Social Icons

.

Pages

Barış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Barış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ekim 2012

Derdimi Anlatıyorum; Barışmak, Müzakere ve Şiddet



    Anlaşmazlıkların silahlı yöntemlerle bitirilerek, bir tarafın mutlak galibiyetine dayanmasını reddederek,  hem şiddete son verecek bir anlaşama sağlamak hem de arabulucular yoluyla müzakerelere başlamanın gerekliliğini ifade eden tüm çaba ve girişimlere barış süreci denir. Bu süreçten anlaşılması gereken temel nokta “fiziksel şiddete son verecek” anlaşmalar ya da sözleşmelerin önünü açmaktır.  Önceki silahlı durumdan çatışmasızlık ortamı yaratmanın ön kabulü de denebilir. Barış süreci dediğimiz şey belirsizlikler, engeller ve çatışma olasılıklarıyla dolu zorlu bir yüzleşmedir aynı zamanda.
   Barış süreçlerinin yöntemleri;
Yeniden Uyum Programı:
En kolaycı yoldur. Çatışmanın bir tarafına diz çöktürerek yapılanıdır. Silahlı grup üyelerine ekonomik yarar, profesyonel destek, eğitim ve sosyal hayatla bütünleştirme olanakları sağlamayı vaat eder. Bunun en önemli şartı silahlı grubu tümüyle silahsızlandırmadır. Bunun için de özel yasalar çıkartılır, sosyal uzlaşma programları devreye girer. Angola’da denendi. Bunun bir yararı var; güçlü olan hükümetler “öneriyor” gibi yaparlar.

29 Eylül 2012

Türkiye-PKK Müzakere Girişimi


   Hükumet kanadının bir anda Oslo ve İmralı görüşmelerini tekrar gündeme getirmesiyle müzakere girişimi başlamış oldu. Bu konuda her çevreden çok farklı yorumlar var. MHP ve onun değişik versiyonu olan Gülen Cemaati  çevresinin operasyonel değerlendirmelerini dışarıda tuttuğumuzda her çevre kendince haklı gibi görünüyor.
AKP açısından
    En üst düzeyde Başbakan Erdoğan’ın dillendirdiği yeni bir Oslo veya İmralı süreci Ankara’nın müzakereci tutumunu hala netleştiremedi. Şimdilik bir girişim olarak medyada, orada burada tartışılıyor. 30 Eylül AKP kongresi bu açıdan bir milat sayılabilir. Erdoğan’ın,  kongrede önümüzdeki 10 yılın manifestosunu açıklayacağını belirtmesinden sonra kongrede olası müzakere atıfları daha bir önem kazandı. Balyoz davasında mahkûmiyet kararlarının çıkması Erdoğan’ın elini rahatlatmışa benziyor. Ulusalcı dalganın komplocu yönünü şimdilik bastırmış görünüyor. 2005’ten sonra Erdoğan’ın sorunun çözümü konusunda geliştirmiş olduğu her iyi niyetli girişimi bu ulusalcı dalganın nasıl sabote etmek istediğini pratikte hepimiz gördük. Sağcı-muhafazakâr bir partide olması gereken tüm pragmatizme, ilkesizliğe, çark edişe de AKP ve Erdoğan şahsında tanık olduk. Habur sürecindeki Kürtlerin siyaseten moral şovunu ilk iki gün olumlayan Erdoğan bir anda milliyetçi ve ulusalcı dalganın etkisiyle birkaç gün sonra tipik Türk devletçisi olarak tavır değiştirdi.

7 Aralık 2011

ŞAKLABANLIK BARIŞ İSTER Mİ?


http://www.ilkehaber.com/yazi/buyuk-kararlarin-adami-gerry-adams--3083.htm    Hilal Kaplan’ın bu linkteki yazısını okuyunca bazı kavramların nasıl ters yüz edildiğini gayet iyi anlıyorsunuz. Hanımefendinin Gerry Adams hakkında övgülü satırları Melih Altınok’un “çakal eriklerinin günümüzdeki üretimi ve piyasa sorunları” konusunda yazarken “BDP-KCK-PKK’nin şeftali bahçelerimizi nasıl yok ettiğine dair bir analiz.” gibi soytarıca absürtlüklerini hatırlatıyor. Aslında en fazla bir Genç Siviller toplantısında “AKP’nin melek huyları” konulu bir panelde konuşmacı olması gerekirken yanlışlıkla “köşe kapmış” bir hanımefendi Gerry Adams üzerine bunca yazarken Kürt sorununun çözümsüzlüğünü  getirip sivil itaatsiz BDP’li vekillere bağlaması şaklabanlıktan öte bir değer taşımaz. Demokratik Gelişim Enstitülerine demek şaklabanlar da konuk olarak alınıyormuş. Bu, kesinlikle Gerry Adams ve yoldaşlarının hoş görüsüyle açıklanabilir. Yoksa “Bu yüzden sivil itaatsizlik diye yola çıkan milletvekilleri bile kendilerini anında ya taş ya tokat atarken buluyorlarbu satırları yazmak akıl işi değil. Oysa Adams’in konuşmaları baştan sona sorunun büyük bir devletin yanlış politikalarından kaynaklandığını, barış çağrılarına hükümetlerin ilgisiz kaldığını, görüşmeleri halktan onların gizlediğini, devlet olma şerefi(şerefsizliğini) onların temel sorun yaptığını gayet güzel değinilmiş. Bunca gerçekliği kaleme alıp BDP’yi suçlamanın siyasi literatürde yeri yok.  O zaman 1998 yılında imzalanan Hayırlı Cuma Anlaşması’nın(Good Friday Peace Accords)  en önemli maddesi : “İngiliz ve İrlanda Parlamentolarında militanların herhangi bir cezai takibata uğramaksızın silahlarını teslim etmelerini öngörülmekteydi. Teslim edilen silahlar, Kuzey İrlanda’da bugüne kadar meydana gelen 3700 can kaybıyla ilgili olarak balistik ya da DNA incelemesine de alınmayacaktı. Ayrıca sadece IRA militanları değil İngiliz hükümetine bağlı Protestan paramiliter güçler de silahlarını teslim edecekti. Yine bu anlaşma ile İrlanda Cumhuriyeti’nin Kuzey İrlanda üzerinde parlamenter denetimi kalkmış olacaktı. Kuzey İrlanda’da konuşlanmış tüm güvenlik unsurları kademeli olarak azaltılacaktır maddesi de önemlidir.
    Hilal Kaplan’a sanırım Gerry Adams’ın ancak görüşmelerin açık müzakereye dönüştüğü andan itibaren şiddeti gündemlerinden çıkarmak istediğini bilgisini de vermek gerekecek.  Eğer bu sorun üzerinden yazacaksanız Öcalan orada Gerry Adams’ın rolünü değil kendi rolünü oynamaya hazır. Aylardır Öcalan’a uygulanan politik tecridi dillendirmeden Kürt-Türk devleti barışı üzerine İrlanda’yı modellemek de ancak bu şaklabanların kapasitesi diyorum. Kürtlerin Gerry Adams’ını mı arıyorsun, İdris Naim Şahin kafası yoksa sende İmralı’ya dönüp bakman yeterli sayın hanımefendi Hilal Kaplan…
   Türkiye sağı ve solunun önemli bir kesimi daima dışa dönük romantik içe dönük barbardır.  Sağın da solun da dışarıda kahraman olarak gösterdiği, övdüğü birçok tarihsel kişiliğin ne yapıp ettiklerini ya bilmez ya da bildiği halde gizler. Arjantinli, Kübalı, Bolivyalı CHE’leri görüp onlara övgü yapanlar yanı başlarında hapislerde, dağlarda zalimane yöntemlerle kırılan Kürt CHE’leri görmezden gelirler. Aslında romantizmin genel özelliği bu. Kendi yatak odanı romantize etmekten çok başkalarının yatak odalarında sürekli aşk yaşayacağın kahramanlar aramak… Edebi alanda da politik alanda da romantizmin neden sahtekarlık barındırdığı bu açıdan anlaşılabilir.
    Dönüp dönüp sormalı bu şaklabanlara Kürt Gerry Adamsler yanı başınızdayken hala bu kişiliklere şans vermeyen hükümetinizin başının milliyetçi, yer yer ırkçı argümanlarını ve uygulamalarını nereye koyacaksınız? Ya hükümet, yargı ve güvenlik üzerine kara bir bulut gibi çöken nefret ve nifak vesayeti cemaatin barış önündeki engelleyici tutumları? 

21 Eylül 2011

Kürt Sorununda Metafizik Barışçılık: Yüzeysellik

    Genelde bir olayı analiz ederken yapılması gereken şey sanırım o olayı neden-sonuç ilişkileriyle deşmektir. Bugünlerde birçok olumsuzluğun yanı sıra olumlu görünüp de aslında temel olumsuzlukları besleyen, temelini metafizikten, kişisel inanışlardan alan tehlikeli, bir o kadar yüzeysel bir “barış dili” geliştirilmeye çalışılıyor. TC’nin süregelen güdük aydınlanmacılığının bir başka yüzü de denebilir. Cumhuriyet ideolojisinin kanattığı bir yarayı olması gereken bilimsel yöntemlerle değil de metafizik dualar, beddualar, rahmetler, lanetlerle barışın kendiliğinden geleceğine inanan oldukça güçlü “görevli bir  ilahi lobi”nin uzmanlığıyla iyileştirmeye çalışanlar…
    Bu tip savaşlarda akıl, anlayış ve vicdan yalnız başına kaldığında barışmak dili güçsüz kalır. Bunun politik talepler, araçlarla desteklenmesi gerekir ki barışmak isteyen taraflar açısından inandırıcılığı olsun, karşılıklı güven ortamı oluşsun.  Çözüme ulaşmak için yeni bir araç yeni bir mantık, yeni bir dil keşfetmenin kaçınılmazlığı önümüzde duruyor.
    Kürt hareketinin tüm oluşumlarını “gözden düşürmek” için az önce sözünü ettiğim metafizik temennilerin iktidar açısından bir anlamı var ama barışmak isteyenler, bunu destekleyenler açısından bu dil çözümsüzlük dilidir. Bu temel belirlemeler aracılığıyla twtitterden kısa bir alıntıyla olayı az açalım:
“Yıldıray Oğur: Devlet bir günde 5'i kadın 7 sivili katletse muhtemelen su anda taksimde yürüyüş vardı. Kızmıyorum,  utanıyorum artık bu ikiyüzlülükten...”
    Bu cümleyi muhtemelen yarın yazısında da kullanacaktır. İki açıdan problemli bu anlayış: Dün Ankara’da patlayan bombalamayı PKK sahiplenmediği gibi devlet de halapatlamanın neden kaynaklandığını açıklayabilmiş değil, ha Yıldıray, “PKK’nin ilgili birimleri gelip incelesin” derse buna da şaşırmam. Ahmet Altan, Qandil’de katledilen siviller için PKK’den araştırma istemişti de… Aynı gazetede yazmanın sanırım şaşı yapma gibi bir fonksiyonu var. Siirt saldırısı da bu saat itibariyle yeterince açıklanmamasına rağmen Yıldıray’ın olayı özellikle en kolay yaftalanabilecek güce mal etmek istemesi  ayrı bir handikap. Ben Siirt olayının muhtemelen PKK tarafından yanlış hedef seçilerek yapıldığını düşünüyorum. Buna rağmen hiçbir açıklaması olamayacağını, acilen ateşkes ilan edilmesi zorunluluğunu da… Ama yıldırım çaktığında, partneriniz sizi aldattığında, “Şeytan yaptırdı.” aceleciliği sizi barış isteyen değil, bir sahtekar olarak tarihe mal eder. Ayrıca Ankara'daki patlama bambaşka bir olaya benziyor. iktidar güdümlü gazetelerin son günlerde Ermeni örgütleri üzerine yaptıkları haberler, Hrant Dink’in öldürülmesinde katil çeteyi “koruyup kollamak” işine zemin hazırlarcasına Dink olayına karışanlara yönelik bir eylemmiş gibi yansıtan polis bültencilerinin iddiaları göz önüne alındığında olayı çarpıtmak için Yıldıray dahil birçok görevlinin özellikle yürüttüğü bir kirli bilgi alanı var. Bu alan epey para da ediyor.
“@yildarado: Devlet sivil öldürdüğünde spesifik cinayetle ilgilen PKK, sivil öldürdüğünde savaş tarihini hatırlatıp konuyu dağıt. Vicdansız taktikler...”
    Buradaki asıl öfke PKK’ye falan değil, PKK’nin Siirt eylemini yapan grubuna falan da değil. Asıl öfke Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz cinayetlerinde devletin gizlediği katillerin açığa çıkarılmasını isteyenlere kanalize olmuş dinamik bir öfke… Benim aklıma, az zorlama olacak, ama son günlerde Hrant Dink’i katlettiren asker-polis-medya çetesinin açığa çıkarılmasını isteyen sivillere yönelik bir öfkeymiş fikri düşüyor.  Hükümet ve onun yargısı da oldukça tepkili çetesel bağların çözülmesini isteyenlere karşı.
    Aslında Yıldıray’ın sahip olduğu sağcı reflekse Ahmet Altan da sahip… Bugünkü yazısında hiçbir bulgu olmadan Ankara olayından PKK’yi suçlama kolaycılığına kaçmış. Metafizikçi bu ucuz düşünce sahipleri küçük bir öneriler piramidi oluştururlarsa kendi analiz dünyalarına olumlu bir katkı sağlayabilirler. Bunu onlardan istiyoruz da...  Kürt sorunu üzerine oluşturulacak öneriler piramidinin varacağı tepe nokta ise Demokratik Özerkliğin siyasi bir talep olarak kabul görmesidir. Önerileceklerle Kürt sorunun türlü alanları arasında kuracakları içkin bağlar (korelasyon) tespit edilip acil bir barış dili geliştirmek bizim olduğu kadar onların da sorumluluğudur.
    Kürt hareketinin tüm askeri, siyasi ve sosyal oluşumlarının fingerpostlarının yerini ve konumunu değiştirip sonrasında kendince uydurduğun teorik ve vicdan yazılarını yön levhalarına yazamasın…Gerçeği dillendirmek gibi bir derdimiz vardır, olmalıdır. 

16 Ağustos 2011

Ne ki bu DEHAP - Perihan Mağden, 2002

Perihan Mağden neden mi önemsenmeli? Herkes faşizmin söylettiği argümanlarla yazarken o reddediyor, isyan ediyor, umut aşılıyordu gençlere... Bugün faşizmin küçük muhbirleri safında görünse de onun mutlaka vicdanında ve beyninde ötekilerin bir adı vardır: Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Solcular...
Ne ki bu DEHAP
Perihan Mağden

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Türk solu, 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi'nin 15 milletvekili tarafından temsil edildi.
TİP, aldığı yüzde üç oyla TBMM'ye 15 milletvekili sokabildi. Çünkü 1965 yılında Türkiye'de daha adil bir seçim sistemi vardı. 1965 yılında Türkiye Cumhuriyeti bugün olduğundan daha demokratik bir ülkeydi.
Hakiki sol muhalefetin Millet Meclisi'nde temsil edilebilmesi, Türkiye'ye inanılmaz şeyler kazandırdı.
Marksist terminolojinin kullanıma sokulmasından, sağlık ve eğitimdeki kazanımlara, sendikal haklara; hakiki Türk solunun siyasetimize kazandırdığı açılımlar müthişti. Soluk kesiciydi.
Sonraki yıllarda Türk demokrasisi, askeri darbeler neticesinde, bir daha belini doğrultamayacak bir hale gelmiştir. Özürlüdür. 'Hybrid'dir.
Oysa Türkiye, gerçek demokrasiye layıktır. Ve artık Türkiye, demokrasiye fazlasıyla hazırdır. (Bende de hortladı mı bir güzel gençlik yıllarımın bildiri dili! Hortlasın.)
Şimdi gelelim Emek, Barış ve Demokrasi Bloku'na. Yani DEHAP'a.
DEHAP pek çok parçadan oluşan bir şemsiye. Belki haberiniz yoktur diye sayıyorum:
DEHAP; Emeğin Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Anti Kapitalist, Toplumsal Özgürlük Platformu, Sosyalist Emek Hareketi, İşçi Mücadelesi, Ürün Dergisi, Gerçek Dergisi ve HADEP gibi irili ufaklı grup ve partilerden oluşuyor.
Bunca sosyalist oluşumun/partinin bir araya gelmesi, gelebilmesi zaten mucizevi.
Ve listeyi yazarken içim titredi: Bu kelimeleri duymaya
'sosyalist'ti/ 'devrimci'ydi/'antikapitalist'ti, bu kelimeleri kullanıma sokmaya, gündelik siyasetimizin doğal parçaları haline getirmeye -ne kadar hasret kalmışız.
Nasıl sansürlenmişiz! 12 Eylül nasıl bir balyozmuş; beynimize çökmüş. Cümleten nasıl apolitikleşmişiz. Bu kelimeleri ağzımıza, ruhumuza almamaya koşullanmışız.
Oysa şimdi yurdumuzda hakiki solun sesi duyulmazsa, bu anlamlı muhalif sesler dolaşıma sokulmazsa -Netice itibarıyla pompalanan mevcut tüm partiler SAĞCI, hepsi SAĞCI.
Siz tercihinizi yaparken daha az biraz sağcıyla, daha bir solumsu soslu liberal arasında; yani o sağcıyı mı tercih etmeliyim/bu sağcıyı mı; böyle bir tercih yapmak durumunda bırakılıyorsunuz.
Oysa DEHAP çatısı altında çok anlamlı bir birleşme var. OYUM BOŞA GİTMESİN krizi var ya, hani hepimize tutum haftası gibi nüfuz etmiş bulunan; yüzde birlik, yüzde bir buçukluk bir katkıyla işte DEHAP'ı, hep birlikte Meclis'e taşıyabiliriz. Zira DEHAP'ın özellikle Güneydoğu'da hatırı sayılır bir ağırlığı var. Pek çok büyük şehirde ciddi bir potansiyeli. (Yüzde 9'da görünüyor anketlerde olası oy oranı.)
Oyunuz boşa gitmez yani.
Sağa giden oy, boşa gider. Oyum boşa gitmesin gitmesin tutumluluğuyla, yıllardır hep sağ hep sağ. Bakın son kertede DSP'yle, MHP aynı çizgide buluşabiliyorlar.
Mesela CHP'yi ANAP'tan ayıran nedir? Kemal Derviş'in orada karar kılması mı?
Edebali öğretisi bize ne getirmektedir? Anadolu Solu bir oyun havası mıdır? Bugüne dek Deniz Baykal'ın hiçbir dediğinden hiçbir netice çıkarmaya muvaffak oldunuz mu? Maske bir gülümseyiş. Dublaj sesiyle, uzun uzun uzun konuşuyor daima. Ama bir cümlesini, bir lafını, bir önerisini hatırlamanın imkânı var mı? DEHAP neden böyle bir sessiz sansüre maruz bırakılıyor?
Akşam haberlerde neden bir DEHAP mitinginin görüntüsünü görmüyoruz, yapılan konuşmalardan kısımlar duymuyoruz? Bu adil midir?
Bunca sansür/yok sayılma/görmezden gelinme normal midir?
12 Eylül'ün tüm o kara bulutlarının YÖK'üyle, DGM'siyle, şusuyla, busuyla tepemizden kalkmasının zamanı, insaf artık, gelmemiş midir?
Ben gençlerimiz politikleşsin istiyorum.
İstif istif sağcı ve milliyetçi var.
Politikleşmiş sosyalist çocuklar, üniversitelerimizde çıkıp konuşsunlar. Benim zamanımda olduğu gibi. Çok olsunlar.
Politik geçmişi olmayan tiplere bakın. Hepsi dandik, hepsi yarım.
Meclisimizde sol muhalefete yer açalım.
Seslerini duyalım.
Dedikleri yapılır yapılmaz. Ama muhakkak söyleyecekleri şeyler var. Ve muhakkak söyleyecekleri şeyleri duymamız lazım.
Hakiki demokrasiye kavuşmamız lazım.
Damarlarımız -beynimize gidenler de dahil- o zaman açılır ancak. Kalbimiz çarpar. Hayata döneriz. 'Bitkisel' hayattan hakiki hayata.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.