamsız olur o yüklerle dolu tarihiniz. Şimdi, bugün, atmış olursunuz o yükü sırtınızdan ve ne yazık ki politikada, geçmişin apoletlerinin hiçbir anlamı yoktur. Geçmişte verdiğiniz anlamlı mücadele 30 bini aşkın Kürt tutsağın durumunun düzelmesinde, binlerce KCK tutuklusunun serbest bırakılmasında, son bir ayda 40’tan fazla PKK üyesinin öldürülmesinde etkili olmamış. Milletvekili seçilen Hatip Dicle hala hapiste.

“Desteğinize teşekkürler ama sorunun çözümünde belirleyici değil, geçmişinize teşekkürler ama bugün, ihtiyaç duyduğumuz değişiklikler için çok daha fazlası yapılmak zorunda.” Bir Kürt aktivistin bu cümleleri kurmasının önündeki engel nedir? Neden, geçmiş ve yakın zaman mücadeleleriniz, “Akıl hocalığınızı” katlanılır kılsın?

İkinci bir yöntem daha devreye giriyor “akıl hocalığı”nda. Koşulculuk! “Koşullarımı dinle bir, uyarsan desteklerim seni” yaklaşımı, demokratından sosyalistine, Türkiye’de muhalefetin Kürtlerle kurdukları ilişkide en sevdikleri, en işlevsel araç. Daha önce de yazmıştım, sosyalistler, Lenin’in, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz ettiği makalelerde, “başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” tezini, ezen ülkenin sosyalistlerinin ezilen halkın siyasi liderliğiyle kuracağı ilişkiye şöyle uyarlıyordu: Ezen ülkenin sosyalistleri, ezilen halkın siyasi liderliğiyle, ulusal özgürlük hareketiyle ilişkisinde, “eleştirel ama koşulsuz” destek vermek zorundadır.

Sanki Lenin, “koşulsuz eleştir” demiş gibi, Silvan olayından sonra, Kürt hareketi, amansız bir eleştiri bombardımanı altında. Bir sol partinin lideri, “PKK silah bıraksın” açıklamasını yaptı. Demokrat bildiğimiz insanlar, artık bu kadarının da anlaşılmaz olduğunu ilan ettiler. Sağdan soldan analizciler, “Kürt hareketinde bölünme” başlıklı analizler yaptılar. Silvan’ın Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya gömülmesi demek olduğunu beyan ettiler. Özerklik ilanının zamanı mıydı şimdi diye sordular. Bu türden her soru, “eleştir ama koşulsuz eleştir” anlamına gelir. Bu açıklamalarda, analizlerde, iddialarda Kürt halkına destek vurgusu bulunduğuna ve desteklemek için bu beyanlarda bulunduğunu söyleyenlere inanmıyorum.

LENİN DEDİ DİYE DEĞİL"

Bunu Lenin böyle söylediği için söylemiyorum. Bu politik bakış, bugün de geçerli olduğu için, ezilen halka eleştirel ama koşulsuz destek verilmesi gerektiğini için söylüyorum. Nedeni belirsiz bir şekilde gururla kibri karıştırarak Kürt sorununun çözüm merkezi olarak atandığını sananlar, çözüme biraz olsun katkı yapmak istiyorsanız, egemen sınıf milliyetçiliğine, evet, evet, ulus kavramını kullanarak söylemekte fayda var, egemen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele edin. Her fırsatta, egemen sınıf milliyetçiliğiyle uğraşın, o milliyetçiliği yenmeye çalışın, Silvan’daki asker ölümlerinin her düzeyde sorumlusu, egemen sınıf milliyetçiliğidir çünkü.

Egemen sınıf milliyetçiliği, bu milliyetçiliğin solda, demokrasinin gelişmesi için canını dişine takan demokratlardaki yansımaları geriletilmeden, Zeytinburnu’nda ırkçı linç girişiminin sorumluları geriletilemez çünkü. Çünkü, koşulsuz destek verirseniz, eleştirinizin bir anlamı olur. Koşulsuz destek verirseniz, güven ilişkisini kurma şansınız olur. Sıradanlaşan milliyetçiliği, her örneğinde mahkum ederseniz, eleştirileriniz, “sinir bozucu”, “ey Türk”ün seslenişinden çok daha farklı algılanır. Hakem değil, taraf olduğunuz hissedilir. Taraf olan, ulusal ezilmişliğinin ortadan kalkması için çabalayan, önce, uzattığı barış elini tuttuğunu kanıtlayanların eleştirilerini ne kadar ciddiye aldığını Kürt hareketini yakından izleyenler biliyor. Diyalektik devreye burada giriyor: Kürt hareketine güven verdikçe egemen sınıf milliyetçiliği, asimilasyon politikaları da gerilemeye başlayacak.

Güven vermek için, ama , öncelikle, “Kürtlerin Kürtçe konuştuğunu” ve Kürtçe konuşmak için ne kadar can yakıcı bir mücadele verdiklerini hatırlayın!

Güven vermek için, Kürt hareketinin bölündüğü yanılsamanızı, gerçeği ama sadece gerçeği söylemek adına bir kenara atın.

Kanıtlanmaya muhtaç olan kanıtlarınızı, “PKK-Ergenekon bağlantısını” kanıtlamakta kullanmaktan vaz geçin.

Ergenekon’un her zaman bakılması gereken yerde, o acayip yapının içinde merkezileştiğini ve bugünlerde Zeytinburnu şovuna hazırlandığını, hazırlığın sahasının yine Kürtlerin bedenleri olma ihtimali taşıdığını görmezden gelmeyin. Tayyip Erdoğan’ın seçimlerden önce yüksek sesle dile getirdiği bu iddianın gerçek dışı olduğunu kavrayın.

“PKK KEMALİZMİ” ANALİZLERİNİZİ ÇÖPE ATIN

Huzursuzluğun nedeni ve ezber bozma ezberciliği

Kürt hareketine yönelik eleştiri bombardımanının başlamasının bir başka nedeni daha var. Eleştirmenler, huzursuz oldular. Tam da “Şimdi barış zamanı”yken, nereden çıktı bu Silvan olayları? Herkesin aklına takılan soru bu. Çözüme yaklaşılıyorken, neden bu çatışma? Bu huzursuzluğun olumlu bir içeriği var. Çözüme yaklaşıldığını fark ediyor insanlar. Ama olumsuz bir yan da var, çözüme nasıl ulaşıldığı konusunda, tümüyle yanlış bir açıdan bakarak fikir üretiyorlar. Kürt sorununun “bugünkü tartışma” düzeyine gelmesinde, temel berlirleyicinin, AKP’nin yarattığı politik iklim olduğunu sanıyorlar. İşte en şiddetli hata burada. Kürt sorunu, “bugünkü tartışma” düzeyine geldiyse, Kürt hareketinin direnişi sayesinde geldi.

Bir sorun da herkesin çözümden ne anladığı konusundaki kargaşada ortaya çıkıyor. Son günlerin çözüm önerisi, PKK etrafında, PKK üyelerinin kaderinin ne olacağı etrafında dönüyor. AKP açısından, Kürt sorunu çözülmüş, ayrı bir PKK sorunu var, o da “çözülürse” işlem tamam. Oysa çözüm, başka bir düzeyde ele alınmazsa, Kürt sorunu kangrenleşerek sürüp gidecek. Bu düzeyin ise esas olarak, siyasal düzey olduğu görülmeli. Kürt sorunu, her şeyden önce siyasal bir sorundur. Bu sorunda, askeri olan, tümüyle politiktir. Bu yüzden çözüm, her şeyden önce, Kürt halkının nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşaması için gerekli koşulları yaratmak, siyasal demokrasinin sınırlarını zorlayarak Kürt halkının siyasal tercihini (burası sizi ilgilendirmez, ayrılmak mı ister, birlikte yaşamak mı, ama biliyoruz ki, Doğan Tarkan’ın da son sesonline yazısında değindiği gibi Kürtler birlikte, kardeşçe ama eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyorlar) özgürce yapabilmesinin siyasal imkânlarını yaratmaktadır.

Peki Türkler ne olacak? “Akıl hocalığı”nın devreye tüm serbestliğiyle girdiği alan burası işte. Burada bana en garip gelen nokta, bu sorunun Kürt hareketi açısından neden içinden çıkılmaz bir denklem gibi algılanması gerektiği? Bu sorun, neden Kürtlerin sorunu olsun? Bu sorun, Türklerin sorunu! “Her ulus içinde iki temel ulus” varsa eğer, Türklerin kendi içinde de ezen ve ezilen, zengin ve yoksul, patron ve işçi olarak ayrılacak iki temel güç var ve bu güçlerin soruna yaklaşımı, kendi iç tartışmaları, bu tartışmada, ırkçıların, milliyetçilerin, devlet geleneğini temsil edenlerin, bilmem kaç küsur yıldır şiddet üzerinde yükselen cumhuriyetin devamından yana olanların, linççilerin bir tutumu olacaktır, bir de Kürt halkı özgürleşmeden kendisinin özgür olamayacağını bilenlerin. Türklerin durumunun ne olacağını bu tartışma belirleyecektir.

Son olarak, bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim. Kanımca, ezber bozma yönteminin kendisini bir ezber haline getirmek, ezber bozduğunuzu sandığınız çok kritik anlarda, politik ezberler tarihinin en klişe tezlerini tekrar etmeye yol açıyor. Kürt hareketini eleştirmenin, Kürt liderliği arasında bölünmüşlük olduğu vurgularının, PKK-Ergenekon arasında bağlantı olduğu iddialarının, ezber bozmakla hiçbir alakası yok. Tersine, bu iddiaların her biri bir ezber. Neredeyse Kürt sorunu kadar eski üstelik!

Ezberden kurtulmak için, bir ezber olduğunu sandığınız, “ezilen halka koşulsuz ama eleştirel destek” tezine geriş dönmelisiniz. Sosyalistlerin, solun, demokratların, bu teze bağlı kaldığını ve ahir ömürlerini Kürt halkının özgürlüğü için kendi egemen sınıflarının milliyetçiliğiyle mücadele ederek geçirdiğini düşündüğünüz için yanılıyorsunuz. Türk solunun bir kesiminin tarihinde Kemalizm ve stalinizm o kadar köklü bir biçimde yer edinmiştir ki, sol, hiç çekinmeden, yüzü hiç kızarmadan, büyük ağabey edalarıyla, Kürtlere öğüt vermiş durmuştur. “Silah bırak, silah bırak!” çığırtkanlığı yapmıyor, “Biz iktidar olduğumuzda emperyalizmin kucağından kurtulacaksınız” şovenizmine saplanmıyor, Ahmet Türk’e yumruk atan faşisti savunmuyorsa eğer. Ulusalcı olan, Kürt halkının özgürlüğü için mücadele edemez.

Son ezber ise, PKK-Ergenekon bağlantısı hakkında, Emre Uslu'vari analizler. Eğer bu bağlamda ezber bozucu olmak istenirse, Ergenekon’a karşı mücadelenin kazanması için Kürt halkının mücadelesinin kazanması gerektiğini anlatmak yeterli olur. Kürt halkına koşulsuz destek verdikçe, Ergenekon’un nihai olarak geriletilmesinde, en güçlü müttefiklerden birisini bulmuş olursunuz. “PKK-Ergenekon bağlantısı” isimli senaryoyu elinizden düşürmedikçe, Ergenekon’un ellerini ovuşturmasına zemin yaratmış olursunuz.

İşte Roni, mektubum burada sona eriyor, "tekzibimi"gerekli adreslere ulaştırman dileğiyle...



Şenol Karakaş, 25 Temmuz 2011,Sesonline.net


24 Temmuz 2011

ZOR ZAMANLARDA KESİŞEN HAYATLAR: AVUKAT, DOKTOR, ÖĞRENCİ


    16 Mart 1988 tarihinde Irak-İran Savaşı devam ederken Güney Kürdistan’da Kürt ayaklanmasını kırmak maksadıyla tarihte benzerine az rastlanır bir katliam yaşandı. Halepçe’nin bütün sokakları cesetlerle doluydu. Etrafta kesif bir kokuya Kürtlerin “havarları” eşlik ediyordu. Derileri kavrulmuş çocuklar, bebelerini kucaklarında can veren kadınlar, vücutları mosmor kesilmiş genç kızlar… Sözcüklerle anlatılması zor bir trajedi o yıl Türkiye basınında “Kuzey Iraklılar” olarak verildi. Kimliksiz ve dağ Türkü oldukları iddia edilen bu insanlar sınır komşularına sığınmak zorunda kaldılar. Binlerce insan nefes alma pahasına 1991 yılında Türkiye’ye göç ediyordu. Öyle ya Kuzey Iraklılara devletimiz kucak açmış, onların nefes almasına izin vermişti.
   O yıllarda Kırşehir doğumlu bir doktor Şırnak’a tayin edilir, adı Mehmet Tanrıbuyurdu… Okullardaki öğretmen yetersizliğinden ötürü zaman zaman felsefe derslerine giriyordu. İki öğrenciyle tanışmıştı: Bışeng Anık ve Halit Güngen…  Bir başka doktor Elazığlı Hasan Kaya da gönüllü gitmişti Şrınak’a… Yeminleri gereği bu doktorlar teröristleri, köylüleri, çocukları, askerleri, özel timleri çoğu zaman ücretsiz tedavi ediyorlardı.
     1991 yılının mart ayında “Kuzey Iraklılar” Şırnak’a yerleştirilmişti. Çoğu çadırlarda kalıyor, ekmek ve su bedeliyle Türkiye kamuoyuna “devletin sıcak kucağı” propagandası yapılıyordu. Dünyaya her zamanki gibi “mutlu Türkler” pozu da verilmiş oluyordu. Her iki doktor da Kürtlerin yaşadığı bu acılara ilk defa tanık oldular. Ellerindeki imkanları sonuna kadar kullandılar. O günlerde bu dramı dünyaya duyurmak amacındaydılar. Dr. Mehmet Tanrıbuyurdu, bölgeye gelen BBC muhabirlerine “Şırnak’ta bir insanlık sorunu olduğunu, insanların tedavilerinin yapılması için gerekli ekipman ve malzemenin eksikliğini, devletin ilgisinin promosyon amaçlı olduğunu “ söyledi. Şırnak tümen komutanı Mete Sayar bu röportajı duyar duymaz iki doktoru da tehdit etti.
    Tam bir yıl sonra Şırnak’ta Kürtler kitleler halinde Newroz kutluyorlardı. Bir süre sonra bayram katliama dönüşecekti. Tuğgeneral Mete Sayar’ın talimatıyla askerler, polisler, korucular halka rastgele ateş ettiler. Cizre ve Nusaybin'in ardından Şırnak'ta da Newroz kutlamalarının yapılacağı Cumhuriyet Meydanı'na doğru yürümek isteyen halka asker, polis ve özel timler tarafından saldırı yapılmıştı. PTT binası, Öğretmen Evi, TEK binası, Uludere yolu üzerine barikatlar kurulmuş ve alana girmek isteyen halka dört bir taraftan saldırı yapılmıştı. Sadece Şırnak merkezde 25'ten fazla insan katledildi. Kitlelerin üzerine panzer sürüldü. Evlerinden çıkmak isteyen kadınlara, çocuklara ateş edildi. Ve kurşunla, kalaslarla yaralanan yüzlerce insan... Üç gün boyunca Şırnak’ta devlet terörü estirildi. Yaralılara ateş ediliyor, onların tedavisine izin verilmiyordu. Doktor Mehmet Tanrıbuyurdu ve Dr. Hasan kaya her türlü sağlık sorununa müdahale ediyor, bir can bile olsa onu kurtarma duyarlılığıyla hareket ediyorlardı. Hastanelerde görevli bazı hemşireler, onları özel tim birimlerine ve Mete Sayar’ın terörist birliklerine ihbar ediyorlardı. Anında tehditler gelmeye başlar, o günlerde lise öğrencisi, 17 yaşında bir genç olan Bişenk Anık da gözaltında işkence sonucu öldürülür. Bu iki doktor için artık dayanılmaz andır…  Aylar sonra kente bir heyetle gelen Aziz Nesin ile Tuğgeneral Mete Sayar arasında bir konuşma olur, Sayar, “Ben Şırnak’ta çok özel bir tablo yapıyorum, buna leke düşürecek olan Şırnaklıların başına dünyayı geçiririm, geçirdim de…” Sonrasında Aziz Nesin ve heyet bu terörist paşa tarafından kovulur…
    
    21 Şubat 1993: Bir grup kontrgerilla üyesi, Şırnak görevinden sonra istifa edip Elazığ’a yerleşen Doktor Hasan Kaya’yı telefonla arayıp , “Yaralı
 militanları  olduğunu, acil tedavi gerektiğini “ söylerler. Doktor, ettiği yemin gereği bu tedaviyi yapacaktır. Ama ürker, çünkü o dönem Kürt coğrafyasında çakallar, köpekler, kuzular tanınamaz durumdalar. Her şeye rağmen Doktor, arkadaşı olan İHD Elazığ şubesi üyesi Metin Can’ı yanına alarak tedaviye gider. Altı gün boyunca  kendilerinden haber alınamaz. Kayboluşlarının dördüncü gününde İçişleri Bakanı şöyle diyecekti: “Yakında bırakılırlar, paniğe gerek yok.”  27 Şubat günü Doktor Hasan Kaya ve Avukat Metin Can’ın cesetleri Tunceli merkeze yaklaşık 4 km, jandarma karakoluna 2km mesafedeki Dinar Köprüsü altında bulunur. Tam bir yıl önce yani, 16 Şubat 1992 günü bir dergide “Hizbullah, çevik kuvvet, özel tim, mit, jitem.” Bağlantılarını haber yapan genç gazeteci Halit Güngön de faili-i meçhul cinayete kurban gider.
      1993 yılında İstanbul’a dönen Doktor Mehmet Tanrıbuyurdu aynı yıl Cudi dağlarındaki PKK militanlarıyla ilişki kurar ve PKK saflarına katılır. 14 yıl boyunca Dr. Mahir kod adıyla hem dağlarda gezer hem de kitaplar yazar. 27 Haziran 2007 tarihinde bir grup arkadaşıyla baskına uğrar ve öldürülür.
   Kürtlere 1990’lı yılları hatırlatmak isteyenlere, hala bu sorunun çözümü için suyu derelerden tersine akıtmak isteyenlere: Kürt sorunu az Halepçe, az Şırnak, az Kırşehir, az İstanbul, az Elazığ’dır, derim. Sorunun aktörleri de doktor, avukat, öğrenci, işçi, köylü, kadın, erkektir…

     
     

21 Temmuz 2011

Chomsky'nin Namo ABDULLA ile Röportajının Özeti

  • Bu röportaj Melisa Türkeri'nin katkılarıyla özetlenerek Türkçeye çevrilmiştir
  • ·         Bildiğiniz gibi Kürtler, bugüne kadar hiç kendi milli sınırlarına sahip olamamış en geniş ulusal, kültürel grup. Türkiye’de durum biraz daha iyileşmiş. On yıldan uzun zaman önce ilk kez gittiğimde, epey kötüydü. Korkunç bir şiddet, baskı ve yıkım döneminin sonuydu. İnsanlar Kürt renklerini kullanmaya korkar haldeydi. Dillerini yalnızca gizlice konuşabiliyorlardı. Bu durum yavaş yavaş da olsa bir parça iyileşti. Kürtler artık ‘dağ Türkleri’ diye tanımlanmak zorunda değil. Kürtçe de bir yere kadar tanınıyor. Okullarda Kürtçe derslerine dair bir söz verildi ama henüz sonuçlandırılmadı. Bir de geri adımlar var. Ekim’de ben oradayken 150 Kürt liderinin davaları başlamak üzereydi.
  • ·         Kürtler haklarını istemeliler ama somut amaçları olmalı. Mesela Mısır örneğinde, daha dar kapsamlı ama net bir amaç vardı: Mübarek’ten kurtulmak. Sonra daha geniş kapsamlı bir amaç belirdi: Egemen sınıftan kurtulmak. Aynı şey Kürtler için de geçerli. Nasıl koşullarla karşı karşıya olduklarını çok iyi değerlendirmek ve kendilerine sormak zorundalar: Bu koşullar içinde doğru taktik ne olmalı diye. Kökeni, 19. yüzyılın devrimsel hatta reformist hareketlerine kadar uzanan kadim bir problem bu. Karl Marx, sosyalist ve komünist-sosyalist devrimleri savunuyordu ama kendine özgü nüanslarla. Mesela, iyi kötü işleyen bir parlamenter sistemi olan İngiltere’de, işçilerin haklarına kavuşabileceklerine inanıyordu. Kullanacağınız taktikleri, var olan koşullara uyarlamak zorundasınız. Doğru taktiklerin ne olduğunu belirleyen mekanik kurallar yoktur.
  • ·         Sivil itaatsizlik mesela; bir taktiktir, bir kural, bir prensip değil. İşe yarayacağına inandığın zaman yaparsın. Kürtler Diyarbakır sokaklarında Başbakan gitsin diye gösteriler yapamaz. Bu aklı başında bir taktik olmaz. Ama aynı taktik, Mısır’da işledi. Sivil itaatsizlik doğru bir taktik mi, yoksa daha başka yollar olabilir mi? Hassas bir sorun bu. Koşulları ve olası sonuçları dikkatlice değerlendirmek lazım.
  • ·         Uzun vadede bile Türkiye bağımsız bir Kürdistan’ın komşusu olmak istemez. Bu yüzden de bu uzun vadeli bir sorun. Bakın Tayvan’dan yeni döndüm. Çin’le ilişkilerin nasıl yönetileceği en büyük mesele şimdi orada. Çin’e göreyse Tayvan, Çin’in bir parçası. Tayvanlılar özgür bir seçim yapabilecek olsa büyük ihtimalle büyük kısmı bağımsızlığı seçer. Öte yanda yaptığınız seçimin sonuçlarına katlanmak zorundasınız. Galiba en iyi yöntem, dramatik bir şeyler yapmaktansa olayları akışına bırakmak. Bir yerdeki başarıdan ders çıkarıp onu olduğu gibi bambaşka bir yere mekanik olarak taşıyamazsınız.
  • ·         Irak Kürdistan’ı bir Amerikan askeri üssüne dönüşmeyi reddetmeli. Askeri üs dediğin şey baskı ve şiddet için oradadır. O bölgenin kendisi için yapabileceği en iyi şey kendini emperyal güçlerin eline teslim etmemek. Güney Amerika mesela. Uzun zamandır Amerika’nın arka bahçesiydi ama artık değişiyor. Bu hem kendileri hem dünya için iyi bir şey.
  • ·         Dünyanın kendi devleti olmayan bu en geniş ulusu için bir Kürt devleti olacak mı? Olabilir ama bu adım adım gerçekleşebilecek bir şey. On yıl öncesine göre durum daha iyi ama daha çok yolu var. Osmanlıyı düşünün. Kimse Osmanlı’yı tekrar kurmak istemez çünkü yoz ve vahşiydi. Ama Osmanlı’da, hiç sınır geçmeden Bağdat’tan İstanbul’a gidebilirdiniz. Biraz da bu yoz yapısı yüzünden her bölge bir nebze kendi haline bırakılmıştı. Mesela bugün Avrupa da, daha geniş bir federal yapı içinde, Katalonya gibi bölgesel özerklikleri tanıma yolunda. Bunlar sağlıklı gelişmeler. Birçok sorunlar olabilir, sevimsiz çatışmalar baş gösterebilir. Uzun vadeli düşünmek daha akıllıca.






Fablların “Kötü Karakterleri” Kafasıyla Kürt sorununu Çözmek

   Son günlerde anaakım medyanın “köşe”cilerinin önemli bir miktarı bir araya gelmiş kafa kafaya vermişçesine dağda bayırda yaşayan rakiplerini nasıl yeneceklerinin plan programını yapıyorlar. Yapabilirler, bunda sorun yok. Yaptıkları şeyin adına “barış” demezler mi, işin suyunu çıkarmak dedikleri bu... Kürtlerin doğal hak taleplerine saygıları olmadığı için onları sürekli dağda, bayırda, çayırda yok edilmesi gereken öküz olarak gördüklerinden olsa gerek kendilerine aslan pozu vermişler. Hikâye biliniyor; aslanlar, öküzlerle olan savaşı kazanamayınca anlaşma ve “barış” yoluna giderler. Önce öküzlerden boz olanını, sonra kuyruğu uzun olanını, daha sonra boynuzları yamuk olanını, en sonunda da lider sarı öküzü parçalarlar ve egemenliklerini ilan ederler. Belki her gün okuyorsunuz PKK’nin şahinleri, güvercinleri, stalinistleri, iyileri, kötüleri, İmralılısı, Kandillisi, popçusu, topçusu, seveceni, canavarı vs vs vs üzerinden onlarca yazı var bu aralar “aslanlar” medyasında. Tabi, gerçek hayatta bu işler fabllardaki gibi yürümüyor.
    Öcalan, geçen pazartesi avukatlarıyla yaptığı görüşmede “Uslulaşan” bu aslancıkları söylemsiz bıraktı, çözümsüz bıraktı. Bu aslancıkların “et” ve “ot” üzerinden inşa ettikleri savaş planını darma duman etti. “Uslulaşan” aslancıkların dilinde ana fikir kesinlikle Kürtleri yaşadıkları tarihsel acılarla korkutmak oluyor. Militarizmin dibine vurmuş bu güruh, Öcalan’ın dağında gedik açamayınca ertesi gün(bugün) hemen “Diyarbakır, Tahrir olmaz, Bingazi olmaz, uluslararası desteği yok” gibi diplomatik argümanlarla da Kürtlerin umutlarını kırma operasyonuna başladılar. Bir süre daha devam edecek.
   Mesela bunların en cesuru Potomyalı Yıldıray (Geçenki yazımda Meletos demiştim, o gün Sırrı Süreya Önder’i mahkemelere ispiyonluyordu.) 1992 yılında bir taktik olarak ortaya konan şehir ayaklanmalarının başarısız olduğunu iddia ediyor. Adına da strateji diyor. Hocası Sedat Laçiner olanın aklın 1992 yılından bu yana Kürtlerin siyasi kazanımlarının bugünkü pratik sonuçlarını görmesi imkansız. Yani uyanık Potomyalıya şunu demek yeterli: “Evet, şehir ayaklanmaları teorisi en somut haliyle pratize edilmiş ve başarılmıştır.” Bugünkü 36 MV ve onca  belediye ve komün o sürecin bir sonucu. Devlet dilini ıslah etmeden, demokratik talepleri somutlaştırmadan “Ben insanları ölmesin, barış olsun istiyorum.” demesi de bir çatışma sonrası yorulan subayın toparlanana kadarki “merhamet aslancıklığı…”
   Bu savaş dilinin ikinci büyük cesuru da Likonlu Markar, “Başbakanın milli tasfiye, sorunsuz Kürt, karnı şişirilecek ama beyni dumura uğratılacak Kürt” projesini de barış projesi sayıyor ve Kürtlerin siyasi temsilcilerini, PKK’nin yaptığı her eylemden sorumlu tutacak kadar “makbul bir Ermeni” rolüyle yeni yayınlanan kitabının promosyonunu yapıyor. Buna göre işler tıkırında, barış tüm doğal ve siyasi taleplerden vazgeçmekle olurmuş. Ermeni bir kadın arkadaşım vardı, bir yıl aynı yerde çalışıyorduk. Mari, taktığı Haçlı kolye yüzünden sokaklarda uğradığı tacizleri anlatırdı hep. Dizgici-grafiker olduğu için de İnkilap Tarihi kitaplarını dizdiğinde de resmi hakaretleri okurdu. Nasıl bir ruh haline girdiğini anlatamam… Markar’ın Timaş Yayınlarında kitap yayınlatması ona göre barışın biricik zemini…
   Daha bunlar gibi onlarcası var; alayı,  aynı cümlelere aynı sözcüklere yükledikleri faşizmin o “söyletme mecburiyetiyle”  her gün biraz daha çakallaşarak, aslanlaşarak “parçalanacak öküzler” olarak gördükleri Kürtler üzerinden yazmaya devam ediyor.
             Potomyalılar ve Likonlular İçin Kısa Notlar:
   Demokratik özerklik, bölgesel bağımsızlığın ilanı değildir. Muhtemelen önümüzdeki dönemde yeni bir anayasa yapılacaktır. Demokratik özerklik olası statüko ve vesayete karşı bir çıkıştır. Eğer anayasa sürecine Kürtlerin “doğal haklarını ve sorunlarını talep eden temsilcileri” katılırlarsa demokratik özerklik bölgede siyasi, idari ve ekonomik bir örgütlenme, olacak(yasal sınırlar içinde), aksi durumda bir direniş ilanı olacaktır. Bu durumda demokratik özerklik belki de Kürtler için tarihin en anlamlı çıkışıdır. Ülke anayasasını bir nevi gündemlerine erken aldılar. Olan biten bu…
     Bir diğer not: AKP, Kürt bölgelerinde çok ciddi bir kaynak arayışında. Her dağdan, her vadiden, her ormandan HES’ler ile , maden çıkarmak ile bölgeyi devasa uluslararası şirketlerin sermayesine açmış durumda. Bunlar önündeki en büyük engel bölgede yaşanan sorunlar. Haliyle bu meseleyi çözmezse kendisi de Türk siyasi partilerinin hazin sonuyla yüzleşecek. Bu açıdan bakarsanız bence kansız, savaşsız yollar önerin iktidarınıza.
    O çokça sizde bulunan “Uslu” aklınızı kendinize sermaye etmenize kızmıyorum. Lakin Kürtlerin “Aqle sevik, bare grane.” Sözünü hatırlatmak isterim.  “Hafif akıl, ağır yüktür.”
     


19 Temmuz 2011

Sen de Okumamışsın be Kardeşim

    Bugünkü yazıyı da http://haber.gazetevatan.com/Haber/389295/1/Gundem şurada yer alan hilkat garibesi düşüncelere ayıralım.
Yazının birinci bölümünde aklı sıra Türklere vermiş ayarı ama ikinci bölümünde devletin askeri ve sivil faşist odaklarının ne kadar gerzekçe teorisi varsa hepsini sıralamış.
      Tönbekici’ye göre Kürtler kanını, canını sömüren bu düzene sessiz kalıyormuş, bu kadın eğer Kenya’da petrol şirketlerinin şatolarında yaşamıyorsa Kürtlerin tam da bu sömürü düzeniyle 40 yıldır kavgalı olduğunu bilmelidir. (Potomyalı Meletos sanırım son günlerde en fazla bu 3.sınıf düşünme biçimine sahip tipleri ikna etmiş. Devlet gücüyle BDP gücünü eşitlemede…)  Yine bu petrol şirketlerinin şımarık Lady’si görünümlü hanım kızımıza göre Kürtler vergi vermiyormuş, vermemekte direniyormuş. İşin burasına esaslı bir küfür savurmak istiyorum da dilim varmıyor. Perinçekçi, Gökçe Fıratçı akıl tutulmasının yeni dönem versiyonu; salakça, akılsızca, düşüncesizce… Vergi kaçaklarını araştırsaydı bu sonuca varmazdı. Türk Solu’ndan aşırma faşist tezleri, tartışmaya açmak bile zaman kaybı. Kürtler akil adamlarını susturuyormuş güya bu burnu çenesine düşmüş “fikir, analiz” yoksulu kadına göre. Burnu çenesine düşmeseydi 3000 akil Kürt insanının hapiste olduğunu anlardı. Bunların önemli bir bölümünün de BDP’nin seçilmiş siyasileri olduğunu… Acaba Mutlu Hanım, hangi kitapları okudu? Nutuk, İlmihal Risale?..
    “Daha ne kadar bu ülkenin “yabancısı”, “uzağı” “düşmanı” “uyuşturucu kaçakçısı” “insan taciri” “mafya babası” “ölüm makinesi” “teröristi” olacaksın?” Bu faşist tezler, hanım kızımızın sadece beynine değil aynı zamanda  ruhuna, ciğerine, midesine velhasıl-ı kelam her bir yerine işlemiş. Böyle bir öğrencim olsa “eğitilemez” şerhiyle öğretmenliğinden çekilirim.
     Evet, küçük kadın general Mutlu Hanım, sen kıyı bölgelerde epilasyon merkezlerinde dedikodu yaparken Kürtler bu dünyaya Hakkari’den, Viranşehir’den, Yüksekova’dan komünal altyapılar sundula Evet, küçük kadın general Mutlu Hanım, sen Nişantaşı’nda kaldırımları “şak şak” şakırdatırken yüksek topuk serçe misali Kürt çocuklar her gün kendilerine tatlı diye yedirilmek istenen marşlar, nutuklar, hitabelere karşı atıyorlar o taşları. Günün birinde kitaplarından Şeyh Sait’in gerici, Seyit Rıza’nın eşkıya olduğuna dair kötücül masalları kaldırırsan o taş atan eller sana bir miktar gül sunacaktır. Sen kokusunu alır mısın bilmem ama onların elinde taş izi yerine bir miktar gül kokusu kalacaktır.
       Evet, küçük kadın general Mutlu Hanım, biz Sırrı Süreya Önder’e yerimize meclis fantezileri yaşasın diye seçmedik, bence siz yanlış tercih yaptınız. Biz, aynı zamanda “Demokratik talepler karşılanmayana kadar o meclisin yüzyıllık günahlarına ortak olmamalısınız.” şerhiyle oy verdik.
     Şimdi sakin olunuz ve burnunuzu karıştırır gibi yazdığınız o yazıyı bir kez daha gözden geçiriniz, bakınız, o yazıda Alman kadınlarının 1928 yılında “milli anne, milli öğretmen, milli gazeteci, milli emlakçı” kibriyle yanıp tutuşan davranışları var. Hoş, bir süre sonra o kibri burnunda milli kadınların dünyası da yerle bir oldu ya onu    saymıyorum…
     O halde Hasan Cemal'i bırakınız Mutlu Hanım, Zweig'i, Galeano'yu falan az okuyunuz. 

18 Temmuz 2011

Urugay'dan Buralara Faşizm


    Urugay’daki diktatörlük dönemlerinde Tito Selavo, “özgürlük” adı verilen hapishanede, birtakım resmi belgeleri görüp kopya çekmeyi başarmıştı. Bunlar ceza kurallarını belirleyen kurallardı: Gebe kadın ve kuş resmi çizmek ve resimlerinde kadınla erkeği bir arada göstermek suçu işleyenlerin ve çiçekli havlu kullanırken yakalananların cezası hücre tecritiydi. Kafası hapishanedeki gibi sıfır numara tıraş edilmiş bir mahkum “yemekhaneye dağınık saçla” girdiği için cezaya çarptırılmıştı. Bir başkası da kafasını kapının altından uzattığı gerekçesiyle. Oysa o kapının altından ancak bir milimetrelik bir ışık geçebilirdi. “Orduya ait bir köpekle dost olmaya kalkışan” mahkûm gibi silahlı kuvvetlere ait olan bir köpeğe hakaret eden mahkumun kaderi de hücre hapsiydi. Bir başka mahkûm da “hiç nedensiz köpek gibi havladığı için” ödüle layık görülüyordu.
                                       Kucaklaşmanın Kitabı, Eduardo Galeano, sayfa 63


ROMANTİK SOL AÇIKLARA ŞİDDETİN ESTETİĞİ

Eutimio, Che’nin 26 Haziran Birlikleriyle bağlantısını sağlayan bir köylü milisti. Bir parça arazisi vardı Sierra Mestra Dağları’nın eteğinde. Bir gün önce Che’nin bulunduğu alanda şehirden gelen kuryeler karşılanıyordu. Şehir hareketinin önemli kişilikleri tarafından  Küba Sosyalist Halk Partisi ile 26 Temmuz Hareketi’nin birleşmesi için son hazırlıklar yapılıyor, tartışmalar yürütülüyordu. Şehirden Küba Devrimi’nin önemli kadın militanlarından Vilma Aspin, Haydee Santa Maria ve hep Che’nin yoldaşı kalan Celia Shançez ile son bir görüşme yapılmıştı. Yine bu gece Armando Hart, Faustino Perez ile Frank Pais ile de devrimci süreç planlanıyordu. Amerikalı gazeteci H. Matews de gelmiş kısa görüşmeler yapmış ve birkaç fotoğraf çekmişti. Çektiği fotoğraflar daha sonra Batista generallerinden birinin diline düşmüş, Küba’da alay konusu olmuştu. Tüm bu görüşmelerden sonra Che’nin emriyle Eutimio, bir grup gerillanın kuşatmasıyla yakalanarak birliğe getirilir. Hemen ayak üstü kısa bir sorgulama yapılır. Eutimio Batista’nın adamlarına bazı bilgiler verdiğini itiraf eder. Batista askerlerinin kendisini karısı ve çocuklarıyla tehdit ettiğini de belirtir. Eutimio’nun son iki isteği oldu:
1. Çocuklarının ihtilalcilerin yardımıyla okutulması ve büyütülmesi,
2. Kurşuna dizilerek idam edilmesi.
Devrim onun son isteklerini karşıladı. Bir daha Eutimio adında bir milis olmayacaktı bu saflarda. Çocukları da er geç haberdar edilecekti bu eylemden…  Bir diğer “hain” Moran da Eutimio ile birlikte üç gün ortadan kaybolmuştu. Yalnız olduğu bir zamanda kendisini yaraladığı iddia edilmiştir, Moran her ne kadar itiraz etse de onu da devrim, oracıkta bir daha anılmayacak biçimde cezalandırdı.
    Bunları niye mi yazıyorum? Çünkü bu ülkede Che hem Türk soluna hem de soldan devşirme “sol açık”lara göre bir kahraman ama Kürt gerillalar yedi başlı devin en kötürüm, en haksız, en kaba saba unsurları. Şiddet karşıtı olmak sebepsiz değildir, Potomya manifestolarıyla da karşıt olunmaz. Şiddetin iyi olanı kötü olanı diye bir ayrıma da gitmiyorum, ama bildiğim şey kötülüğün evrensel bir alçaklık olduğu, insanlık tarihinin bu şiddeti haklı kılan, uygarlaşmanın sancısı sayan örnekleriyle dolu olduğu… Kurtlar bir koyun sürüsüne dalmışken kenarda durup izleyen eşek ya da köpek olamasanız, doğal haklılık dediğimiz şey burada devreye giriyor.
   Urugay’da diktatörlük günlerinde genç bir devrimcini kolu kopartılıyor bir gösteri esnasında. Aynı genç tutuklanıyor, hapiste her isteğine karşı hapishane müdürüne dilekçe yazması gerekiyordu. Bu imkansızdı. Çünkü kopan sağ koluydu ve o da bir başka mahkemede yargılanıyordu. Bu gençten ne yapmasını beklerdiniz? Kolunu koparanlara merhamet mi göstermeliydi, ilk fırsatta hapishane müdürünün aracına bomba koymasını mı? 1996 yılında Burdur Cezaevi’nde Veli Saçılık’ı siz mi affedeceksiniz, yoksa onun mu devleti affetmesini bekliyorsunuz.
   Şimdi bir kez daha soralım Arjantinli Ernesto’yu mu kahraman ilan edeceksiniz yoksa “Kürt Cheleri” mi?
    

12 Temmuz 2011

SOSYALİZMİN TÜRK(CHE)Sİ: DEVLET SOSYALİZMİ

“Çarlık Rusya'sının çok sayıdaki Rus-olmayan milliyetleri her turla haktan tamamen yoksundu ve durmadan akla gelebilecek her türlü hakaret ve aşağılanmalara maruz bırakılıyorlardı. Çarlık Hükümeti, Rus nüfusa, milli bölgelerin yerli halklarını aşağı bir  ırk olarak görmeyi öğretmeye çalışıyor, bu halklara resmen  inorodtsi  (yabancı kökenliler) adını veriyor, onlara karşı nefreti ve aşağılamayı kışkırtıyordu. Çarlık hükümeti kasten ulusal düşmanlığı körüklüyor, bir halkı diğerinin üstüne saldırtıyor, Yahudi pogromları, Kafkasya'da Tatar-Ermeni katliamları tezgâhlıyordu. Milli bölgelerde hükümet dairelerinin tümü ya da neredeyse ümü, Rus memurlarla doldurulmuştu. Resmi makamlar ve mahkeme önünde bütün işler Rus dilinde yürütülüyordu. Ulusal dillerde gazete ve kitap yayınlamak, okullarda anadilde eğitim yapmak yasaktı.” Bu paragraf Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi adlı kitabın ilk bölümlerinden alınmıştır. Üstelik kitap, Stalin tarafından 1938 yılında kaleme alınmasına rağmen Büyük Rusya’nın egemenliğindeki diğer ulusların sorunlarına sosyalistlerin bakış açısını ortaya koymada önemli bir giriştir.
      Türkiye’de öteden beri Kürt sorununa yönelik birkaç bakış açısı vardır. Beni, dolaysıyla bu yazının okurlarını ilgilendiren Türkiyeli sosyalistlerin yaklaşımları… Devlet ve onun türevi olan kaba, inkârcı yaklaşımlara değinmeyeceğim. Ama devlet bakış açısının Türk olan sosyalistleri etkileme biçimleri üzerinde durmalıyız.  Bu konuda günümüzde iki tip sapma göze çarpmaktadır: Bunlardan birincisi kuşkusuz solun klasik “halkların kardeşliği” argümanı, diğeri iktidar-sermaye odaklı liberal sapmalar. “Hakların kardeşliği” argümanına sahip olan sol, her alanda olduğu gibi  Kürtlerin ulusal sorunlarının çözümünde devletin hastalık düzeyinde kendilerine içselleştirdiği Kemalist olguların devrimci sanılmasından olsa gerek “çağdaş, laik, sosyal hukuk devleti”  normlarıyla, Türkiye’nin asıl proleterleri olan Kürtlerin demokratik hak taleplerine egemenlik hakkıyla bakmıştır. Solun bu hastalıklı düşünme ve yayma biçimi özelde özelleştirme politikalarına, genelde neo-liberal AKP iktidarına karşı Kemalizmin kutsal devletçiliği ve kamuculuğu devrimci muhalefet olarak sunulmasında da nükseder. Sağlık özelleştirildikçe alternatif sağlık programlarını tartışmak yerine devlete yaslanan eski devlet hastaları ve devlet memurunun avantajlarını savunma gibi… Devlet işletmeleri özelleştirilirken bu özelleştirmelere karşı devrimci ekonomiyi örgütleyecek programları tartışma, örgütleme ve hayata geçirme yerine yumurtalı, salt hükümet karşıtı öğrenci muhalefetini “en sosyalist” direnme biçimi olarak lanse etmek elbette donanımlı sosyalist tavır değildir… Bu tip örnekler çoğaltılabilir. Komünal örgütler, komünal merkezler, tarım ve küçük şehir komünleri sadece öğrenci evlerinin ortaklaşması olarak mı anlaşılıyor ne! Bu ulusalcı etkilerin biçimlendirdiği sapma genelde Kürt sorununu tartışmaya açtığınızda Kürtlerin geçmiş direnmelerinde insanlığı, vicdanı, bir temel hak olarak var olmayı ikinci plana atar.  Bu sola göre Şeyh Sait ayaklanması gerici bir ayaklanmadır, şeriatçıdır; asıl dertleri bu da değil, çünkü bu konu ancak siyasi, sosyolojik ve dolayısıyla önderliksel alanı kapsayan bir tartışmadır. Bu solun asıl derdi, genç cumhuriyetin Türklük  ve laiklikle perçinleştirdiği bürokratik-faşist devletin katliamlarını ilerici, burjuva demokrat diye temize çıkarmadır. (Bakınız Dev Yol ve ÖDP geleneğinin burjuva demokratik devrim tespitlerine) Bunun için reel sosyalizmin günahlarına sarılmayı da ihmal etmezler. Kronştad ayaklanmasına karşı genç Sovyet devletinin terörü bunlar açısından haklı olmanın mantığıdır. Aynı cenah, Kronştad ayaklanmasını bastıranların NEP’i devreye soktuğunu ya bilmez ya da bildiği halde sansürler kendince. Sovyetçi devletçilik ve Stalin,  devlete ve partiye atfettiği önem yüzünden giderek reel sosyalizmin çöküşünü hazırlamıştır. Bunu biliyoruz. Hala Dersim odaklı gerillacılık yapan radikal MKP, TİKKO, DHKPC gibi illegal sol gruplar da bu hastalıklı anlayışın dışına çıkmış değiller. Kürt sorununu salt sınıfsal sorunlar etrafında tartışarak enternasyonalist olduklarını kanıtlamaya çalışırlar. Bu tip örgütler bana Sovyet devrim sürecindeki SR’leri (Devrimci Sosyalistler ve son dalga Narodnikleri hatırlatıyor.) Gerekirse uzun uzadıya bu sorunları açacağım, şimdilik bununla yetinelim.

   2.sapma dediğim sol-liberal yaklaşımlar ise günümüzde AKP eksenli çözümlerin yedeği olan liberallerin, Kürtlerin sosyalistlerle bütünleşme çabalarını engellemelerine  ne demeli? Murat Belge’nin başını çektiği entelektüel cephe ile AKP’ye yedeklenen DSİP bu grubun en bariz örnekleri. Tüm argümanları muhafazakar sağcılıkla ulusalcı sağcılık(solculuk) arasında bir yerde mevzilenen fırsatçıların davranış, duyuş ve düşünüş tarzı benzer. Ulusalcı, askeri bürokratizm karşıtlıklarını afili teorilerle donatmalarına kanmıyorum.  Bunların düşünce duvarlarıyla az oynadığımızda sol-teorik sıvaları dökülür, geriye kapitalist-liberal devlet biçiminin tuğlaları kalır. Martov’un 1917 devriminden sonra giderek çarlık-burjuvazi uzlaşmasındaki düşünce ve politikasını inan hakları, sivil toplumculuk, anti-militarizm diye allayıp pullayıp bize ya Trockici ya da sol-liberalizm diye yutturmaya çalışırlar. Kürt sorunu karşısında DSİP modeliyle takiye yapmak ya da Belge uyanıklığıyla edebiyat yapmak dışında bir dertleri yoktur. Zaten Kürt liberalleri, dindarları, solu ve enternasyonalist sol olan Türk emek damarının seçim birliğine karşı da onları, sürekli ülkeye hakim iktidar sağcılığının davranış ve düşünceleriyle sınamaya çalışırlar. Trockici düşüncenin yeryüzündeki en kötü temsilcisi sayılabilecek Doğan Tarkan ve ekibi, AKP’nin egemenlik alanlarını ulusalcı-bürokratik siyasetine karşı geliştirdiği göreceli ve biçimsel yasal değişikliklerinin yarattığı rahatlamayı hemen kendi zaferleriymiş gibi yansıtır. Buna da ulusalcı olmayan sol derler. Ulusalcı mı bilinmez ama Lenin’in deyimiyle  yarıcılar(ispolu) ya da kuyrukçular olduğu kesin. Belge’nin erken dönem Rus liberallerinin temelini oluşturduğu Menşevik“ ekonomistler” grubunun 1901-1921 yılları arasındaki afili teorilerini incelterek emek ve Kürt hareketlerine post-modern sosyalizm diye satmaya çalışmasını da ancak temelsiz, çapsız bir grup genç sivil ya da genç sağcı yutar.
   Belge demişken son günlerde dönen Sırrı Süreya Önder odaklı tartışmalara da bir “kabul edilemezlik” şerhini koymak isterim. Zira Belge’nin anti kapitalistliği, anti Kemalizmi, anti militarizmi eğer kıyaslanacaksa bu Önder değil, mutlaka İsmail Beşikçi olmalıdır. Mesela AB hukuku, AB ekonomisi ve Kürt sorunu konusu dahil anti militarizm ve anti kapitalizm konularında Belge sınıfta kalır. Öyle intikam faresi “Taraf”çıların iddia ettiği 1984 menşeili “ Aydınlar Dilekçesi”nin altında imzası olmak bugün için günü kurtarmıyor. O gün, Belge’nin bu duruşu solun namusunu kurtarmış saysak bile Beşikçi Hoca’nın Kürdistan tezleri, sömürge ötesi düşürülmüşlüğe dair Kürt sorununun tartışılmasına yaptığı katkıları, solun namusunu değil aynı zamanda solun Marxizmin enternasyonal ilkeleriyle olan bağını kurtarmıştır.
    Kısacası; Kürt, tarlasının etrafına biri elma diğeri armut iki meyve ağacı dikmiştir. Hasat toplama zamanı geldiğinde, bu ağaçların çevresine gittiğinde Kürt'ü taşla, mermiyle kovan devletin milislerine karşılık verip Kürt’e yardım etmesi gereken solun bu iki sapmacı grubu ağacın dalları arasında gizlenmiş, yedikleri meyvelerin kabuklarını ve çekirdeklerini aşağıya atan uyanık köylüleri aklıma getiriyor.
       
   Yoruldum çay ve sigara içeceğim, bir sonraki yazıda bu iki sapmanın daha somut düşüncelerini tartışmaya açacağım.

3 Temmuz 2011

TÜRK ŞOVENİZMİNİN KÜRT-ZAZA DERDİ

http://www.ntvmsnbc.com/id/25228787 Burak Cop’un bu linkteki yazısı daha fazla bilgiye daha fazla desteğe muhtaç. Girişte Dersim’de CHP bürosuna yapılan bir saldırıdan söz ediliyor. Evet, bu doğru… Lakin dağın görünmeyen yüzünde, seçim sürecinde  bölgede BLOK bileşenlerine karşı TSK-Emniyet-AKP-Korucu-CHP işbirliğiyle gerçekleştirilen daha kapsamlı saldırılar olduğu gerçeği. Blok’un seçim yenilgisinden sonra CHP bürolarına yapılan saldırı, bu “faşist saldırıları”larla bir hesaplaşma kanımca.  Dersim’den aldığım bilgilere göre Ferhat Tunç’un kendisi hem karakol komutanlarınca hedef gösterilip tehdit edilmiş hem de CHP’li bir grubun Mazgirt’te saldırısına uğramış. Burak cop, yazısında CHP bürosuna yönelik saldırının nedenlerini araştırmamıştır. Aynı yöntemi Taraf yazarları “Bölgede BDP vesayeti" şeklinde çarpıtır. İlginç olan şu ki Melih Altınok, Kurtuluş Tayiz’e göre de BDP “Hizbullah ve AKP’ye Tunceli’de CHP’ye saldırdığı gibi saldırıyormuş. Ciddiye bile alınmaz bu tip iddialar. Yalnız bu iki örnek Türk basınının liberal sağ ve liberal soldaki şovenizmini göstermek açısından önemli.
      Burak Cop’a asıl eleştiri, Nişanyan’dan aldığı Kürtçe ve Zazaca arasındaki mesafenin İtalyanca ve İspanyolcadan daha fazla olduğu konusunda yapılmalıdır. Kendim Türkçe öğretmeni, aynı zamanda Zazaca ve Kürtçe bilen biri olarak bu konuda net olduğumu söylemeliyim.
   Dil, kendi doğal yasalarına göre durmadan değişir, yenilenir, etkiler, etkilenir. Bir dildeki değişim, yenilenme ve ayrışma o dili ne başka bir dil yapar ne de o dili konuşan topluluğu farklı bir ulus yapar. Dil, kendi içindeki değişim ve yeniliklere karşı hoşgörülüdür, yapıcıdır. Nişanyan’ın ve dolayısıyla Burak Cop’un İtalyanca- İspanyolca mesafesini Kürtçe – Zazaca ile kıyaslamak haksızlıktır, temelsizdir. Kürtçe ve Zazaca konuşanlar, Türklerle Azeriler kadar anlaşabilir. Zaten dil bilimciler de İstanbul Türkçesi ile Azeri Türkçesi der. Lehçeler incelenirken aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları bulmak için birkaç yöntem önerilir:
İlk üç kişi zamir: Ej(Ez), tı (tu) eu (hu) parantez içindekiler Zazaca…
Yiyecek ve içecek adları: Av(av, auyk) çem(çem):nehir, ırmak; nan(nan, non) genim (genim):ekmek; cev(ceu, cev): arpa parantez içleri zazaca…
Semboller basamağı: Çocuk dilinin birçok yerde benzerliği : May, dayiq (may, dayiq): anne gibi onlarca terimle bu benzerlikler de bulunabilir. Bunun dışında jest-mimiklerde çıkan sesler, ruhbilimsel yöntem, iş kuramı yöntemi ve yansımaların birbirine benzerlikleri… Bu örneklerdeki amacım bir dilin varlığını kanıtlamaktan ziyade Burak Cop’un bu konuda bilgi eksikliği ve araştırmasız kalan yazarlığını ele almak.
    Sevan Nişanyan ile bizzat bu konuyu bir yazısı üzerine Şirince’de tatil yaptığım esnada tartıştım. Onun itirazı eylemlerin mastar eklerine yönelik daha çok. Zazacada mastar eki ” –ayni” ekidir. Kürtçede bu ekin olmadığı iddia edilmiştir Sevan tarafından. Kürtçede olup olmadığı konusunda eksiğim ama bu bir şey değiştirmez. Dillerde mastar ve çekim ekleri her daim değişmiştir.  Türkçenin 16 yüzyılındaki yapısına bakarsanız “-ubanu” diye bir zarf fiil eki bulursunuz. Bugünkü Türkçede –ip ekidir. “Gelip, gidip”teki –ip…
   Bu konuda Burak Cop, Sevan’ın gazına gelmiş, Sevan da M. Şerif Fırat’ın gazına gelmiştir.  M. Şerif Fırat kim mi? Doğu illerinin Kemalist devşirmelerinden, Alevi ve Sunni-Alevi çatışmasından yararlanıp bölgeyi asimile etmek isteyenlerin fikirtörü… Ciddiye bile alınmayacak tezleriyle birçok solcu ve sağcı kesimi etkilemiştir.
Burak Cop ve Sevan’a bu hatırlatmayı yapalım: Kürtçe ve onun Zazaca lehçesi Dersim’de konuşulur. Yani Dersim iki dili de neredeyse eşit oran kullanan yerlilerine sahiptir. İkisini de bilen kişi sayısı az değildir. Yani, Dersim Alevilerinin bir kısmı Zazaca lehçesini bir kısmı da Kürtçe (kurmanc) konuşur. Yine Diyarbakır ve Urfa’da da durum buna benzerdir.
   Burak Cop’un bilmesi belki de belirtmesi gereken diğer bir konu da akademiyası olmayan, Türk devleti tarafından gaspa uğramış bu dilin lehçeleri arasındaki farklılıkların ve mesafenin yüzyıllık baskıya rağmen abartılmayacağı konusudur. Baskıdan öte sosyolojik, siyasi be kültürel asimilasyon… Türkçe ile Osmanlıca arsındaki farklılıklar ve mesafe de incelenmeye değer. Bence Burak, bunu araştırsın. Bu asimilasyonun içinde bazı çelişkilerden yararlanarak Kürtleri örgütsüz ve siyasetsiz bırakmak da vardır.
Sonuç: Dersim ya da bir başka bölgede seçim sonuçları doğru analiz edilirse BDP/Blok ve diğerleri şeklinde bir yarış olmuştur. Diğerleri: Devlet ve onun örgüt, kurum ve yasal partileri… Dersim’de buna ek olarak CHP’yi aktif şekilde desteklemiş Maocu, diğer sol grupları eklemeli… CHP’ye eğilim Zazacılık ya da Alevicilikle açıklanacak bir olgu değildir.  Tümden Blok ve diğerleri şeklinde açıklanabilecek sebepler içerir. 

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.