Social Icons

.

Pages

30 Ocak 2013

Paris'ten Ankara'ya flu resimler


    
     Paris suikastları, Fransız ve Türk devletinin olayı aydınlatmada geciktiği her dakika yeni bir kirlilik alanı yaratıyor. Bugün hükümete yakın birkaç gazete olayı sulandırmada, esas katilleri gizlemede ne kadar marifetleri olduklarını kanıtlamak için ellerinden geleni yapmışlar;
Taraf ve Yenişafak’taki haberler muhabir imzalı. Yalnız iki muhabir de kopya cümlelerle doğru bilgilerin içine kattıkları yönlendirme ifadelerle başından beri cinayetlerin örgüt içi infaz olduğunu teorisini kanıtlamak için her boku yemiş. Polis güya Ömer Güney’in Ankara’da görüştüğü 8 kişiden ikisinin PKK’li olduğunu söylemiş. Bu PKK’lilerin kimler olduğu ise muamma, henüz bu PKK’lilere yönelik bir gözaltı falan da yok. Muhtemelen birkaç gün sonra bir gizli tanık yaratılır ki bu gizli tanık da ya polis ya da başka bir unsur olur, bu iddiayı destekleyecek birkaç ucube bilgi daha servis edilir. Ömer Güney’in örgüt içine sızdırılmış bir unsur olduğu belirginleşiyor, tüm veriler bunu gösteriyor. Sadece Güney’in kendi itirafı eksik bu konuda. Bunca doneye rağmen, Güney’in kirli ilişkilerini gizleme çabasına giren bir cenah var Türkiye’de… Bu cenahın başını cemaate yakın kalemşorlardan Emre Uslu ve benzerleri çekiyor. Henüz olayın sabahında iç hesaplaşma diye yana yakıla yarattıkları puslu ortamlardan adeta diğer katilleri kaçırtma telaşı var. Türk basını, Türk polisi menşeili olmadığı sürece Paris Suikastlarının üstündeki perdeyi aralamamaya özen gösteriyor. Bugün ayrıca Yenişafak’ta Fransa büyükelçisinin Laurent Bili’nin açıklamaları vardı http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/tetikci-kesinlikle-omer-guney-30.01.2013-463816?utm_source=manset-15&utm_medium=df&utm_campaign=manset-15 Bili, adeta bu cinayetlerin çözülmesi durumunu Fransa’nın Mali’ye yaptığı askeri harekata Türkiye’nin desteği olup olmayacağı şartına bağlamış. Hatırlarsanız PKK ve Öcalan da Avrupa Gladyosu ile bunlarla irtibatlı Türk devletinin yeni yetme sahiplerini işaret etmişlerdi. Eğer bir fotoğraf istenecekse Büyükelçi L. Bili’nin açıklamaları ilk görüntü olabilir Öcalan’nın açıklamalarına…
    Daha önce http://www.cengizchefikir.blogspot.com/2013/01/qmislodan-parise-terorist-hucreler.html bu yazımda cinayetlerin işlenme amacına dair bazı kestirmelerde bulunmuştum. Cemaat ve polis medyasının telaşlı bir şekilde yangından mal kaçırırcasına olayı flulaştırma çalışmaları iddialarımı kuvvetlendiriyor. Emre Uslu ve benzerlerinin şimdilik tüm çabası, bu flulaştırma oyununu sürdürmeleri… Ömer Güney’in Türkiye giriş çıkışları ve bağlantıları henüz açıklanmadı. Eğer MİT, kurumsal olarak bu operasyonun dışındaysa ( ki içinde olması neredeyse Fransa ile bir savaş sebebi sayılabilir, çünkü yurtdışı operasyonları hükümet kararı olmadan mümkün değil.) Cemaat medyası ve ekipleri yakında olayı MİT müsteşarına ve olası barış yanlılarına bağlayabilir. Böylece cinayetleri organize eden ekibin el altından da propagandası yapılacak ve Hakan Fidan ekibine yönelik yeni adaylar parlatılabilir.  Cemaatin, aralıksız bir yıldır Hakan Fidan ve ekibinin başarısız istihbarat çalışmaları yaptığı şeklindeki haberleri biliniyor. Bu durumda MHP-BBP Cemaat koalisyonu yabana atılır bir ihtimal değil.
Sorular:
1.       Ömer Güney eğer PKK'li ise çatışmalı sürecin en kanlı döneminde (Ağustos-Aralık arası) nasıl olur da elini kolunu sallayarak defalarca Ankara’ya giriş çıkış yapabiliyor?
2.       Ömer Güney’in işbirliği içinde olduğu kimselere yönelik neden bugüne kadar operasyon yapılmadı? Yoksa bazılarının iz kaybettirmesi için fırsat mı yaratılıyor?
3.       Ömer Güney’in olası milliyetçi ve operasyonel bağlantıları açığa çıkınca Türk basını neden olaya dair haberlerine anında son verdi?
Bazı cinayetler arkasında şüphe uyandırıyor, doğru lakin Paris cinayetleri şüphe değil arkasında çok belirgin izler bırakmıştır.  

22 Ocak 2013

Endülüs Rüyasında bir Don Qişot, onun zalimane oyunundan üç MARTI: Sakine, Fidan, Leyla


TREPLEV: (Şapkasız, elinde bir tüfek ve vurulmuş bir martıyla girer.) - Yalnız mısınız burada?
NİNA: Evet, yalnızım.
(Treplev, martıyı Nina 'nın ayakları dibine bırakır.)
NİNA: Bu da ne demek oluyor kuzum?
TREPLEV: Bugün bu martıyı öldürmek alçaklığında bulundum. Onu ayaklarınızın dibine bırakıyorum.
NİNA : Neyiniz var sizin? (Kaldırıp bakar martıya.)
TREPLEV (Bir sessizlikten sonra.): Yakında kendimi de böyle öldüreceğim.
NİNA: Sizi tanıyamıyorum.
TREPLEV: Doğru, ama ben de sizi tanıyamıyorum, çok değiştiniz. Bana karşı değiştiniz, bakışlarınız yabancı, varlığım sizin için adeta sıkıntı gerekçesi…
NİNA : Son zamanlarda çok fazla oldunuz. Söyledikleriniz de anlaşılmaz bir takım şeyler, simgeler. Bakın işte, bu martı da bir simge olsa gerek, ama bağışlayın, anlamıyorum onu... (Martıyı kaldırıp bankın üzerine koyar.) Sizi anlayabilmek için fazla basitim.
TREPLEV: Oyunumun başarısızlığa uğradığı o aptalca akşam başladı bu. Kadınlar başarısızlığı bağışlamazlar. Hepsini yaktım onun, hepsini, tek bir kırpıntı kalmamacasına. Ne kadar mutsuz olduğumu bilseniz! Bana karşı bu soğukluğunuz öyle korkunç, öyle akıl almaz bir şey ki!.. Sanki bir gün kalkıp da bu gölün kuruduğunu ya da toprağın içine süzülüp gittiğini görüyor muşum gibi… Az önce beni anlayabilmek için fazla basit olduğunuzu söylediniz. Oh, ne var anlamayacak burada? Oyunum beğenilmedi, sanatımdan nefret ediliyor, beni sürüsüne bereket, sıradan değersiz biri olarak görüyorsunuz…

     
   Her şey 2009 yılındaki yerel seçimlerden sonra başlar. Seçimlerden birkaç gün sonra Kürt siyasi hareketinin onlarca il ve ilçede belediye başkanlığını kazanmasıyla yerli amatör oyun yazarı TR(T)Eplev, başarılı bir oyun yazarı görünmek için geniş çaplı operasyonlar başlatır. Bir çiftlik evine dönüştürdüğü meclisi, yargısı, yürütmesiyle ancak onu çılgınca alkışlayan“karizmatik bir nesne” gibi arzulayan Türk yığınlarca başarılı bulunmuştur. Ama o, asıl ününün, başarısının Kürt köylerinde, şehirlerinde, kasabalarında tescillenmesini istiyordu. Böylece kırdan şehre, yakından uzağa, karadan denize, hem Ankara’dan Pensilvanya’ya kullanılabilir bir senarist ve yönetmen olduğunu kabullendirecek hem de ünü okyanus ötesi duyurabilecekti. Belki ülke içinde de cehenneme çevirdiği her Kürt’ün yaşantısının üzerine kendisini bir baba ya da bir nesne gibi arzulayan Türk yığınlara yeni çiftlikler inşa edecek bir sermaye yaratacktı. Bununla yetinmeyip Güney’ini cehenneme çeviren karışıklıktan yeni Osmanlı rüyalarındaki kanlı cenneti yaratabilecekti. O, bu rüyada kendisini Endülüs’ü fethetmiş Don Qişotvari bir hülya ile özdeşiklik kuracak, önüne geleni kılıçtan geçirecek, kimine ün, şan, şöhret; kimine ev, yol, plaza; kimine ise Roboski’deki gibi onlarca cenaze, ahşaptan tabutlar, ucuna kına yakılmış beyaz tülbentler, gülüşsüz çocuklar bırakacaktı… Büyük bir hırs ve hevesle başladığı “oyun yönetmenliği” bu ihtişamlı çelişkiler arasında fecaatle sonuçlanacak, vahim bir ruh haliyle Batı ile çağdaş uygarlık rüyasına yatmış Ata’sının yarım kalan ününü yakalayıp onu aşacaktı. Ata’sı da tıpkı oyundaki Trigorin ve Arkadina aşkında olduğu gibi garip hayal kırıklıklarıyla iç ülkeye ve onu çeviren dış ülkeye devasa bir cehennem bırakacaktı.
    2013 Ocak:  2009’da başlayan bu ünlü olma sevdası birkaç İmralı ve Oslo denemesiyle İmralı, Avrupa ve Qandil'deki rakiplerinin inanılmaz politik becerisiyle dumura uğratılmış iktidarın “Osmanlı Çiftliği” büyüsü bozulmuş, rüyası sonlanmıştı. Zira İmralı’daki daha reel, daha becerikli, daha ön görülü yaklaşımlarıyla 2003’ten beri kuşlar, göller, ağaçların doldurduğu, kesk u sor u zer renklerle donatılmış bir tabloyu tasarlamıştı. O tablonun ilk görüntüsü Rojava'da açığa çıkmıştı. Belki oyun yazarı değildi, ama bir tablonun neresine fırça atsa oradan rengârenk bir algı oluşturma yeteneğine sahipti. Nina, kendi oyun yazarı, yönetmeni TR(t)Eplev’e değil, daha yetenekli bir sanatçıya  aşıktır. Bu acıyla, bu başarısızlıkla yaşamak TR(t)Eplev için sonsuz bir elem ve keder olmuştur. Hasta biçimlerle özleyen Türk yığını seyircisine TR(t)Eplev, kendisini bir şekilde kanıtlayacaktır. Belki Lice’de Bagok’da, Oremar’da avcılarına öldürttüğü onlarca kartal ve şahinin ölüsü bu Türk yığınları tatmin etmemiştir.
Sonuç: Danışmanlarıyla, yardımcılarıyla, çiftliğindeki tüm görevlilerle bir iki yıl önce bir toplantı yapmıştır. Eğer yığınlar, onun o karizmatik Don Qişot rüyasını arzulayanlar nice kartal ve şahinin öldürülmesine razı olmazlarsa daha Batı’da “MARTILAR”a yönelme planları yapacaktır. Allı, morlu martılar, tek suçları bir göle olan aşkları martılar… Kawa’nın, Şeyh Sait’in, Seyit Rıza’nın, Qazi Muhammed’in haydutlarca parsellenmiş, gasp edilmiş  çiftliğindeki ağaçlar arasından süzülen yolun başında masmavi göle aşık martılar…
   TR(t)Eplev, acımasız bir piştonun namlusundan çıkan mermilerle Nina’nın önüne bir değil, üç martı ölüsü bıraktı: Sakine, Fidan ve Leyla… 3 yıl önceki ahmakça başarısızlığını üç martıya fatura etti. Şimdilik bildiğimiz tek şey binlerce Nina’nın onun bu vahşi metotlarına teslim olmadığı. Martılara saygı adına… Dişleri dökülmüş, bağırtılmış, çığlıkları bile duyulmamış üç martının hikayesi bu. Acemi, başarısız, ahmak bir yönetmenin son çılgınlığı… 

19 Ocak 2013

BBC Türkçe, Kuzey İrlanda Barış Deneyimi ve Kürt-Türk barışı üzerine


Raymond McCartney kimdir?

Sinn Féin partisinden Kuzey İrlanda Meclis üyesi olan Raymond McCartney, eski bir IRA üyesi. 1972 yılında Kanlı Pazar olaylarında kuzeninin öldürülmesinin ardından IRA’ye katıldı ve 1979 yılında tutuklanarak ömür boyu hapis cezasına mahkum edildi.
McCartney cezaevinde iken 1980 yılında düzenlenen ve 53 gün süren açlık grevine katıldı. 1994 yılında serbest bırakılan ve 2007 yılında hakkındaki suçlamalar kaldırılan McCartney Sinn Féin’de siyasi hayatına devam ediyor.
Türkiye’de PKK ile barış görüşmelerinin başlamasının ardından dünyadaki diğer örnekler daha büyük dikkatle incelenmeye başlandı.
Dünyada etnik temelli çatışma yaşanan birçok ülkeden temsilciler ile deneyimlerini paylaşan Sinn Féin partisinden Kuzey İrlanda Meclis üyesi Raymond McCartney’e Türkiye’deki sürece dair neler söyleyebileceğini sorduk.

Siyasi soruna siyasi çözüm

“Her şeyden önce, çatışmanın nasıl çözüleceğine dair her iki tarafın da belli bir yol haritası ile gelmesi gerekiyor,” Raymond McCartney, kökeni 1600’lü yıllara uzanan Kuzey İrlanda sorununda barış sürecinin başarısındaki kritik noktayı böyle özetliyor.
Türkiye'de gerek hükümetin gerek şu anda cezaevinde bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın nasıl bir “yol haritası” önerdiği ise henüz kamuoyuna açıklanmış değil.
Türkiye’deki çatışma ve barış süreçlerini yakından takip eden McCartney, BBC Türkçe ile söyleşisinde “Biz İrlanda sorununun siyasi bir sorun olduğunu dolayısıyla da siyasi bir çözüm gerektirdiğini savunduk. İngiltere ise soruna uzun bir süre güvenlik sorunu olarak yaklaştı ve çözümü de baskı ve güvenlik önlemlerinde aradı.” diyor.
İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) yöneticileri, silahlı mücadele yürüttükleri dönemde, mücadelelerinin temel eksenlerinden birinin İngiltere’yi siyasi müzakere masasına oturtmak olduğunu söylüyordu.
İngiltere ile uzun yıllar boyunca gizli bir şekilde, alt düzeyde yürütülen temaslara, İngiltere tarafından önce güvenlik yetkilileri katılmış, ardından da sürece üst düzey IRA yöneticileri ve İngiliz siyasetçiler dâhil olmuştu.

'Barışı istemeyenere karşı sürecin işlemesi sağlanmalı'

Sinn Féin milletvekili Raymond McCartney’e göre, “Müzakereler aynı zamanda çatışma durumundan çıkar sağlayan çeşitli gruplar tarafından sabote edilmeye açık süreçler.”
Kuzey İrlandalı siyasetçiye göre, “Bu tür provokasyonları engellemek için "halka siyasi sürecin işlediğini ve sonuç veriyor olduğunu göstermek gerekiyor.”
Türkiye’de bir önceki dönemde, gizli bir şekilde yürütülen ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından önce reddedilip ardından kabul edilmek durumunda kalınan görüşmelerin başarısız olmasının ardından, bu kez görüşmeler ilk dönemlerinden itibaren kamuoyuna bizzat başbakan tarafından açıklanarak yapılıyor.
Türkiye medyasındaki bazı uzmanlar, görüşmelerin daha ilk aşamalardan kamuoyuna açık bir şekilde yürütülmesi nedeniyle tartışmanın aşırı uçlar tarafından gasp edilmesine yol açabileceği görüşünde.
Ancak McCartney’e göre, kamuoyunun süreci desteklemesini sağlayacak dinamiklerin yakalanması durumunda barış sürecine karşı olanlar bertaraf edilebilir.

'Ön şartlar sürece engel olabilir'

“Silah bırakma konusunda bir ön şart koymak ya da karşı tarafın teslim olması gibi bir durum yaratmaktan baştan kaçınmak gerekiyor. Çünkü bunlar tam da süreci bloke eden unsurlara dönüşebilir.”
Türkiye’deki görüşme süreci, henüz silah bırakma noktasında değil, hükümet öncelikle PKK’nın silahlı birliklerini Türkiye sınırları dışına çekmesini hedeflediğini belirtiyor.
PKK da Türkiye’nin kendilerinden bu aşamada silah bırakma talebinde bulunmadıklarını ifade ediyor.
McCartney, silah bırakma meselesinin bir komisyon kurularak halledildiğini ve IRA ile bu komisyon arasında bir çözüme gidildiğini söylüyor.
İrlandalı siyasetçi, “Bu tür adımların atılabilmesi ve karşılık alınabilmesi için, masanın etrafındaki herkesin, sorunun barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesini istemesi, karşı tarafı zora sokacak bir taktik olarak görmemesi gerekli,” diyor

‘Çatışmanın nedenleri ortadan kaldırılmalı’

McCartney, siyasi sürecin işlemesi için, müzakereler sırasında bir yandan da çatışmaya neden olan sorunların çözülmesi gerektiği görüşünde.
Ancak, Kuzey İrlanda örneğinde çözülmeyi bekleyen çok fazla sorun olduğu için daha çok temel konular ve bir çerçeve üzerinde anlaşmayı hedeflemişler.
“Bu genel çerçeve kapsayıcılık ve temsiliyet esasına dayanıyordu. Önceden İngiltere hükümeti, bizi marjinalize etmeye ve dışlamaya çalışmıştı. Süreç bunu engelleyecek mekanizmalar oluşturulduğunda işlemeye başladı.”
Barış sürecinin devam eden bir süreç olduğunu vurgulayan McCartney sözlerine şöyle devam etti:
“Çatışmayı yaratan nedenler baskı, olağanüstü hal yasaları, eşitsizlik ve adaletsizlikti. Bu noktalara dair çözüm mekanizmaları ardından sürecin tarafları olan kişilerin güvenini ve inancını artıracak adımların atılması gerekiyor”.

'Sorunu, onu doğrudan yaşayanlar çözecek'

Sinn Féin 2011 yılında İtalya’nın Venedik şehrinde barış süreçlerini tartışmak için Türkiye’den Barış ve Demokrasi partisi ve İspanya’dan Henri Battasuna’nı halefi Sortu temsilcileri ile bir araya gelmişti.
McCartney barış sürecinde Sinn Féin’in de birçok ülkeden temsilcilerle görüştüğünü, özellikle Güney Afrika’da Afrika Ulusal Konseyi (ANC)’den destek aldıklarını söylüyor.
Ancak McCartney’in bu konuda altını çizmek istediği bir nokta var:
“Her çatışmanın ya da her deneyimin kendine özgü, birbirinden farklı tarafları var. Biz çok büyük bir destek aldık ve birçok farklı ülke ile deneyimlerimizi paylaştık. Ancak kendi sorunumuza aktarabildiğimiz daha geniş çerçevede temel prensipler oldu”.
Bu tür deneyimlerden yararlanmanın en güzel yolunun bu temel prensiplerin özel duruma uygulanması olduğunu belirten McCartney sözlerini şöyle bitirdi:
“Süreç içerisinde kendi çatışma durumunuzu çözmenin yolunuzu buluyorsunuz. Birbirimizin deneyimlerini paylaşabilir, birbirimizden öğrenebiliriz. Ancak nihayetinde sorunu çözecek olanlar onu doğrudan yaşayanlardır”.

16 Ocak 2013

Barışı da Türkleştirme Hikayesi


   Kürt hareketinin mücadele dinamiklerinin ortaya çıkarmış olduğu siyasi, sosyal, kültürel ve felsefi Kürt paradigmadan olacak ki Türk aydınlarının yüzyıldır sahip oldukları “egemenlik kibirleri” de bir anda yerle bir oldu. Kırılan, incinen, parçalanan egemenlik duygusunu farklı mottolarla teorize veya realize etmeye çabalıyorlar. Günün eğlenceli yazısı bugünkü Taraf gazetesinin Her Taraf bölümünde yayınlanan İlkan Dalkuç ve Doğan Gürpınar’ın http://www.duzceyerelhaber.com/haber-detay.asp?id=10958&dogan_gurpinar-_ilkan_dalkuc:turk_solu_kurt_barisina_hazir_mi bu linteki yazısı.
     Bir defa şunu kesin bir dille hatırlatalım, eğer PKK ve TC devleti arasında bir barış olacaksa bu barışın Kürtler açısından kazancı 1921 kuruluş anayasasından günümüzde devam eden inkarcı, baskılayıcı anayasal varlığın hezimeti olacak. Yani 1924 anayasasından beri Kürtlerin varlığını Türklere köle yapmayı gaye edinen, Türk yoksul sınıflarının varlığını da Türk devletinin bekasının hizmetine sunan anayasal paradigmanın da sonu olacak demektir. Mevcut anayasal durumla zaten Kürtlerin düzenle yaşadıkları sorunların çözümleri mümkün görünmüyor. PKK’nin silahlı kurtuluşçu seçeneğini barışma yoluyla onun elinden almaya niyetiniz varsa öncelikle bunun karşılığında varlığını 1924’ten beri Türklük üzerine inşa ettirdiğiniz anayasanın esaslarından da vazgeçmeniz gerekecektir.  Ancak bu durumda PKK veya diğer Kürt temsilleri linkteki yazarların sözünü ettikleri “gerçek siyaset” arenasına döneceklerdir.  PKK’nin ideolojik, politik, felsefi argümanlarını “Türkleştirilmiş liberal” tezlerle küçümseyerek, onu ütopik hülyaymış gibi pazarlamanın nedeni, sanırım İlkan ve Doğan açısından meseleye krimanal bakmaktan kaynaklanıyor. PKK, demokratik özerklik paradigmasıyla öz yönetimi vazgeçilmez bir statü hakkı olarak tanımlarken cumhuriyet anayasasının temel esaslarını Türk tarafının kısmen ya da tamamen terk etmesi gerektiğini de hatırlatıyor. Bunu anlamayanlar,  Kürtler ve PKK üzerine yazmasın. Öcalan’nın ve PKK’nin bağımsız Kürdistan’dan demokratik özerkliğe geçişi de bununla açıklanabilir.  Kısacası, Türkler ulus devletin katı esaslarından vazgeçtikleri oranda Kürtlerin öz yönetim hak taleplerinde esneme olacaktır, barış da bu çerçevede “al ver” temelinde şekillenecektir.  ( Naylon Kürt milliyetçilerine not: Bağımsızlık da müzakereler yoluyla  anayasal kırılma, demokratikleşme ve benzeri paradigmalarla uluslararası tanınırlık kazanır. Aklınızda Ankara’yı işgal edip tek taraflı bağımsızlık ilanı varsa bunu bilemem. Gizli ordularınız, sırlarla dolu Allah ve melek destekli güçleriniz varsa o ayrı…  Artık kendinizi Öcalan ve PKK karşıtlığı üzerinden değil Türk devletinin esaslarını sarsacak biçimde konumlandırma ve örgütlenmeniz gerekecek sanırım)
   PKK-Sol ilişkisi:
Türkiye solunun, “Devrimden sonra Kürditsan da kurtulacak, Kürtler de… Devrime kadar birlik olalım.” zırvasına karşı PKK ayrı örgütlenmeyi en az Kürt ulusunun kendi geleceğini tayin etme kadar doğal bir hak olarak kullanmıştır. Dünya deneyimlerinde bolca örnekleri var. İrlanda sorunu, Marx ve Engels’in İrlanda sorununa bakış açıları bunun ideolojik zemini. İşin bu ideolojik tarafı bir yana, İlkan ve Doğan’ın sanırım PKK’nin ortaya çıkış koşullarını birkaç defa okuması gerekecek:
1.       Türk devletinin Kürdistan’da var olma biçimlerine karşı mücadele: Eğitim, sosyal ve kültürel araçlara karşı asimilasyonu sonlandırma hedefi
2.       Türk devletinin Kürdistan’daki var olma biçimlerinden toprak-gelenek-güç-egemen devlet ilişkisinden yola çıkarak ağalığa karşı koyuş, geleneksel ilişkileri sonlandırma hedefi
3.       Kürdistan’da Türk devrimini temel hedef yapan bağımsız Türkiyeci sol gruplara kapı gösterme
Ortaya çıkış koşulları  iyi analiz edildiğinde Türk solcularının da bugün kısmen kibirlerinin incindiği görülecektir. Sosyalist kuramı doğmalar, ibadetler ve ayetler şeklinde Kürt gençlerine öğretmeye kalkan solcu Türklük PKK ve Öcalan sayesinde tüm inandırıcılığını yitirdiği gibi, solun ulus devlet modeli etrafında örgütlenmesi de tarihsel bir çıkmaz olarak görülmüş, bunun kapitalist ilişkilerle ilgisi deşifre edilmiştir. Öcalan’ın ve PKK’nin felsefi olarak Kürdistan’da Türk varlığını sonlandırmaları da bu çerçevede değerlendirilebilir ki bence bayağı yol alınmıştır. Sonuçları ortada… İlkan ve Doğan’nın solu eleştiriyormuş gibi görünüp birkaç acemice kavramsallaştırma yoluyla PKK’yi kriminal hedefleri olan bir örgüt olarak baştan sona akıl tutulması tespitleri ise “şahane…”
     Bu iki arkadaşa basit anımsatmalar: Türkiye’de kirli devlet, derin devlet, Ergenekon devleti, balyoz devleti tezgahlarının açığa çıkmasını sağlayan da mevcut durumda PKK’nin evrensel ve yerel düzeyde politize ettirdiği mücadele azmidir… 1993 yılından itibaren Öcalan’ın çete devleti, modern devlet ciddiyetini kaybetmiş kontra devleti çözümlemeleri okunursa ne dediğim anlaşılacak. İliğine kadar gerçeği anlaşılmış bir devlet yapısında karşı sadece askeri mücadele değil, ideolojik politik mücadele de bunun kanıtı… Sizin bugün din, iman, sivil örgütçülük adına suçladığınız generaller çetesi 1993-94 yıllarında Öcalan tarafından çok açık şekilde deşifre edilmiştir. Devlet içi çelişkilerin giderek derinleşeceği, bu çelişkilerin cumhuriyetin elitlerinin diktasını sarsacağı açık açık yazılıp çizilmiştir.
   Esası değil PKK’nin savaş argümanlarını baz alarak eleştiri yürütmek
Şehit, kutsallık, ölüme yatanlar gibi terimleri sanki PKK’nin esasıymış gibi ele alarak buradan PKK’nin arkaik olduğunu iddia etmek de akıl işi değil. Bu tip terimler savaş ve çatışma sürecinde tümden moral ve heyecan düzeyini diri tutmak için kullanılan basit ajitasyon araçları… Buna değinmek bile zaman kaybı, bir gazeteye iddialı bir yazı gönderme cesaretinde bulunuyorsanız bu gerçeği de fark etmeniz lazım…
   Solun PKK ve devlet arasında olası barışa kayıtsız kalmasını İlkan ve Doğan solla tartışsın. Ne denebilir ki? Türklerin millileştirdiği her kavram ve içerik onların elinde ucube bir şeye dönüşüyor. Solculuk da öyle, liberallik de, Müslümanlık da… Lozan sınırlarını tartışmaya açan yaygın Müslüman, liberal ve solcu çizgi var mı? Kürdistanda’ki sömürgeci-sömürge insanı ilişkisini deşen, bunu sanat, kültür-edebiyat etkinliklerine kullanan solcu-Müslüman-liberal çizgi var mı? Nö, nö, nö… O halde aranızda tartışın demekten başka yolum yok…
   Sonuç: Yüzyıllık  savaş, asimilasyon, eritme uygulamalarına son veremeyen bir anayasal çalışma olmaksızın mı barış diyorsunuz, yoksa bunların sonlandırılması halinde mi barış? Öcalan, sizce hangisini dayatıyor? Anayasal baskı sonlandırılmak istenmiyorsa devlet, Öcalan ile neyi görüşüyor? Neyin pazarlığını yapıyor?  
  Yani İlkan ve Doğancım, yazınızın arkasına döşediğiniz “Kriminal suç örgütü PKK ve onu kullanan AKP karşıtı sol.”uyanıklığınızı besleyen enerjinizi bence daha yararlı bir çalışmada kullanın. 

12 Ocak 2013

Qmişlo'dan Paris'e terörist hücreler


         Kirli gösteriler
   Kasım 2011 yılında Fransa’da, Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan çatışmalarda yaşamını yitiren güvenlik güçlerini anmak ve PKK’yi protesto amacıyla Türkler tarafından bir dizi gösteri düzenlenir. Gösterilere daha çok milliyetçi, ülkücü ve ulusalcı gruplar iştirak eder. Kürtler de karşı gösteri düzenlerler. Bir süre sonra Kürtler ve Türkler arasında çatışma yaşanır. Türk tarafı Hasan Aksoy adında bir gencin öldüğü bilgisini yayar. Ölmediği anlaşılınca ağır yaralandığı bilgisi bu defa yayılır ve çatışmalar şiddetlenir. Daha sonra olayın tümden provokasyon olduğu ve Hasan Aksoy’un bir arbede sırasında hafif yaralandığı ve kimi milliyetçi Türk gruplarının çatışmalara destek vermediği anlaşılacaktır.
        Kürt siyasetçi kadınlara suikast
   Ocak 2013, Sakine Cansız ve iki arkadaşı acımasız bir terörist saldırıyla katledildiler  İlk günden hem sosyal medyada hem matbuat medyada kirli bilgiler bir bir servis edilir. Sürekli “örgüt içi hesaplaşma” denilerek bir yönlendirme yapılır. Suikastların özellikle Öcalan ve devlet heyeti arasında müzakere girişimi dönemine denk gelmesi ise bağımsız düşünebilen aydınlar arasında, kısmen TC hükumeti tarafından ve PKK tarafından “süreci sabote” olarak değerlendirildi. Türk hükumeti  PKK ile pazarlık öncesi örgütün talep skalasını daraltmak amacıyla, örgüt içi bir tartışma-hesaplaşma beklentisiyle “iç infaz” teorisine sarıldı gibi görünse de bu ihtimali hala zayıf görüyor. Erdoğan ve Bülent Arınç’ın “Sürece yönelik provokasyon girişimi de olabilir.” konuşmaları bu ihtiyatla açıklanabilir.  Bugün itibarıyla Erdoğan’ın çok sert bir tonda, KNK temsilcisi Fidan Doğan ile görüşen Fransa başkanı Hollande’a çatması, bu cinayetlerin Türk devleti tepesinden organize edilmediğini gösterir. Yoksa Fransa devletine çatmak yerine Hollande- Fidan Doğan görüşmeleri geçiştirilebilirdi. Bu durumda Erdoğan hükumetinden bağımsız ama yine onun bürokratik-güvenlik mekanizmasından destek alan bazı odaklarca bu cinayetlerin işlendiği kuşkusu benim açından daha güçlü bir kuşku. 2011 Kasım ayındaki Türk-Kürt çatışması ise bunun tarihsel zemini olabilir. Tetikçiler kimlerden olursa olsun muhtemelen Türk devleti içindeki cemaatçi-güvenlikçi-ülkücü tertibin desteğini almışlardır. Cemaat medyasının bu denli gözü kara eylemi desteklemesi başka nasıl açıklanır, bilmiyorum.
    PKK, bu suikastla zayıflar mı?
Ben tam tersini düşünüyorum. Sakine Cansız aynı zamanda PKK içindeki birçok farklı fikir ve tasarım arasında “köprü kadro” işlevindedir. Bu köprü kadro işlevi, onun hem geçmiş zindan direnişi hem de zaman zaman Öcalan’ın önderliği altındaki geçmişte yaşanan iç haksızlıklara karşı durmasından kendiliğinden kaynaklanır. Bugün PKK’den ayrılan neredeyse tüm kadroların da sempatiyle baktığı bir isimdir Sakine Cansız… 2004 tasfiyesiyle ayrılıp PWD’yi kuran kadroların da en sempatiyle baktıkları isim Sakine Cansız. Hatta biraz daha zorlarsak geçmişte örgüt içi saha ve eyalet sorumlularının gazabından kaçıp itirafçılaşan kimi eski kadro ve savaşçıların da  zamanında ulaşıp, şikayet ve eleştirilerini iletmek istedikleri bir çizgi Sakine Cansız çizgisi… Yine PKK muhalifi Kürt grupların da sempatiyle baktıkları biri… Geçmişte sık sık iç hizipleşmelerin, iç sıkıntıların boy gösterdiği Avrupa alanında dengeli bir çizgi tutturan ekipten de biri… Geçmişte her kriz döneminde Avrupa’da ciddi bir ayrışma yaşanıyordu. Bu durumda bu infazlar eğer örgütü zayıflatmak, hizipleşmeyi derinleştirmek amacıyla gerçekleştirildiyse bu gizli, acımasız tetik sahipleri kesinlikle boşa çıktılar.
Katliamcı devletin en acımasız eylemi: Qamişlo katliamı
   12 Aralık 1980; Darbeden kaçıp Celal Talabani örgütüyle ilişki kurup faşist cuntanın etkisini en aza indirmek için direniş kanalı açmak isteyen KAWA örgütünün tepe yöneticileri Kürt yurtseverler yardımıyla Rojava’nın Qamişlo kentine kadar giderler, orada  Ramazan Kabreş adlı yurtseverin evine konuk olurlar. Hepsi silahsızdır, bir toplantı gerçekleştirip ne yapacaklarını planlayacaklardır. Aynı gece bir Türk operasyon timi ve bir ağanın adımları aldıkları bu istihbaratı değerlendirirler. Ve Cırnık köyündeki bu sıradan, yoksul Kürt evini kuşatırlar. Sonuç: Ramazan Kabreş ve ailesinin yedi üyesiyle birlikte KAWA örgütünün lideri Hüseyin Aslan ve hamile eşi Necla Baksi ile sekiz yoldaşı katledilir. O gece on beş Kürt yaşamını yitirir. Hala bu katliamın karanlıkta kalan yönleri aydınlatılamamıştır. Türk derin devleti bu katliamcılığıyla pek tanıdıktır. Aynı yıllarda, aynı derin devlet Fransa’da Ermenilere yönelik suikastlar yapmakta, Ermenilere ait iş yerlerine sabotajlar düzenlemekteydi.
    Belki Qamişlo’dan Paris’e uzanan karanlık yolun sonunda terörist odakları görebiliriz.

9 Ocak 2013

Müzakerenin sosyal medya yansımaları 3


Türk devleti ile PKK arasında yeni bir barış kapısı aralandı. Bu defa bu görüşmelerden umutlu musunuz? Hükümet kanadı ısrarla "al-ver(mübadele)" den kaçındığını görüşmelerin bu şekliyle yürümeyeceğini dillendiriyor. Bunu gerçekçi buluyor musunuz? Her iki tarafın avantajları ve sınırlılıkları nelerdir sizce? Süreci bu avantaj-sınırlılıklar sekteye uğratır mı?

Cemşid Deloyî@Kilite_Kou 

   Soruları sırasıyla ele almaya çalışırsak; öncelikle bu meselenin bir yerinde bir şekilde etkilenen birisiyseniz ve bu mücadelede kendinizi Kürt olarak bir taraf hissediyorsanız umutlu olmak kaçınılmaz bir duygudur. Eğer umutsuzluk hakimse zaten Kürt halkının doğal hakları için mücadele etmek de beyhude bir çabadan öteye gitmeyecektir. Ama karşınızda türlü türlü oyunları olan, bu noktada yanına aldığı Kürtlerle de güçlü bir duruş sergileyen bir devlet ve bu devletin defalarca siyasi ikbalini uzatmak için  Kürt hareketini oyalama girişimleri aşikar. Bu oyunlar ve oyalamalar dikkate alınarak ihtiyatlı olunmalı. Özcesi, ihtiyatlı bir iyimserlik durumundayım. Hangisi daha ağır basıyor derseniz  devletin bu girişiminden ve devlet yetkililerinin söylemlerinden referansla umutsuzluk daha ağır basıyor.

   AKP Hükümeti dengeleri çok iyi gözeterek geçmişte Kürdistan’da var olan prestij yitimini dikkate alarak bir ılıman iklim yaratma peşinde. Ilıman söylemler Kürdistan’a yönelik iken daha sert, daha egemen, daha buyurgan ve mücadelede psikolojik üstünlük sağlamak amacıyla Batı’daki kitlelere dönük tabirler kullanıyor. Hali hazırda bir pro müzakere dönemi olduğundan müzakereden söz etmek mümkün değil. Ama müzakere öncesi böylesi yaklaşımlar bir müzakerenin olmazsa olmazı güven verici adımların atılmayacağı intibası uyandırıyor, ki Kürtlerin ihtiyatlılığı ve umutsuzluğu buradan gelmektedir. Egemenin buyurgan ve küçümseyen tavrı. Müzakere öncesi böylesi gel-gitler yaşanması doğaldır. Ama müzakere masasına oturulduğunda herkes kartlarını ortaya koyar. O süreçte al-ver durumu söz konusu olacaktır. Olmadığı takdirde bir müzakereden ziyade işbirliğinden bahsedebiliriz. Haliyle hükümet kanadının “entegre siyaset” “PKK’nin ve silahların tasfiyesi” yaklaşımı müzakere sürecini baltalayan bir yaklaşımdır. Hükümetin şunu görmesi gerekiyor: PKK bir hak hareketidir ve bu haklar doğrultusunda da milyonlarca halkı arkasına alarak halklaşmış bir harekettir. Suriye’de destekledikleri çeteci-çapulcu sürüsü ile PKK’yi aynı sepette görmeleri siyasi intiharlarına kadar götürecek bir süreci kendisiyle beraber getirecektir.
Elbette her iki tarafın da sınırlılıkları ve avantajları mevcuttur. AKP’nin sınırlılıklarına baktığımızda yıllardır Türkçülüğün egemen ve buyurgan tavrının hem önceki hükümetler hem de mevcut hükümet eliyle halklara massedilmesiyle birlikte sürecin Türk tarafında yer alanların süreci kabulleri ve bunların iknalarının zorluğu AKP’nin temel sınırlılığıdır. Nihayetinde AKP’nin bir siyasi parti olduğu unutulmamalıdır. Bu süreç onay görmezse bu AKP’nin oy kaybı anlamına da geleceğinden rahatlıkla hareket etmesini engelleyici bir unsur olabilir. Kaldı ki son süreçte AKP’nin Kürt seçmenlerden boşalan alanı MHP’nin milliyetçi oylarla doldurmaya dönük stratejisi , milliyetçi seçmenleri kaçırmamak için AKP’yi rahat hareket ettirmeyeceği için bu da bir handikap olacaktır. Sözü fazla uzatmamak adına AKP’nin bahsettiğim sıkıntılarının dışında devlet aklının durağanlığı ve statükoculuğunun ilanihaye temsilcisi olması, TC ordusu ve kolluk kuvvetlerinin hali hazırdaki “görevleri”nden(provokasyonlarından) dolayı PKK’ye ve sivil siyasetçilere sürekli operasyon ve tutuklama yapılması AKP’nin sınırlılıklarını oluşturuyor. PKK’nin sınırlılıkları ise avantajlarına nazaran daha azdır. Benim nazarımda tek sınırlılığı illegal olması dolayısıyla rahat iletişim ve hareket alanlarının olmayışı. Belki birçok kişi için Sayın Öcalan’ın devletin elinde esir oluşu bir sınırlılık gibi görünse de Sayın Öcalan güçlü kişiliği ve stratejik düşünme biçimiyle kendisini her halükarda muhatap aldırmasını bildiği için bunun bir handikap veya sınırlılık teşkil ettiğini düşünmüyorum. Ama eğer müzakere masasına oturulacaksa müzakerenin adilliği için bu koşulların değişmesi gerektiği de açıktır. Bir diğer sınırlılık ise       AKP’nin siyasi ve yönetsel olarak doğrudan muhataplık yerine devlet kurumunun bir birimini bu işin başına koşmasıdır. Bu durum KCK’nin siyasi pozisyonunu küçültücü bir hava yaratıyor. Ama iş müzakere etmeye gelindiğinde bunun değişeceği beklentisini taşıyorum.
Sürecin avantajlarına PKK/KCK/Kürt Halkı ve AKP/Türk Halkı açısından ayrı ayrı bakmaktansa her ikisinin uzlaşmasıyla ortaya çıkacak sinerjiyi görmek gerekiyor. Bir taraf zulümden kurtulabilir, bir taraf zorla askere gönderilen çocuklarının ölümünü görmekten kurtulabilir. Bu sorunun ortadan kalkması Türkiye’nin avantajına olacaktır.  Elbette bu süreci sekteye uğratacak, önünü tıkamak isteyecek çevreler olacaktır. Bu sürecin sekteye uğramaması için olası provokasyonlara karşı iki tarafın da görüşmelere/müzakerelere provokasyonlar olsa dahi devam etme kararlılığını deklare etmesi gerektiğini düşünüyorum.

8 Ocak 2013

Müzakerelerin Sosyal Medyaya Yansımaları 2


Soru: Türk devleti ile PKK arasında yeni bir barış kapısı aralandı. Bu defa bu görüşmelerden umutlu musunuz? Hükümet kanadı ısrarla "al-ver(mübadele)" den kaçındığını görüşmelerin bu şekliyle yürümeyeceğini dillendiriyor. Bunu gerçekçi buluyor musunuz? Her iki tarafın avantajları ve sınırlılıkları nelerdir sizce? Süreci bu avantaj-sınırlılıklar sekteye uğratır mı

Açıklama: deftera reş@zinchen_ 


 Daha önce yürütülen görüşmelerden (İmralı ve Oslo) sonra açığa çıkan tablo dikkate alındığında, Kürt tarafındaki temkinli yaklaşım anlaşılır. Kürtler açısından sözlerin çok da bir anlamı kalmamıştır; bundan sonra somut adımlar esas olacaktır. Bu açıdan umuttan ziyade - çünkü çözüm umudu her zaman var(dı) - realist bir iyimserlik içinde olduğumu belirtebilirim. İyimserliğin derecesi sürece bağlı olarak ya yükselecek ya da düşecektir. 
    Elbette hükümetin kafasına taş düşmemiştir. Bu görüşmeler, istenen sonucu vermeyen bir imha konseptinin başarısızlığın, dolayısıyla bu konsepte karşı direnişin bir sonucudur. Bu açıdan bir bakıma AKP'nin 'zayıflığını' ve Kürt hareketinin 'gücünü' gösteriyor. Ancak böyle bir dönemde 'güç' odaklı bir tartışmanın sağlıksız olacağını düşünüyorum. Fakat örneğin Akdoğan'ın ve ana akımda yazan bazı isimlerin görüşmelerle ilgili söylemleri, tam da böyle bir 'biz güçlüyüz-onlar zayıf' denklemini simülatif olarak kurmaya dönük. 
    Mevcut durumda temastan söz edilebilir. Önemli olan, bu ön görüşmelerin müzakerelere dönüşmesini sağlamaktır. Abdullah Öcalan bunu en son protokollerle denediğinde karşı taraf tecrit içinde tecrit ile yanıt vermişti. Şu unutulmamalı; devlet homojen bir yapı değildir. Mevcut durumda ana akım medya üzerinden PKK'de gerçekte olmayan çatlaklar var imiş gibi bir algı yaratılmak isteniyor ama AKP, cemaat, devlet kurumları vs'deki heterojenlik önemli bir risk oluşturuyor diye düşünüyorum. Tek bir yaklaşımdan söz edilemez. Söz konusu farklı yaklaşımlar içinde gerçekten çözüm konusunda samimi veya en azından istekli olanı güçlendirip, hem bu dönemde hem de olası bir müzakere sürecinde içeriden süreci tasfiye etmeye çalışacak unsurların varlığını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Kürt özgürlük hareketi bu açıdan daha homojen olsa da, iç diyaloğunun sağlanması önemlidir. Dolayısıyla Öcalan'a yönelik tecrit içinde tecrit elbette olası bir müzakere sürecinde ciddi bir olumsuzluğu teşkil edecektir.
     Genel olarak mevcut durumda en önemli husus, müzakere aşamasına ulaşılmasını sağlamaktır. Bence bu konuda herkesin yapabileceği bir şey vardır. Farz edelim mevcut görüşmeler tamamen tasfiye amaçlı olsun; o zaman görev, devletin çözüm yoluna getirilmesidir, bunun için baskının oluşturulup güçlendirilmesidir. Aynı zamanda Kürt tarafı açısından da çok zorlu bir dönem. Çünkü seni tasfiye etmeyi amaçlayanla masaya oturduğunda, daha güçlü olmak zorundasın, bir nevi satranç oynarken karşı tarafın yapacağı hamleleri belirlemelisin. Bu elbette bütün hareketi ilgilendiren bir husustur. 
    Nihayetinde avantaj ve sınırlılıklara dair çok şey söylenebilir, varsayımlar geliştirilebilir. Ama bir bütün olarak gerçek bir çözüm için bütün koşulların uygun olduğunu düşünüyorum. Yeter ki bir müzakere sürecini başlatma iradesi olsun. Müzakere başlangıcında tarafların niyeti bence sonucu belirlemez. Çok farklı niyetler de olabilir. Ama bir kere masaya oturulduğunda, siyaset sanatı kendini konuşturacaktır.
Açıklama: Murat Çiçek@avmuratcicek 
  Görüşmelerin bu sefer daha dikkatli ve kamuoyunun bilgisi dahilinde yapılması açıkası beni eski görüşmelere nazaran daha çok umutlandırıyor. Yine de temkinliyim. Zira, Hükumet iç siyasi dengeleri gözetip öyle hareket ediyor. Yine Kürt siyaseti her ne kadar farklı mekanizmalarla işlese de nihayetinde orda da siyasetin bildigimiz iç dengeleri ve rol kapma kaygıları var. Ayrıca bütün bunların yanı sıra MİT'e tavır alan dış istihbarat örgütleri ve İçteki uzantılarının bu girişimleri akamete uğratma çabaları her zaman mevcut. Bütün bu durumlar gelişmelere temkinli ama yine de umutlu bakmamı sağlıyor. Alıp verme ya da pazarlık konularına gelince bunlar hakkında konuşmanın erken olduğunu düşünüyorum. Kimin avantajlı olduğu hususu, görüşmelerin kamuoyuna yansıyan kısmı ile bizlere fikir vermez. Abdullah Öcalan'ın bir yılı aşkın zamandır süre gelen sessizliğinin, bozuk koster olaylarının ve başbakanın idam tartışmalarının hiçbirinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Bütün bu veriler aslında çok sıkı pazarlıklar ve çetin bir görüşme sürecinin yaşandığını ortaya koyuyor. Muhtemelen görüşmeler belli bir olgunluğa erişmiştir ki kamuoyu ile paylaşılmaya başlandı. 

   Şunu ifade edeyim, silahlı mücadelenin varlığı şuan legal Kürt siyasetinin ve hükumetin ortak dezavantajıdır. Hükümet hem maddi hem manevi yıpranıyor. PKK'nin de ciddi kayıpları var. Ayrıca silahın gölgesi devletin bütün baskılarından daha fazla yıpratıyor  BDP siyasetini. Silah olmazsa BDP ve Kürt siyaseti daha etkili mücadele edecektir. 

7 Ocak 2013

Müzakere sürecinin sosyal medya yansımaları 1 :



                                     
Y. Emre Kocabasogluzbyd srTufan Come Onro
Bu çalışmayla günde 3-4 arkadaşın fikirlerini derli toplu öğrenme imkanı bulacağız ki ben çok önemsiyorum. Basının çürümüş kafalı kalantor kalemlerinden ziyade daha dinamik fikirler, daha gerçekçi çıkarımlar yapmamızı sağlar bu tarz. Tek soruya farklı cevaplar.
 Soru: Türk devleti ile PKK arasında yeni bir barış kapısı aralandı. Bu defa bu görüşmelerden umutlu musunuz? Hükümet kanadı ısrarla "al-ver(mübadele)" den kaçındığını görüşmelerin bu şekliyle yürümeyeceğini dillendiriyor. Bunu gerçekçi buluyor musunuz? Her iki tarafın avantajları ve sınırlılıkları nelerdir sizce? Süreci bu avantaj-sınırlılıklar sekteye uğratır mı? 
@Kocabasoglu (Türk-Çerkes karışımı liberal, liberter daha doğru sanırım)
   İhtiyatlı umutluyum. Kamuoyuna yönelik hamasi açıklamaların anlamsız olduğunu tarihteki diğer müzakere örnekleri de gösteriyor bize. Sorun bence o açıklamalar değil. Sorun daha çok Cumhuriyetin hepimize aşıladığı o kafalardaki “Türkiye Türklerindir” zihniyetinin hükümete ve Ak Parti’ye ne denli sirayet etmiş olduğu. O ezberi kırmak zor, ama imkânsız değil.

  Hükümetin avantajları arasında ulusalcıların ve Cemaaçilerin Oslo sürecindeki bütün baskı, direniş ve sabotaj girişimlerine rağmen, o süreci bir noktaya kadar getirebilmiş olması; savaştan beslenen silahlı kuvvetlerin belli bir oranda geriletilmiş olması, Başkan olmak isteyen Erdoğan’ın elini daha da güçlendirme arzusu gibi dış ve iç etmenler sayılabilir. Bunlar hükümetin daha cesur olmasını sağlayabilecek şeyler. Dezavantajları arasında yükselen milliyetçi hamasetin siyasete hakim durumu; kendi inancını bir şemsiye olarak her derde deva gören ümmetçi kibir (ki sosyalist kibire çok benzer); ve güvenlikçi politikalarla devlet içinde yaşam alanı bulan Cemaatin barışla karşı çok daha ciddi bir direnç gösterecek olması sayılabilir. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kaybetmemek de önemli olacak. Bunlar hükümete Mehter yürüyüşü yaptırabilir.

   Kürt örgütlü hareketinin avantajı mevcut halk desteği ve “Kürt sorunu”nun konuşulabilmesini sağlamış güç olması. Bu ona doğal olarak müzakere masasında olmayı kazandırıyor. Bütün hamasi açıklamalara rağmen hükümet de müzakerelere yeşil ışık yakarak bu konumu fiilen tanımış durumda. Dezavantajı liderlerinin hapiste bulunması ve devletin bunu örgüt içi çatışma yaratmak için kullanabileceği gerçeği. İkincisi de kitlesindeki daha radikal grupların müzakereleri bir taviz olarak tanımlayıp direnç gösterme olasılığı.

Süreç bu sebeplerle sekteye uğrayabilir, hatta kesilebilir. Önemli olan baştan şeffaf bir müzakere düzeni oturtmak,  iki taraflı askeri eylemleri durdurmak , olası aksaklıklarda süreci anlamsız kılacak geri adım atılmayacağı güvencesini vermek, müzakerede eşitliği sağlamak için Kürt örgütlü hareketinin liderinin Masada özgürce bulunmasını sağlamak. Zor mu? Zor. İmkânsız mı? Hepimiz için umarım değil.

@Zbydsr (Kürt, liberal gazeteci) liberali ben yakıştırdım


Geçmişte yaşanan Oslo Görüşmelerinden yola çıkarak, bu yeni sürece temkinli yaklaşmak durumundayız. Diyarbakır’da sokağın nabzını tuttuğunuzda herkesin temkinli yaklaştığını görebiliyorsunuz. Aslında sadece sokak değil, hem siyasi parti temsilcileri, hem sivil toplum örgütleri başlayan bu yeni sürece temkinli yaklaşıyor. Bende herkes gibi temkinli yaklaşıyorum ancak bu umutsuz olduğum anlamına gelmiyor. Her şeyden önce görüşmelerin, doğru adresten başladığına inanıyorum. PKK Lideri Abdullah Öcalan bu sorunun muhatabı, bunun anlaşılmış(kabul edilmiş) olması çok önemli. Değerli bir önemli nokta ise BDP’nin sürece dahil edilmesi ve görüşmelerin kamuoyundan saklanmaması. Müzakere süreci, Abdullah Öcalan, BDP ve Kandil ile yürütülürse başarıya ulaşılacağını düşünüyorum.
 Peki, bundan sonra ne olacak?
 DTK Eş başkanı Ahmet Türk ve BDP Batman Milletvekili Ayla Akat’ın Abdullah Öcalan ile görüşmesinden kısa bir süre sonra, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Terörle kararlı mücadele devam edecektir”, KCK Yürütme Konseyi Başkanı  Murat Karayılan, “2013 hazırlıklarımızı gevşetmeden sürdüreceğiz” açıklamalarında bulundu. Anlaşılan o ki, müzakereler çatışmaların gölgesinde devam edecek. Çatışmalı süreç müzakereleri sekteye uğratabilir bu durum iki taraf için büyük risk. Görüşmeler yeni başladı, hemen bir sonuç alınmasını beklemek anlamsız. Ancak ilerleyen dönemlerde karşılıklı ateşkes ilan edilmeli. Sadece PKK’den silah bırakmasını istemek sorunun çözümüne çok uzak ve gerçek dışı olur. İki taraf silah bırakmalı. Adımlar tek taraflı değil, karşılıklı atıldığı sürece çözüme yaklaşılır.
     Müzakerelere Abdullah Öcalan ile başlaması, sürece BDP Miletvekillerinin dahil edilmesi, Kürt hareketi açısından büyük bir avantaj. Ana akım medyanın genel olarak sorunun çözümü taraftarı olması Türk kamuoyunu hazırlama açısından çok önemli.

Son olarak Murat Karayılan’ın, “Şimdi bölge kaynıyor, silahlanma her tarafta gelişiyor. Sivil-sıradan insanlar bile, Suriye’de, Irak’ta, Kürdistan’da ve Ortadoğu’nun hemen her yerinde silahlanıyor. Bu konuda böylesine devindirici gelişmeler yaşanırken, PKK’nin silah bırakmasını tartışmak kolay değildir. Bu güçlerin devletin tutarlılığına ilişkin ikna edilmesi gerekmektedir. Önderlik İmralı Tecrit Sistemi altında bulunduğu sürece sen devletin tutarlılığına ilişkin, tek bir kişiyi bile ikna edemezsin” sözleri iyi okunmalı.
@siempre ( Türk, trockist solcu) Bu aralar az liberalleşiyor mu ne!

Umulu olmak istemekle birlikte, en azından görüşmelerin bir tarafından umutlu olmamak için bir sürü sebep var. Türkiye tarafı şimdiye kadar hep taktiksel yaklaştı barış görüşmelerine. Ayrıca devleti oluşturan yapılardaki iç çelişkilerin yansımaları da bu süreci baltaladı sıklıkla. Hükümet kanadı Sünni Türkler dışında bütün kimlikleri (Dinsel-etnik-mezhepsel) bir şekilde şeytanlaştırdı. Bunu yaparken de genelde dini hassasiyetleri kullandı. Alevilerin ülkeyi ele geçirmeyi planladığı vurgusu, PKK, BDP'nin aslında Müslüman olmadığı suçlamaları vs. Bundan dolayı eğer istese dahi (ki ben samimiyetine inanmıyorum) çok açık şekilde Kürt hareketi istedi, biz de verdik şeklinde "yenildiğini" gösterecek durumlardan kaçacaktır.

     Kürt hareketinin avantajları; çok yoğun şekilde operasyon yemesine rağmen (binlerce KCK tutuklusu) nicelik olarak bunu doldurabilmesi fakat yine de bu operasyonlardan etkilenmedi diyemeyiz. Ayrıca Batı Kürdistan'da PYD'nin hakimiyeti eline alması. Biraz da Suriye'nin içinde bulunduğu durum sıkıştırıyor hükümeti, onca propagandaya/ (gizli,açık) desteğe rağmen bir türlü Suriye'de istediği şekilde başarıya ulaşamadı. PYD'nin Türkiye'nin desteklediği çetelerle mücadelesinde başarıya ulaşması da Suriye politikasında başarısız olma sebeplerinden. İktidarın en büyük avantajı ise taban olarak yaslandığı Sünni-Türk-muhafazakar kitlelerdeki en önemli rakibi MHP'nin politik olarak tamamen dağılmış olması, referandum sürecinde lider-töre-doktrin üçlemesine sahip bu parti liderliklerini dinlemedi. AKP'nin tabanından en çok oy alabilecek yapı bu kadar dağınıkken daha rahat politika yapabilir. Dezavantajı ise yaklaşık 1 yıldır ortaya serildiği gibi, iktidar partneri olan cemaat ile olan gerginlikleri, cemaat bir şekilde AKP'yi sıkıştırabileceği fırsatı kaçırmayacaktır.

     Ayrıca, süreçten en çok etkilenecek PKK'nin dağ kadrosunu süreç dışında bırakma çabaları var. Bu da kritik. Şimdilik BDP Kandil olmadan çözüm olmayacağını söylerken, hükümete yakın yazarlar vs. Kandil'i tamamen dışlamaya çalışıyor. BDP'nin ısrarı ve Kandil'in tavrı da çok önemli.



@rojyasin ( Kürt, politik yelpazenin halk Kürt’ü) kendi tanımı


Sürdürülebilir olmaktan çıkan her savaş bir gün bitmek zorunda. Bu savaşın ve fiili işgalin sürdürülebilir olmadığını görmek için ya kör olmak ya da Türkiye'de her hangi bir Strateji/Düşünce kurumunda çalışıyor olmak gerek. Onun için evet umudum var bu savaş bitecek. 
   Bu sürecin ve diğer sürecin (Oslo) lokomotifi Türkiye olmadığından basına ve kendi iç kamuoyuna  ne dediklerinin de bir önemi yok. Ayrıca Oslo sürecindeki demeçlerinden çok boş ve aynı zamanda yalan konuştuklarını hatırlıyoruz. En az takılması gereken noktalardan biri bu diye düşünüyorum.
    Kürt Siyasi Hareketi'nin en büyük avantajı "haklı olmak" bunun dışında sayılabilecek bütün diğer avantajlar bunun alt başlığı olur. Ayrıca Rojava eksenli gelişmeler, değişen Ortadoğu ve Dünya dinamikleri, oy oranlarındaki ezici üstünlük, halk desteği gibi diğer bazı avantajlar sayılabilir.
Türkiye'nin ise  tek bir avantajı var "barış' için zorunlu diğer partner olması. Sonu belli bu satranç oyununda Fairplay'ın ruhuna aykırı hareket edip belki de pata olur umuduyla oyunun süresini uzatıyor. Buna karşılık Kürt Siyasi Hareketi'nin en büyük dezavantajı coğrafi kopukluk (Ada-Dağ-Diaspora) ve buna bağlı olarak karşılıklı (sanal olmayan) istişare eksikliği.  Son söz olarak: Kürtleri çok güzel günler bekliyor ama bunu AKP görür mü bilemiyorum?
   Farklı görüşlerden devam edecek bu çalışma

Takvim müzakereye dönüşür mü? 1


    Politik propaganda, rakip tarafta olanların beyanlarını, argümanlarını kınamak, onların etkisini kırmak için yapılır. Bugünlerde hangi politik kişiliğe sorarsak soralım propagandayla uğraştığını söylemez, ona göre bir meseleyi kendi açısından anlatmak gibi bir derdi var. Eskiden iletişim araçlarının eksikliği, yetersizliği  ve iletişim teknolojisinin zayıflığı yüzünden bir bildiriye, bir kitaba, bir söylenceye birçok insanı ikna etmek mümkündü. Bu, artık günümüzde zor desem de kronik kemalizm, kronik solculuk, kronik İslamcılık, kronik sağcılıkla biçimlenmiş Türk toplumu için aynı kanaatleri taşımıyorum. Hala propaganda araçlarını ellerinde tutan güç ve odaklar istediği gibi yönlendiriyor kalabalıkları. Oysa politikada artık her hikayenin iki tarafı vardır, her olayın da… Belki de birkaç tarafı! 
    Wallerstein tarzı bir giriş yaptım, lakin buna sahiden ihtiyacım vardı. PKK-Türk devleti barışı kapıda, lakin bu meret öyle güvercin misali yeryüzüne kanatlarını yaya yaya inmiyor. Uçurumlarda, vadilerin derinliklerinde, devasa ormanların içinde; militanların, askerlerin ağzını burnunu kanata kanata geliyor. Barışmak benim bildiğim politik bir olgudur. Bir savaş sonrasında genelde ihtiyaç duyulur. Henüz birkaç günlük bir deneyim var. BDP dışında ki İmralı ziyaretine atfettikleri değeri henüz öğrenemedik , genelde diğer kurumsal yapıların, gazetecilerin, aydınların, kimi toplum örgütlerinin barıştan ne anladıklarını öğrenmiş bulunuyoruz.
  Türk hükümeti açısından:
Türk hükümetinin birkaç aklı var, başakıl siyaseten sıkışmış, ihtiyaç duymuş, talep etmiş ama egemen devletin başı olma kibriyle bu günlerde işi; sağcı, ulusalcı, cemaatçi, milliyetçi kesimlere propaganda yaparak geçiştirme niyetinde. Bir yandan da emrindeki provokasyoncu ve komplocu ordusunun içinde belirebilecek vatansever çizgiye çiçek atma telaşında. Temennimiz bu tip kaygılarını politikleştirip dilini barışmanın gereklerine uygun terbiye etmesi… Gerçi ben başakıl efendiden ziyade Yıldıray Oğur’u okuyarak bazı sonuçlara varıyorum. Başakıl kamuoyuna propaganda yaparken tipik devlet aklı modunda, Yıldıray ise devlet tarafının sunabileceği en geniş görüşme skalasını veriyor. Yıldıray esner ama hükümet bu taleplerinde esner mi bilemiyorum; mesela Kürtlerin siyasi statü meselesi, öz savunma meselesi şimdilik masada en zorlu konular olacak gibi duruyor… Yardımcı hükümet akılları ise esnemeye meyilli bence… En azından Öcalan ile görüşmeye doğrudan siyasi Kürt temsilini göndermeye razı oldular. Bu defaki görüşmelerin en dikkat çekici yanı bu. Bizi en çok heyecanlandıran yanı bu.
Kürt hareketi açısından:
Öcalan açısından daha önceki görüşme deneyimleri bir avantaj. Talepler skalasını şimdilik dar tutuyor anladığım kadarıyla, hükümetin tersine o esnemeyi talepleri genişleterek hükümeti zorlayarak süreçte rol oynamak istiyor ki Kürtlerin doğal ve kültürel haklarının tarihsel gaspı bunun meşru zemini… Qandil’deki PKK ise geniş talep skalasından dara doğru esneyebilir. Gerçi kimi Türk yazarları buna Qandil resti diyor, ama fena halde yanılıyorlar. PKK, politik kurumlaşmasını “önderlik” gerçeği üstüne inşa etmiştir. Hiyerarşik bir kurumsallaşmadan ziyade demokratik, geçişli, değişebilen hedef ve programlarla rakibine karşı mevzilenen bir önderlik.  Zaman zaman uzlaşabilen, kimi zaman uzlaşır gibi görünen kimi zaman da radikalleşen bileşenler örgütüdür PKK… Bir bütün Kürt hareketi açısından en zor mevzu ki sanırım de jure Türkiye sınırları dışına çekilmek olacak ki bu konuda ciddi kaygıları, ciddi endişeleri var. Türk devletinin tarihsel kötülüklerle ete kemiğe bürünen oyalamacılığı, hilesi, oyunları mevcut. (1925-1938 isyanları, 1993 ateşkesi, 1999 sınır dışına çekilme vakıları, barış gruplarının başına gelenler vs. ) Hükümetin çok eski bir barışıyormuş gibi görünen Edward Longshanks planlarının olabileceği PKK’nin en ciddi kaygısı sanırım. Gerçi hükümet yanlısı kimi yazarlar, paradigma değişikliğine vurgu yapıyor, ama ancak ben ve Yıldıray Oğur buna inanıyoruz, PKK’yi bu değişime inandırmanın en kolay yolu, sanırım barış için “yasal çerçeve” oluşturma ve sınır dışına çekilecek silahlı birlikler için “uluslararası gözlemci” talebini kabul etmektir. Diğer konular müzakerenin teknik ayrıntılarıdır, pazarlık sürecini ilgilendirir. Yalçın Akdoğan her ne kadar “al-ver” tarzı yapmayacağız dese de bu hükümet açısından kocaman bir defodur, falsodur. “Al-ver” dışında bir seçenek bizi barışa götürmez. Kışın devletin operasyonel gücüne yazın da PKK’nin devrimci halk savaşı taktiklerine götürür… O halde barış isteyen her kesim ve kişi  sanırım süreci “al-ver” yönünde olması yönünde sıkıştırmalı tarafları…  
       Şimdilik temel iki tarafın pozisyonlarını kendimce saptadım. Medya açısından, sosyal ağlar açısından vs. devm edecek…


4 Ocak 2013

ANF, Karayılan son süreci değerlendiriyor


 

Karayılan: İlk adımı devlet atmalı

DENİZ KENDAL-ROSİDA MARDİN
12:10 / 04 Ocak 2013
BEHDİNAN - İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la Kasım ayından bu yana görüşmelerin olduğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “şimdilik bir istişare durumundan söz edilebileceğini” söyledi. Çözüm sürecinin gelişebilmesi için pratik adımları da sıralayan Karayılan, “çok büyük ciddiyete ve sorumluluğa ihtiyaç vardır. Tekrardan birtakım hesaplar çerçevesinde oyalama taktikleri geliştirerek Kürt sorununun çözümünü değil de PKK’nin çözülmesini hedeflemeye dönük amaçlar güden politikalar geliştirilirse yazık edilmiş olur” uyarısında bulundu.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, İmralı’da Kürt Halk Önderi Öcalan’la görüşmeleri ANF’ye değerlendirdi. “Önder Apo’yla diyaloğun başlatılmış olması çok önemli ve isabetli bir girişimdir” diyen Karayılan, bu girişimi dikkatle izlemek gerektiğinin altını çizdi.

“Bu görüşme ve diyalogların Kürt sorununda bir çözüm sürecine dönüşüp dönüşmeyeceği ancak önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Şimdilik bir istişare durumundan söz edilebilir” dedi.

Karayılan, Kasım ayından bu yana görüşmelerin olduğu bilgisini de verdi. Bu istişarenin bir çözüm sürecine dönüşebilmesi için atılacak pratik adımları da sıralayan Karayılan, “ilk atılacak olan adım Önderliğin İmralı’daki pozisyonunun değiştirilmesidir. Ve zaten sürecin ilerlemesi için de buna kesinlikle ve kesinlikle ihtiyaç vardır” dedi.

Türk devletinin şiddeti kullanmaktan vazgeçip vazgeçmediğini netleştirmesi gerektiğini belirten Karayılan, “Bu konuda çok büyük ciddiyete ve sorumluluğa ihtiyaç vardır. Tekrardan birtakım hesaplar çerçevesinde oyalama taktikleri geliştirerek Kürt sorununun çözümünü değil de PKK’nin çözülmesini hedeflemeye dönük amaçlar güden politikalar geliştirilirse yazık edilmiş olur. Çünkü bu konu yeterince tahriş edildi ve bir güven bunalımı yaratıldı. Bir kez daha tahriş edecek politik manevra ve tahriklerden uzak durulmalıdır” uyarısında bulundu.

Son günlerin önemli bir tartışma konusu, TC Devleti’nin Sayın Öcalan’la bazı görüşmeler yürüttüğü konusu. Gündemin ana halkasını teşkil eden bu iddialar kamuoyu tarafından da yakından takip edilmekte. Ancak bu görüşmeler, bir uzlaşma veya çözüm değil de, bir silahsızlandırma planı gibi yansıyor. Öncelikle iddia edilen görüşmenin doğruluğunu size sormak istiyorduk ama biraz önce DTK’den bir heyetin İmralı'ya gittiği basına yansıdı. Devlet ile Sayın Öcalan arasında görüşmelerin yapıldığı iddiası doğru mu ve eğer doğruysa bunu yeni bir çözüm süreci olarak değerlendirmek mümkün mü? 

Evet, Kasım ayından bu yana bir devlet heyetinin İmralı’da Önder Apo’yla yürüttüğü bir takım görüşmeler vardır. Böyle bir görüşme süreci doğrudur. En son, biraz önce basına yansıyan Ahmet Türk ve Ayla Akat'ın İmralı'ya gidip görüşmüş olmaları elbette ki bu görüşme sürecine daha bir ciddiyet kazandırmıştır. Bu yeni bir boyuttur ve bunu önemsiyoruz. Bu girişimi dikkatle izlemek ve asla küçümsememek gerekiyor. Fakat bütün bunlar yeni bir çözüm sürecinin başladığı anlamına henüz gelmemektedir. Bu görüşme ve diyalogların Kürt sorununda bir çözüm sürecine dönüşüp dönüşmeyeceği ancak önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır. Şimdilik bir istişare durumundan söz edilebilir. Yeni bir süreç için daha fazla veriye ihtiyaç vardır. Özellikle AKP hükümetinin tutumu bu konuda önemlidir. Bu diyalog sürecinin bir çözüm sürecine dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda hükümetin tutumu kesinlikle belirleyici olacaktır.

Tüm kamuoyunun da bildiği gibi, geçmişte de çok çeşitli zamanlarda yürütülen diyalog süreçleri söz konusu oldu. 1993’ten bu yana çeşitli düzeylerde ve biçimlerde yaşanan bu diyalog süreçlerinden en son olanı, hem İmralı’da hem de Oslo’da, üç yıla yakın bir süre içerisinde sistematik görüşmelerle geçen süreçti. Tüm bu süreçlerin özellikle de en son Oslo ve İmralı görüşme sürecinin sonuç almamasının temel nedeni, devlette ve hükümette Kürt sorununun çözümü konusunda zihinsel bir alt yapının oluşmaması ve bu konuda kesin ve net bir karar almamasının yanı sıra bir çözüm projesine sahip olmamasıdır. Oslo ve İmralı sürecinin sonuçsuz kalmasının temel nedeni budur.

BÜYÜK CİDDİYET VE SORUMLULUĞA İHTİYAÇ VAR

Ancak AKP hükümeti bu görüşmelerin kesilmesi olarak sizi gerekçe gösteriyor… 

Türk tarafı tarafından gösterilen diğer gerekçeler gerçek gerekçeler değildir. Gerçek gerekçe AKP hükümetinin bu konuda hazırlıklı olmaması ve karar vermemiş olma durumudur. Onlar daha çok, seçimler öncesi ateşkes dönemlerini geliştirmeyi, bu temelde seçimleri kazanmayı ve iktidara hakim olmada bir aparat olarak kullanmayı esas aldılar. Yani köklü bir çözüm projesine sahip değillerdi. Gerçek budur.

Şimdi eğer TC Devleti adına Başbakan ve AKP hükümeti gerçekten Kürt sorununu çözmeye karar vermişse, elbette ki bu süreç demokratik çözüm sürecine dönüşebilir. Fakat bu konuda olumluya yorumlanacak pek fazla veri yoktur. Pratikte yaşanan yansımalar yeni bir karara gittiği yönünde herhangi bir izlenim bırakmıyor. Yakından izleyen tüm çevreler bunu bilmektedirler. Başbakan’ın daha 2-3 gün önce yaptığı konuşmalar, her gün güçlerimize dönük gerçekleştirdikleri operasyon ve saldırılar, yine KCK adı altındaki soykırım politikalarının pervasızca yürütülmesi, vb. vb. buna örnek olarak gösterilebilir. Diyorlar ki, “bazı ülkelerde hem çatışma olur, hem görüşmeler olur.” Hadi diyelim, öyle olsun; peki o zaman çözüm projeniz nedir? Yani devlet bir politika değişikliğine gitmiş midir, gitmemiş midir? AKP resmen “ben artık Kürt sorununda şiddeti kullanmaktan vazgeçiyorum, kimseyi şiddetle bastırmayacağım, bu sorunu artık diyalogla ve demokratik yöntemlerle çözmeye karar verdim” diyor mu? Başbakan bunu diyebilecek durumda mıdır? İşte bu nokta çok önemlidir.

Şimdi bize “silah bırakılsın” deniliyor. Bir kere bu sorunun çözümünde şiddeti esas alan devletin kendisidir. Sen bir toplumsal kesime karşı sürekli devlet gücünü ve şiddeti kullanacaksın, ondan sonra da “kimse buna karşı ses çıkarmasın, silahlar bırakılsın” diyeceksin. Bu böyle olmaz. Senin öncelikle şiddeti kullanmaktan vazgeçip vazgeçmediğini netleştirmen gerekiyor. Bu konuda çok büyük ciddiyete ve sorumluluğa ihtiyaç vardır. Tekrardan birtakım hesaplar çerçevesinde oyalama taktikleri geliştirerek Kürt sorununun çözümünü değil de PKK’nin çözülmesini hedeflemeye dönük amaçlar güden politikalar geliştirilirse yazık edilmiş olur. Çünkü bu konu yeterince tahriş edildi ve bir güven bunalımı yaratıldı. Bir kez daha tahriş edecek politik manevra ve tahriklerden uzak durulmalıdır. Oldukça ciddi olan bu konu, aynı ciddiyete denk düşen bir tutarlı yaklaşımı gerektiriyor. Açık ki, bir çözüm sürecinin gelişmesi için öncelikle Türk devletinin böyle bir kararlaşmaya ulaşmış olması gerekmektedir.

İLK ADIMI DEVLETİN ATMASI LAZIM

Bununla birlikte ilk adımı devletin atması lazım. Madem devlet ve hükümet Türkiye’nin bu temel sorununu çözme kararı almışsa ve çözecek olan kendisiyse, evvela pratik bir adım atmalı ve bununla birlikte çözüm projesini ortaya koymalıdır. Yani çözmek istiyor da, nasıl çözmek istiyor, projesi nedir? Böyle bir proje ortaya konulmadan sağlıklı bir tartışma, diyalog ve müzakere zemini oluşamayacağı gibi herhangi bir çözüm stratejisi de geliştirilemez. Sürekli entegre stratejisinden söz ediliyor ama bunun ne olduğunu açıklayan kimse yok. Yani Türk devleti Kürt sorununda çözüm için ne gibi adımlar atmayı düşünüyor? Bunu, Kürt tarafı olarak biz bilmek istediğimiz gibi, kamuoyu da bunu bilmek istiyor.

Peki, sizin bu konuda daha önce sunduğunuz projeler… 

Tabii ki kendi projemiz önemli. Biz, çözüm projemizi protokollerle sunduk. Önderliğimiz, Oslo ve İmralı süreci tartışmalarının bir sonucu olarak 5 Mayıs 2011’de Başbakan’a sunulmak üzere Türk heyetine protokoller sunmuştur. Kürt tarafı olarak bizim çözüm projemiz bu protokollerdir. Ayrıca Önderliğimizin hazırladığı ''Yol Haritası'' var. Yani bizim projemiz vardır, Türk tarafının projesinin de açığa çıkması, ortaya konulması gerekmektedir.

Çözüm için bunlara ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan, peşinen, “silah bırakılacak, silah bırakma hedeflenecek” gibisinden yaklaşımlarla herhangi bir yere varılamaz. Kimse bu silahları eğlenmek için ya da farklı keyfi bir amaç için eline almadı. Bu silahlı güçlerin varlığının bir nedeni vardır.

Yine bu güç, 3-5 kişiden oluşan bir silahlı güç değildir. Güçlü bir örgütlenme ve bir sistemdir. “Birden bire bunların hepsi devre dışı edilsin” demekle sonuç alınamaz. Bu, işi yokuşa sürmek olacağı gibi, bunlar ancak bir çözüm projesi çerçevesinde tartışılacak hususlardır. Ancak Kürt sorununun çözümünde atılacak olan birtakım adımlarla paralel gelişebilecek bir süreç olabilir. Bunlar, bir yol haritasının belirlenmesi temelinde adım adım yapılacak olan şeylerdir. Yani Kürt sorununun çözümü sadece silahların bırakılması değildir ve bazılarının yapmaya çalıştığı gibi “Kürt sorunu ayrı PKK’nin silahlı güçleri ayrı” türünden değerlendirmelerin hiçbir değeri yoktur. Eğer Kürt sorunu ve silahlı mücadele bu kadar iç içe olmasaydı şimdiye kadar silahlı güç mü kalırdı? Uluslararası güçlerin çok çeşitli konseptlerine dayanan, bütün hamlelerine rağmen eğer bugün güçlenen bir silahlı yapı söz konusuysa, bunun dayandığı güçlü bir toplumsal temel vardır. Dolayısıyla birbirinden ayrı düşünülemez. Bu açıdan, deyim yerindeyse arabayı atın önüne koymamak gerekiyor. Atı arabanın önüne koyup arabayı sürmek ve her kademede yapılacak olanları yaparak sonuca gidilebilir.

DEVLETİN BİZDEN İSTEDİĞİ SİLAH BIRAKILMASI DEĞİL, TÜRKİYE SINIRLARIN DIŞINA ÇIKARILMASI

Yeri gelmişken şunu da açıkça söyleyeyim: Türk tarafının bizden istediği şey silah bırakmak değildir. Yani basına öyle açıklıyor olabilirler, ona bir şey demem. Fakat bizden istenen o değildir. Altını çizerek belirtiyorum; hem Oslo-İmralı sürecinde hem de şimdi bizden istenen şey silah bırakmak değil, silahlı güçlerimizin Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmasıdır. Devletin bizden istediği budur.

Peki, nereye çekeceğiz? Güney Kürdistan’a. Her gün Güney Kürdistan bombalanıyor. Zaten orada bir kısım güçlerimiz var. Bir de Kuzey’dekilerin hepsini oraya götürürsek bir yerde toplamış oluyoruz, bunun güvencesi nedir? Ama bize deniliyor ki, “ Ezber bozan bir karar verin, 1999'daki gibi güçlerinizi çekin. Bu sefer Başbakan ve hükümet kararlıdır. Onlar da adım atacaktır.” Güzel ama ön adımlarını şimdi atsın. Niye şimdi atılmıyor? Israrlı bir biçimde gelişen, “önce güçler sınırın dışına çıksın, sonra adım atarız” söylemine nasıl güvenebiliriz? Bunun güvencesi nedir? Bu ciddi bir konu. Mesela bu konuda, “99 yılı gibi olmaması için gerekli tedbirleri alırız” diyorlar. Yani “güçlerinize ta Karadeniz’den, Dersim’den, Bingöl’den, Erzurum’dan, Kars’tan rahatlıkla Güney’e geçebilecek şekilde kolaylık sağlarız, operasyon yaptırmayız” anlamında söylüyorlar. Hayır, eğer bu sorunu çözmeye karar vermişseniz buyurun ilk adımlarını atın. Diğer hususları bir takvime bağlayabiliriz.

DİYALOĞUN ÖCALAN’LA BAŞLAMIŞ OLMASI ÖNEMLİ VE İSABETLİ

Böylesi bir durumda devletin atması gereken ilk adımlar neler olabilir? 

Öncelikle ilk önce Önder Apo’yla diyalogun başlatılmış olması çok önemli ve isabetli bir girişimdir. Çünkü Önder Apo, bu hareketin ve Kürt Özgürlük Mücadelesi diye tanımladığımız, onun illegal-legal bütün bileşenlerinin kabul ettiği bir Önderliktir. Dolayısıyla devletin oradan işe başlaması çok doğru, çok isabetli ve yerinde bir tutumdur. Ama öyle bir kamuoyu yaratılıyor ki, sanki top İmralı’ya atıldı ve oradan gelecek cevaba göre her şey hallolacak. Burada önemli olan önce devletin ne yapacağıdır. Ama biz bunun da öyle bir taktik yaklaşım olarak geliştirildiğini görüyoruz. Bizzat Başbakan ve ardından danışmanı açıkladı; görüşmelerin olduğunu belirttiler. Evet, görüşmeler var ama sizin bu konudaki çözüm projeniz nedir, Allah için ona ilişkin de birkaç cümle söyleyin. Ama çözüm projelerinin ne olduğuna dönük herhangi bir şey ortaya konulmuyor.

Önder Apo bir halkın lideridir ve siz bu halkın esaretten kurtulması için bir ciddiyet ortaya koymazsanız tabii ki o karar vermez. Ama böyle bir adım atma için zorlayıcılık doğru değildir. Bir kere bu konuda hükümetin tutumu, daha net ve çözümleyici olmalıdır. Ancak mevcut durumda adeta, “işte biz görüştük, çözüm gelecek” diyorlar. Hayır, görüşme çözüm için ilk yapılacak şey. Bu doğru. Ama senin de atacağın adımlara ihtiyaç vardır. Bu temelde ilk atılacak olan adım Önderliğin İmralı’daki pozisyonunun değiştirilmesidir. İlk adımı soruyorsunuz, ilk adım bu olabilir. Ve zaten sürecin ilerlemesi için de buna kesinlikle ve kesinlikle ihtiyaç vardır.

BİZİM DİREKT ÖNDERLİKLE DİYALOGTA OLMAMIZ LAZIM

Şimdi bölge kaynıyor, silahlanma her tarafta gelişiyor. Sivil-sıradan insanlar bile, Suriye’de, Irak’ta, Kürdistan’da ve Ortadoğu’nun hemen her yerinde silahlanıyor. Bu konuda böylesine devindirici gelişmeler yaşanırken, PKK’nin silah bırakmasını tartışmak kolay değildir. Bu güçlerin devletin tutarlılığına ilişkin ikna edilmesi gerekmektedir. Önderlik İmralı Tecrit Sistemi altında bulunduğu sürece sen devletin tutarlılığına ilişkin, tek bir kişiyi bile ikna edemezsin. Bu konuda evvela Önderliğin pozisyonu değişecek, serbest hareket etme koşulları oluşacak. Ardından BDP'lilerle görüşmüş olması ve görüşebilmesi elbette ki çok önemli. Bu, siyasi yapının iknası ve çalışmaları için gereklidir. Ancak esas önemli olan silahlı güçlerdir. Bunun için bizim direk Önderlikle diyalogda olmamız gerekiyor. Sadece yönetimle değil, geniş komutanlık kademesi ve savaşçı yapısının ikna edilmesi sorunu vardır. Dolayısıyla eğer devlet ve hükümet gerçekten çözümde samimiyse önce Önderliğin önünü açması gerekiyor. Önderliğimizin de dediği gibi, “havuz var, içinde su yok, bana yüz diyorsunuz. Nasıl yüzerim?” Aynen durum odur. Madem Önderliğimizin önemli bir aktör olduğunu belirtiyorlar -ki bu doğrudur- o zaman önünü açmanız lazım. Evvela devletin atacağı adım bu olmalı. Çözüm için bu gereklidir.

Bu konuda sadece DTK'lilerin Önder Apo ile görüşmesinin sorunu çözeceği düşünülüyorsa yanlıştır. Elbette ki siyasi alanın sürece dahil edilmesi çok önemli ve gereklidir. Görüşen heyetin aracı gibi bir rol üstlenmesi düşünülebilir ki bu da uygundur. Mevcut heyet içerisindeki insanlar güvenilir insanlardır. Ancak savaşçı yapının ikna edilmesi ayrı bir olaydır, bizleri de aşan bir durumdur. Bu nedenle Önderliğin İmralı'daki pozisyonu hakkında bir değişiklik yapılmadan ve Önderliğin bir biçimde doğrudan ilişki kurma olanakları yaratılmadan sonuç alınabileceğini sanmıyorum. Kesin sonuç alınmak isteniliyorsa, böyle bir durumun gerekliliği anlaşılmalıdır. Atılacak ilk adım bu çerçevede, yani serbest hareket etme olanaklarının yaratılması biçiminde formüle edilebilir.

İkinci husus olarak ise, bir proje olur ve o proje temelinde müzakere süreci resmen gündeme girerek yapılması gereken hususlar ve atılması gereken adımlar taraflarca bir takvim temelinde pratikleştirilebilir. Açık ki Kürt sorunu, anayasal bir sorundur. Madem anayasanın da yeniden yapılması gündemde, O zaman çözüm perspektifini anayasaya da yansıtmak lazım ve bu biçimde kalıcı-köklü çözüm temelinde toplumsal uzlaşmanın temelini yeniden atmak gerekiyor. Yeni yapılacak anayasada Kürt halkının varlığına da yer verilerek demokratik ulus perspektifinde bir çözümün önünün açılması önemli bir yaklaşım olacaktır. Böyle ciddi bir yaklaşıma kesinlikle ihtiyaç vardır. AKP hükümetinde böyle ciddi bir yaklaşım gelişirse, biz de hareket olarak demokratik çözüm sürecinin gelişmesi için elimizden geleni yaparız. Ama şimdi görülen şey bu değildir. Yani bu çizdiğim çerçevedeki bir yaklaşımı yansıtan herhangi bir izlenim henüz açığa çıkmış değildir. Bir tek görüşmeler var. Umarım önümüzdeki birkaç gün içerisinde bu yönlü bazı netleşmeler geliştirilir. Daha çok onu bekliyoruz. Yani net, samimi ve dürüst yaklaşımların gelişmesi halinde bu konuda somut, gözle görülür bir adım ve net çözüm çerçevesi ortaya konulduğunda bu süreç önemli oranda çözüm sürecine girmiş demektir.

HÜKÜMET NE KADAR ÇÖZÜME HAZIR KUŞKULAR VAR

Sizce bu gelişir mi? 

Belirttiğim gibi bu, ancak önümüzdeki günlerde netleşebilecek bir husus ve tamamen AKP’nin tutumu ve politikasıyla alakalı bir durumdur. Biz Kürt tarafı olarak buna açığız ama hükümet buna ne kadar açık ve hazırdır, bu konuda şu an itibarıyla herhangi bir şey belirtecek durumda değilim. Ortada bir girişim ve geliştirilmiş bir diyalog var ama pratik adımlara da ihtiyaç olduğu açıktır. Ayrıca Önderliğimizin bu konudaki düşüncesi ve çizilen ortak çerçeve, yine Önderliğimizin yanına giden BDP'li heyetle tartışma çerçevesi de bizim için önemlidir. Şimdi bu sorunu çözmesi gereken devletin hiçbir somut-pratik adım atmadan bizden mevziilerin terk edilmesi ya da pozisyonumuzu zayıflatacak dayatma ve isteklerde bulunması, saflarımızda, toplumumuzda ve kamuoyunda çok ciddi kuşkulara yol açacaktır. Halen bu kuşkular egemen olan yan durumundadır. Biz bu konuda erkenden bir şey söylemek istemiyoruz ama “Kürt sorununu çözme kararı ve politikası”ndan ziyade “Kürt Özgürlük Güçleri’ni çözme, etkisiz kılma, güçten düşürme ve böylece zoraki bir biçimde kendi çözüm çizgisine dahil etme konsepti”nin olduğu yönünde bulgu ve tespitler vardır.

Bu konuda özellikle Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay tarafından sık sık “bir entegre stratejisi çerçevesinde tüm enstrümanlar kullanılmaktadır. Bunun iç-dış bütün enstrümanları devrede olacaktır” mealinde demeçler veriliyor. Bununla neyi kastediyor? 

Her şeyden önce şunu söyleyeyim: Yani toplum mühendisliği mantığıyla yaklaşarak, mevcut olan bu tarihsel-toplumsal sorunu mekanik bir olgu olarak ele alıp düşünme ve bunu bazı aletleri kullanarak yola getirme zihniyetini yansıtan, bu enstrüman kavramını doğru görmüyorum. Bu, küçümseyici ve teknikleştiren bir zihniyetin sonucu olarak ifade edilen bir husustur. Ortada Türkiye’nin en temel toplumsal sorunu olan bir ulus sorunu vardır. İnkar edilmiş ve bu yüzden 90 yıldır her türlü trajediye muhatap olmuş bir ulus vardır. Eğer bunu kabul ediyorsan, oturup bu tarihsel hatayı düzelten köklü bir yaklaşım geliştirerek bu sorunu çözersin. Yani bu bir “enstrümanlık iş” değildir.

Ama aynı demeçlerde ve yine pratikte yürütülen bütün diğer hükümet ve devlet çabalarında şunu rahatlıkla görmek mümkündür: AKP hükümeti geçen yıl Temmuz’dan sonraki süreçte bizi tasfiye etme kararı aldı. Boşuna Tamil örneğini vermedi. Yani AKP hükümeti de tıpkı Sri Lanka’nın çeşitli dış güçlerin desteğiyle, Tamil gerillalarında yarattığı parçalanma ve ardından da tasfiye ve katliam konsepti gibi bir konsepti önüne koydu. Bunun için paralı-özel ordu kurdu, ABD’den daha fazla istihbarat ile teknoloji desteği için çok çabalar sergiledi ve bunu önemli oranda da sağladı. Bu temelde çok kapsamlı imha edici operasyonlar yaptı. Kesin bir biçimde imhayı hedefleyen operasyonlar geliştirildi. Onların o zamana kadar ki politikası Haziran’a kadar sonuç almaktı. İşte bunun için Önderliğimize tecrit geliştirildi. KCK adı altındaki operasyonlar hızlandırıldı, gerillaya dönük yapılan operasyonlar yaygınlaştırıldı, büyük bir sindirme hareketi gündemleştirilerek sonuç alınmak istenildi. Ama 2012’nin baharıyla birlikte hareketimiz de bu tasfiye ve saldırı dalgasına karşı bir direniş hattı ve strateji geliştirdi. İmralı’da Önderliğimiz bir duruş sergiledi. Ardından ise halkımız ve Kürt siyaseti bütün baskılara rağmen yılmadı, güçlü bir duruş ortaya koydu. Cezaevlerindeki yoldaşlarımız, en son koydukları 68 günlük açlık grevinde de görüldüğü gibi büyük bir direniş hamlesi geliştirdi. Ve bunların yanı sıra Kürdistan Özgürlük Gerillası AKP’nin bu tasfiye konseptini tersine çevirmek üzere kapsamlı bir hamle geliştirdi. Aslında yeni bir taktik yaklaşım ortaya konularak AKP’nin öngördüğü o tasfiye etme ve katliamdan geçirme projesini tümüyle sonuçsuz bıraktı.

İKİ AYAKLI BİR KONSEPTİ YÜRÜTÜYORLAR

Devlet şimdi bunu itiraf etmiyor ama bir yenilgi aldılar, yıl planlamasında geliştirilen planlamada tamamen sonuçsuz kaldılar. Bu bir gerçek. Hani her gün o özel paralı askerlerden bahsediliyordu? Hani her gün TOKİ’nin yaptığı karakollardan bahsediliyordu? O karakolların önemli bir kısmı yine basıldı, peki niye şimdi konuşulmuyor? Çünkü onlar tedbir değildi. Ne özel-paralı askerlerin örgütlendirilmesi, ne TOKİ’nin karakol yapması, ne de ABD’nin verdiği ve vereceği teknik bu sorunu çözemez. Bu, 2012 yılı içerisinde açığa çıkan büyük bir gerçekliktir.

Ama kalkıp da bizim verdiğimiz kayıpları 4’e katlayarak, kendi kayıplarını da oldukça azaltarak kimse kamuoyunu yanıltamaz. Şimdi biz bundan hareketle farklı sonuçlara gitmiyoruz. Ben şunu da söylemek istiyorum: AKP’nin geçen yıl geliştirdiği tasfiye konsepti sonuç almamıştır, başarısız kalmıştır. Çünkü bu, tek yönlü ve sadece şiddete dayalı bir imha konseptiydi. Şimdi ise bu konsept yeniden ama farklı bir biçimde, daha da zenginleştirilmiş olarak güncellenmektedir.

Tıpkı geçen yıl gibi, bu yıl da Haziran ayına kadar sonuç alma hedefi konulmuştur. “Tüm enstrümanlar kullanılacak” denilmekte ya! Ne demek bu? Geçen yılki konsept sadece şiddet eksenli bir konseptti, şimdi 2 ayaklı bir konsept yürütülecek. Bu konseptin birinci ayağının siyasi konsept, ikinci ayağının ise askeri konsept biçiminde formüle edildiği görülmektedir. Bütün enstrümanların kullanılmasından kastedilen, Türk devletinin bu her iki ayağa dayalı olarak elindeki bütün olanakların harekete geçirmesi ve kullanmasıdır.

Bakınız, iki ayrı sahada aynı amaçları güden bir konsept durumu vardır. Şimdi askeri ve siyasi alana dönük operasyonlar devam ediyor, Önderlik üzerindeki tecrit devam ediyor, başta Tekirdağ ve Şakran Cezaevi olmak üzere baskı ve şiddet çeşitli cezaevlerinde neredeyse 12 Eylül’ü aratmayacak bir düzeyde sürdürülüyor. Yani devlet kendi sindirmeyi öngören tarzını yürütüyor. Psikolojik savaş araçlarının tümünü devrede tutuyor. Bununla birlikte öncelikle Beşir Atalay (ne hikmetse bu işle birinci düzeyde ilgilenen kişi olarak), ardından, Şubat ayında da Başbakan Erdoğan ABD’ye gidecek. Tabi ki ABD’ye yeni taleplerle gidecekler.

Nedir bu talepler? 

Şimdi bölgede Türkiye'nin, ABD'nin de öngördüğü rolü oynayabilmesinin önünde PKK engel olarak görülüyor. Bu nedenle PKK'nin ya tasfiye edilmesi ya da mücadelesini durdurması gerekiyor. Onların çıkarları bunu gerektiriyor. İşte ABD'ye bunu izah edecekler. "PKK'nin tasfiye edilmesi veya savunma savaşını durdurması için şimdiye kadar sağladığınız askeri ve teknik destek yetmemektedir. Daha fazlasına ihtiyaç var” diyerek, PKK’nin lider kadrosuna dönük bir harekatın gerekliliğini izah edeceklerdir. Nasıl ki ‘99'da bizzat ABD devreye girdi ve Önder Apo'yu komployla esir alarak Türkiye'ye teslim etti ve ardından savaş durduruldu. Şimdi de böyle bir sürece ihtiyaç olduğunu belirtecekler. "Ya birlikte yapalım ya da silahlı predatör vb. imkanları bize sağlayın, biz yapalım" diyeceklerdir. Bunu çok iyi biliyoruz. Tabi bununla Önderliğimiz ile hareketimizi zorlamayı ve güçlerimizi Haziran’a kadar sınır dışına çekmesini sağlamayı amaçlamaktadır. İkinci çalışma konsepti bu olmaktadır. Eğer diyalog süreciyle güçlerin yurtdışına çekilmesi sağlanamazsa, baharla birlikte konseptin askeri ayağını hayata geçirmeyi deneyeceklerdir.

Kısaca görülen o ki, şimdi 2 ayaklı bir konsept gündemdedir. Her ikisinin amacı da aynıdır; PKK'nin askeri güçlerini sınırların dışına çekmek, mevziilerin dışına çıkarılmış bu gücü siyasi ve askeri yöntemlerle etkisizleştirmek. Kısaca bizim gördüğümüz husus daha çok budur.

Bunun için Türkiye Başbakanı Erdoğan bize, “ya tek millet, tek devlet, tek vatan ülkümüzü kabul edip, yani Türkleşmeyi kabul edip teslim olacaksınız ya da çekip gidersiniz. Nereye gidiyorsanız gidin. Gitmezseniz de inlerinizde kalmaya mahkum olursunuz, gelip sizi orada da buluruz ve imha ederiz” demiştir. Erdoğan’ın bu demeci, özünde bu konseptin bir biçimde ifadeye kavuşturulmasıdır. Burada kimse çocuk değildir. Eğer böyle değilse (ki hemen “böyle değil” diyerek, bu değerlendirmenin abartılı, yanlış olduğunu söyleyeceklerdir) bütün dünya kamuoyu önünde TC Devleti adına Başbakan Erdoğan çıksın, demin söylediğim gibi, “biz artık Kürt sorununun çözümü konusunda şiddeti kullanmayacağız, şiddet ve imhayı esas almayacağız. Biz sorunu diyalog yöntemleriyle çözmeyi önümüze koyuyoruz” desin. Bunu açıkça kamuoyu önünde deklere ederlerse o zaman ciddi ve samimi yaklaştıklarını biz de anlamış oluruz ve dolayısıyla bir güven ortamı oluşmaya başlar.

CİDDİYSENİZ BUYURUN DEĞİLSENİZ ÖYLE YAĞMA YOK!

Kısaca AKP hükümetinin yürüttüğü hazırlıkları, geliştirdiği iç-dış çalışmaları ve yaptığı konuşmaları dikkate aldığımızda bu yönde bir konseptin geliştiğini görmüş oluruz. Bu nedenle biz temkinli yaklaşmak zorundayız. Tüm halkımız ve dostlarımız da temkinli yaklaşmalıdırlar. Bununla birlikte pratik adımlara da bakmak lazım. Özellikle Önderliğimizle yürütülen diyalogun içeriğini ve mahiyetini bütün boyutlarıyla anladığımızda bu konuda kesin değerlendirmeler yapabiliriz. Bu açıdan DTK heyetinin yaptığı görüşme de önemlidir. Özellikle konunun bütün boyutlarıyla anlaşılması ve Kürt siyasetinin sürece dahil edilmesi açısından önem taşımaktadır. Bütün bu hususların netleşmesi için istişarelere ihtiyaç vardır.

Kısaca biz değerlendirmeye açığız fakat karşı tarafın niyetini de iyi anlamak durumundayız. Bu konuda herkesi bir kez daha samimiyete ve ciddiyete davet ediyorum; ciddiyseniz buyurun, değilseniz öyle yağma yok. Kimse karşı taraftan hiçbir adım atılmadan kalkıp da kendi güçlerini çekip tuzağa yönlendiremez. Bunu bize dayatarak, sonradan da çözümsüzlük gelişince, işte “PKK adım atmadı” diyecek hesaplar yapılmamalı. Çünkü her şey açık ve nettir.

Eğer belirttiğiniz gibi çözmeyi hedeflemiyorsa o zaman İmralı'daki görüşme sürecini başlatmasının amacı ne olabilir? 

Kürt sorunu, Türkiye'nin en temel bir sorunu olduğu gibi, aynı zamanda tarihsel geçmişi olan bir sorundur. Ciddi bir sorundur. Bunu çözecek olan liderlik, tarihe geçecek bir liderlik olur. Bu açıdan bunu çözecek olan liderlik riski göze almalı, öncelikle risk göze almaya cesaret etmelidir. Şimdi bize diyorlar ki, “Erdoğan’da o cesaret var.” Erdoğan’da o cesaret var ama bunu pratikte görmedik. Erdoğan daha çok anketlere göre hareket ediyor. Hem kendisi toplumu yönlendiriyor, işte bizlere ve BDP’ye ağır hakaretler ederek Kürtleri adeta ötekileştiriyor, sonra da o yönlendirdiği toplum üzerinde anket yapıyor. Ancak böylesi bir yönlendirme olduğu için toplumun refleksi tabi ki farklı olabilir. Sonra anketlerin sonucu farklı olunca bakıyorsun tutum değiştiriyor.

Mesela diyelim, o çokça bahsedilen Habur süreci. Habur süreci, bizzat Başbakan’ın bizden talebiydi ve biz de bir grup dağdan bir grup Maxmur’dan olmak üzere 2 grup hazırladık, gönderdik. Ben kendim günlerce konuştum, hazırlanmasıyla uğraştım ve yolcu ettim. Ama şimdi o insanlar içeridedir. Evet, bazıları durumu fark etti ve kendisini yakalatmadı ama barış için gönderdiğimiz bu insanlarımız şimdi cezaevindedir.

İşte o zaman CHP’nin ve MHP’nin tavır alması, yine karşı durmasıyla bir kamuoyu oluştu. Ardından yapılan anketlerde kamuoyunun da karşı olduğu görülünce hemen AKP çark etti. Yoksa AKP ilk gün sahiplendi. Ama üçüncü-dördüncü günde çark etti ve suçu bize yükledi. Hayır, bizim bunda bir suçumuz yok. Mesela diyorlar ki, “askeri elbiseler niye giydirilmiş?” Siz koskoca bir devletsiniz, savcınız ve hakiminiz orada var; bu insanlar oradan kendi elbiseleriyle geçerek gittiler. Sorumlusu sizsiniz. Yine diyorlar ki, “vay, halk niye çok kitlesel karşılamış?” Bu halk Kürdistan halkıdır. Kürdistan halkı sürekli gerillanın cenazelerini karşılamış, bu sefer canlı görünce milyonlar sokağa döküldü. Yani bu kimsenin planladığı bir şey değildi; doğal, kendiliğinden gelişen bir durumdu. Ama burada esas olan şey, AKP’nin çıkarcı yaklaşımıdır. Bir baktı ki kamuoyunun önemli bir kısmı farklı düşünüyor, derhal politikasını değiştirdi. Şimdi de eğer böyle bir yaklaşım söz konusu olacaksa hiç başlamasın. Ama amacının tekrar farklı bir biçimde aynı çerçevede olduğu hissiyatını bütün veriler gösteriyor.

Mesela Erdoğan'ın siyasi danışmanı olarak bilinen Yalçın Akdoğan'ın ve Taha Akyol gibi Türkçü bazı yazarların çizdiği çerçeve ekseninde yaklaşırlarsa, vahim yanılgılara yol açabilir. Ne diyorlar? "PKK 2012 yılında hezimete uğradı. 1450 kayıp verdi, umduklarını bulamadı, vs, vs" Bununla şuraya getiriyorlar; “PKK başarısız olduğu için dayattıklarımızı kabul etmek zorundadır.” Halbuki gerçek bunun tersidir. Kendileri gerçekten belirttiklerine inanıyorlar mı, yoksa propaganda olsun diye mi böyle söylüyorlar, onu tam anlayamadım. Gerçek şu ki, Kürdistan'da son 15 yıl içinde savaşın en çok yükseldiği yıl 2012 yılıydı. Ve bunda gerilla güçleri daha baskın ve daha başarılıydı. Gerillanın yıllık kaybı, Akdoğan'ın belirttiği gibi, 1450 değil, 314 idi. Ve Akdoğan'ın övünerek belirttiği son 10 şehitle birlikte 2012 yılında gerilla kayıp sayısı 324'tür. Bunun karşılığında gerillanın tespitlerine göre Türk devletinin kayıpları ise tam 7 katıdır.

Gerillanın hezimete uğrayıp uğramadığını gerçekten anlamak istiyorlarsa, bu kişiler İç İşleri Bakanı'na neden Dağlıca'ya gidemediğini sorabilirler. Çünkü Dağlıca'daki bir Alaylık askeri güç, 6 ay boyunca kuşatma altındaydı ve çevresindeki Cîlo ile Çarçella dağlarına Türk devleti giremiyordu. Bu çok geniş bir sahadır. Bu nedenle büyük kayıplar vererek ulaştıkları 2 sefer dışında bu alaya 6 ay boyunca ne erzak ne de başka bir şey götürülememiştir. İhtiyaçlarını köydeki korucuların gizli yollardan değişik biçimlerde sağlamaları suretiyle kendilerini idare edebilmişlerdir. Ne havadan ne de karadan bu alana Türk devleti giriş yapıp gerilla kuşatmasını kıramamıştır. Gerçek budur ve bu gerçek tek başına birçok şeyi göstermektedir. Buna rağmen kalkıp da PKK'nin hezimete uğradığını, kendilerinin de başarılı olduklarını söylemelerinin gerçekle hiçbir alakası yoktur. Gerillanın ve Özgürlük Hareketi’nin sağladığı bu tür başarıları ve gücünü kamuoyundan gizleyerek, farklı göstererek Türkiye kamuoyunu da sürekli yanlış yerlere yönlendiriyorlar. Gerçek şu ki PKK onların çokça dediği gibi sıkışmış bir terör örgütü değil, oldukça tecrübeli, yetkinlik kazanmış, kitle temeline dayanan etkili bir gerilla gücüdür. Bu gerillayı yenmek asla mümkün değildir. İşte gerçek budur.

Bu yapılanlar, AKP’nin daha çok böyle bir çıkışla kopma sürecinde olan Kürtleri tutma ve Kürt kitlesini bir süre daha götürmeye dönük bir hamlesi gibi düşünülebilir.

Bununla birlikte yani kendi etrafındaki Kürtleri tutma ile birlikte Özgürlük Hareketi’nin yörüngesindeki kitleyi ve kadroları da beklentiye sokma amacı vardır. Bunun ön planda olduğu görülmektedir. Özellikle kamuoyuna yansıtmaları da biraz da bu amaçlarının ön planda olduğunu gösteriyor. Yani tamam, bir görüşme süreci var, bu iyi bir adım. Ama bunu bir psikolojik savaş malzemesi gibi kullanma tutumu gelişti ki -bu bizde çok ciddi bir kuşku yaratıyor- tekrardan bir taktik psikolojik savaş sürecinin başladığı görüntüsünü olduğu gibi gözler önüne seriyor. Yani bu konuda AKP’nin ciddi ve tutarlı olmadığı, samimi davranmadığı yönündeki olgular daha fazla ön plandadır. Tekrar, önümüzdeki sürecin seçim hesapları ve hem bir taraftan şoven-milliyetçi kesimleri tatmin edecek söylemleri sürekli pompalama hem de öbür taraftan Kürt kesimleri de böylece tutma girişimi gibi olduğu daha çok görülmektedir. Şimdi görünen niyetleri budur. Umarım farklı olur ama gözüken gerçeklik daha çok bu yöndedir.

DEVAM EDECEK…

İletişim Künye Arşiv
Copyright © Ajansa Nûçeyan a Firatê 2013. All rights reserved.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.