TREPLEV: (Şapkasız, elinde bir tüfek ve
vurulmuş bir martıyla girer.) - Yalnız mısınız burada?
NİNA: Evet, yalnızım.
(Treplev, martıyı Nina 'nın ayakları dibine bırakır.)
NİNA: Bu da ne demek oluyor kuzum?
TREPLEV: Bugün bu martıyı öldürmek alçaklığında bulundum. Onu ayaklarınızın dibine bırakıyorum.
NİNA : Neyiniz var sizin? (Kaldırıp bakar martıya.)
TREPLEV (Bir sessizlikten sonra.): Yakında kendimi de böyle öldüreceğim.
NİNA: Sizi tanıyamıyorum.
TREPLEV: Doğru, ama ben de sizi tanıyamıyorum, çok değiştiniz. Bana karşı değiştiniz, bakışlarınız yabancı, varlığım sizin için adeta sıkıntı gerekçesi…
NİNA: Evet, yalnızım.
(Treplev, martıyı Nina 'nın ayakları dibine bırakır.)
NİNA: Bu da ne demek oluyor kuzum?
TREPLEV: Bugün bu martıyı öldürmek alçaklığında bulundum. Onu ayaklarınızın dibine bırakıyorum.
NİNA : Neyiniz var sizin? (Kaldırıp bakar martıya.)
TREPLEV (Bir sessizlikten sonra.): Yakında kendimi de böyle öldüreceğim.
NİNA: Sizi tanıyamıyorum.
TREPLEV: Doğru, ama ben de sizi tanıyamıyorum, çok değiştiniz. Bana karşı değiştiniz, bakışlarınız yabancı, varlığım sizin için adeta sıkıntı gerekçesi…
NİNA : Son zamanlarda çok fazla
oldunuz. Söyledikleriniz de anlaşılmaz bir takım şeyler, simgeler. Bakın işte,
bu martı da bir simge olsa gerek, ama bağışlayın, anlamıyorum onu... (Martıyı
kaldırıp bankın üzerine koyar.) Sizi anlayabilmek için fazla basitim.
TREPLEV: Oyunumun başarısızlığa uğradığı o aptalca akşam başladı bu. Kadınlar başarısızlığı bağışlamazlar. Hepsini yaktım onun, hepsini, tek bir kırpıntı kalmamacasına. Ne kadar mutsuz olduğumu bilseniz! Bana karşı bu soğukluğunuz öyle korkunç, öyle akıl almaz bir şey ki!.. Sanki bir gün kalkıp da bu gölün kuruduğunu ya da toprağın içine süzülüp gittiğini görüyor muşum gibi… Az önce beni anlayabilmek için fazla basit olduğunuzu söylediniz. Oh, ne var anlamayacak burada? Oyunum beğenilmedi, sanatımdan nefret ediliyor, beni sürüsüne bereket, sıradan değersiz biri olarak görüyorsunuz…
TREPLEV: Oyunumun başarısızlığa uğradığı o aptalca akşam başladı bu. Kadınlar başarısızlığı bağışlamazlar. Hepsini yaktım onun, hepsini, tek bir kırpıntı kalmamacasına. Ne kadar mutsuz olduğumu bilseniz! Bana karşı bu soğukluğunuz öyle korkunç, öyle akıl almaz bir şey ki!.. Sanki bir gün kalkıp da bu gölün kuruduğunu ya da toprağın içine süzülüp gittiğini görüyor muşum gibi… Az önce beni anlayabilmek için fazla basit olduğunuzu söylediniz. Oh, ne var anlamayacak burada? Oyunum beğenilmedi, sanatımdan nefret ediliyor, beni sürüsüne bereket, sıradan değersiz biri olarak görüyorsunuz…
Her şey 2009 yılındaki yerel seçimlerden sonra başlar. Seçimlerden birkaç gün sonra Kürt siyasi hareketinin onlarca il ve ilçede belediye başkanlığını kazanmasıyla yerli amatör oyun yazarı TR(T)Eplev, başarılı bir oyun yazarı görünmek için geniş çaplı operasyonlar başlatır. Bir çiftlik evine dönüştürdüğü meclisi, yargısı, yürütmesiyle ancak onu çılgınca alkışlayan“karizmatik bir nesne” gibi arzulayan Türk yığınlarca başarılı bulunmuştur. Ama o, asıl ününün, başarısının Kürt köylerinde, şehirlerinde, kasabalarında tescillenmesini istiyordu. Böylece kırdan şehre, yakından uzağa, karadan denize, hem Ankara’dan Pensilvanya’ya kullanılabilir bir senarist ve yönetmen olduğunu kabullendirecek hem de ünü okyanus ötesi duyurabilecekti. Belki ülke içinde de cehenneme çevirdiği her Kürt’ün yaşantısının üzerine kendisini bir baba ya da bir nesne gibi arzulayan Türk yığınlara yeni çiftlikler inşa edecek bir sermaye yaratacktı. Bununla yetinmeyip Güney’ini cehenneme çeviren karışıklıktan yeni Osmanlı rüyalarındaki kanlı cenneti yaratabilecekti. O, bu rüyada kendisini Endülüs’ü fethetmiş Don Qişotvari bir hülya ile özdeşiklik kuracak, önüne geleni kılıçtan geçirecek, kimine ün, şan, şöhret; kimine ev, yol, plaza; kimine ise Roboski’deki gibi onlarca cenaze, ahşaptan tabutlar, ucuna kına yakılmış beyaz tülbentler, gülüşsüz çocuklar bırakacaktı… Büyük bir hırs ve hevesle başladığı “oyun yönetmenliği” bu ihtişamlı çelişkiler arasında fecaatle sonuçlanacak, vahim bir ruh haliyle Batı ile çağdaş uygarlık rüyasına yatmış Ata’sının yarım kalan ününü yakalayıp onu aşacaktı. Ata’sı da tıpkı oyundaki Trigorin ve Arkadina aşkında olduğu gibi garip hayal kırıklıklarıyla iç ülkeye ve onu çeviren dış ülkeye devasa bir cehennem bırakacaktı.
2013 Ocak: 2009’da başlayan bu ünlü olma sevdası
birkaç İmralı ve Oslo denemesiyle İmralı, Avrupa ve Qandil'deki rakiplerinin inanılmaz politik becerisiyle
dumura uğratılmış iktidarın “Osmanlı Çiftliği” büyüsü bozulmuş, rüyası sonlanmıştı. Zira
İmralı’daki daha reel, daha becerikli, daha ön görülü yaklaşımlarıyla 2003’ten beri
kuşlar, göller, ağaçların doldurduğu, kesk u sor u zer renklerle donatılmış bir tabloyu
tasarlamıştı. O tablonun ilk görüntüsü Rojava'da açığa çıkmıştı. Belki oyun yazarı değildi, ama bir tablonun neresine fırça atsa
oradan rengârenk bir algı oluşturma yeteneğine sahipti. Nina, kendi oyun
yazarı, yönetmeni TR(t)Eplev’e değil, daha yetenekli bir sanatçıya aşıktır. Bu acıyla, bu başarısızlıkla yaşamak TR(t)Eplev için sonsuz
bir elem ve keder olmuştur. Hasta biçimlerle özleyen Türk yığını seyircisine
TR(t)Eplev, kendisini bir şekilde kanıtlayacaktır. Belki Lice’de Bagok’da, Oremar’da
avcılarına öldürttüğü onlarca kartal ve şahinin ölüsü bu Türk yığınları tatmin
etmemiştir.
Sonuç: Danışmanlarıyla, yardımcılarıyla,
çiftliğindeki tüm görevlilerle bir iki yıl önce bir toplantı yapmıştır. Eğer yığınlar,
onun o karizmatik Don Qişot rüyasını arzulayanlar nice kartal ve şahinin
öldürülmesine razı olmazlarsa daha Batı’da “MARTILAR”a yönelme planları yapacaktır. Allı,
morlu martılar, tek suçları bir göle olan aşkları martılar… Kawa’nın, Şeyh Sait’in,
Seyit Rıza’nın, Qazi Muhammed’in haydutlarca parsellenmiş, gasp edilmiş çiftliğindeki ağaçlar arasından süzülen yolun
başında masmavi göle aşık martılar…
TR(t)Eplev, acımasız bir piştonun namlusundan çıkan mermilerle Nina’nın önüne bir değil, üç martı ölüsü
bıraktı: Sakine, Fidan ve Leyla… 3 yıl önceki ahmakça başarısızlığını üç
martıya fatura etti. Şimdilik bildiğimiz tek şey binlerce Nina’nın onun bu
vahşi metotlarına teslim olmadığı. Martılara saygı adına… Dişleri dökülmüş,
bağırtılmış, çığlıkları bile duyulmamış üç martının hikayesi bu. Acemi,
başarısız, ahmak bir yönetmenin son çılgınlığı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder