1981 yılında Dublin’de şehrin ortasında
birkaç sivil eski MI5 çalışanı, yüzbaşı yardımcısı Harris’i yakalayıp beyaz bir
araca atarlar, bir gün sonra Harris’in öldürüldüğü haberi yayılır. Bacaklarına ve
kafasına birer kurşun sıkılmıştır. Öldürülme biçiminden anlaşılsın diye
cinayeti İRA’nın işlediği basına servis edilir. Oysa daha birkaç gün önce
Harris, İRA sempatizanlarının takıldığı bir barda İngiliz kraliyet
istihbaratından kaçırılırcasına İRA militanları tarafından korunuyordu. Harris,
Dublin’de kaçırılmadan önce Amerikalı insan hakları savunucusu İngrid Jessner ile
buluşmuş ve ona bir kaset kaydı teslim etmiştir. Jessner, 1972-76 yılları
arasında Şili’de insan hakları adına çalışmış, belgesel yapmak istemiş fakat
otak çalıştıkları birlik üyeleri bir bir ortadan kaybedilmiştir. Şilili bir
komünistle ilişkiye girmiş, bu ilişkiden kürtaj yaptırtmıştır. Bu bilgiler
İngiliz istihbaratında kayıtlıdır. Böylece İrlanda’daki liberallere, demokratlara,
İngiliz kamuoyuna teşhir edilecek o tarihsel günah, komünistle yatmak-komünist
olmak, malzemesi sunulacak ve herkesin susması sağlanacaktır. Bu arada Dublin infazından önce Belfast’ta Jessner’in çalışma arkadaşı avukat Paul Sullivan,
Harris ile buluşmak için İRA kuryesi Franki Molloy ile yolda Paul'un aracıyla seyrederken gizli
bir birim tarafından infaz edilirler. İRA militanının varlığı bu olayın “terörist”
bir saldırı sonucu meydana geldiği yönündeki kirliliği de inandırıcı
kılacaktır. Avukat Paul Sullivan uluslararası insan hakları savunucusu olduğu
için infazı kuşkuyla karşılanır ve İngiliz hükümeti iki polis müfettişi
görevlendirir. Müfettiş Kerrigan ile bir
senatör ve istihbarat şefi Alec Nevin arasındaki diyaloglar herhangi bir kirli
devletin, kurumun, kişilerin ofisinde karşılaşılabilecek konuşmalardır. ( Günün birinde Ergenekon üyesi bir general, eski bir Hürriyet yayın yönetmeni, Taraf'tan bir köşe yazarı, Emre Uslu, Mehmet Baransu, bir polis şefi bir araya gelse ve bunları sorgulayacak cesur bir savcı ve hakim olsa tıpkı bu filmdeki diyaloglardaki malzeme çıkar ortaya. Bizimkiler az din, az Atatürk az Türklük karıştırırlar , o kadar fark olur) Ama Ken
Loach, “Hidden Agenda” filminde adeta ciltleri dolduracak bir tartışmayı birkaç
cümleyle özetleyecek birkaç diyalogla veriyor. Loach’ın tarafı bellidir: Loach,
tam 800 yıldır bağımsızlık savaşı verenlerin, kılıçlanan, kırbaçlanan, aç
bırakılarak, yakılarak öldürülen;, tutuklanan, idam edilen, işkence edilenlerin
hala sinmeyen öfkesinden yanadır. Loach, İrlandalıların bu direnişinin
haklılığını seyirciye bir öğretmen edasıyla öğretmez, iki farklı fikirdeki
karakterlerden birine söyletir ve seyirci, eğer kafası basmaz bir İngiliz
değilse doğal-kolektif haklardan ötürü İRA’lıların yöntemleri dahil amaçlarının
politik ve anayasal baskılardan kaynaklandığına inanır. Bu arada Paskalya Ayaklanması’nın
(1916) kahramanlarından James Connolly’i de anmayı borç bilir.
Hidden Agenda filminin bence tüm marifeti
ustalıkla örülen kurgusunun yanı sıra diyaloglardaki liberal, muhafazakar ve
ulusal kurtuluşçu öğretilerin incelikli bir biçimde sunulmasıdır. Dünyanın birçok
yerinde olduğu gibi İngiltere’de de muhafazakar sağcılık “devlet-hükümet-anayasa”
korumakla mükellef, halka bedel ödetmeyi görev bilen ve bu uğurda halkı da ikna
eden bir sistemin ideolojik politik kalkanı olmuştur, sonucu çıkarıyoruz.
Bundan sonra bloğu bir süreliğine dünya
sinemasında “politik izler” etiketi altında yazılar için kullanacağım. Serinin ilk
bölümü İrlanda sorunu, İRA, Ken Loach’ı konu edineceğim. Bundan sonraki yazı
Loach ile Neil Jordan’ın filmlerinin kıyası olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder