Sabah sabah en büyük hatam Türk basınında
Suriye ile ilgili analizleri, haberleri, değerlendirmeleri, yorumları okumam
oldu sanırım. Gavras’ın “Le Couperet-Satır”
filmini izliyormuş hissine kapıldım. Birkaç yıldır işsiz kalan Bruno için işsiz
kaldığı gün hayat donmuştur. İş arayışlarında
şirketler için hep kendisinden daha güvenilir daha yetenekli daha şanslı
elemanların olması Bruno için dünyanın sonudur. Artık o, tek bir çözüme
inanmıştır. Rakiplerini bir bir tasfiye etmek… En az jön Türkler kadar çekici
yüzü, muhafazakar Türkler kadar kurnaz kişiliği, Türk istihbaratçıları kadar
çok yönlü yetenekleri, Türk köşe yazarları kadar da yüzeysel
değerlendirmeleriyle Bruno, izleyici için sıradan bir komedi unsuru olmaktan çıkıp sürreal bir canavara dönüşüyor. Oysa gece boyu rüyaların etkisindeydim. Evli,
eski ulusalcı sevgilim Trockist olmaya karar verdiğini açıklayıp benle Londra
gezisine çıkmıştı. Londra köprüsünde bacaklarının tüm şehvetini açığa çıkaran
ince, siyah, dökümü kalçalarının tüm ayrıntısını hafızama işleyen abiyesiyle
liberal sevgilimle karşılaşıyoruz. Hayır, hayır ne bir gerginlik oluyor ne de
bir öfke. Ulusalcı eskisi olanı, hayran hayran onun yüzüne bir asil havası
veren melon şapkasına, sokak ışıklarının altında yakut kızıllığına çalan
dudaklarının rujuna, ipek pelerinine bakıyordu. Sonra onu da aramıza alıp Smithfield
pazarına doğru yol alıyorduk ki King Edward Cadde'sinde gazete okuyan bir kadına
rastlıyorum. Memelerinin büyüklüğüne bakılırsa Türk diyorum kendi kendime. Hıymm
diyorum bu da mum ışığında şarap içmenin boktan bir alışkanlık olduğuna beni
inandıran, şarabı düzüşürken içmenin ruhumuzu özgürleştirdiğine beni ikna eden
erotikam…
O da ulusalcı olanın yeşil, insanı gülerken ısıran gözlerine bakıyor. O anda haritadan otel arıyorken sineklerin bedenimde bıraktığı küçük şişlikler ve kızarıkları ovarken buluyorum yatağımda. Abbasi gecelerinden ödünç aldığım bu rüya da böylece sonlanmış oluyordu. Bir şeye üzülmedim desem yalan olur. En çok ulusalcı eski sevgilimin Trockistken nasıl seviştiğini merak etmiştim. İki kez aradıktan sonra bana ulaşamayınca sürekli kendisini aldattığım hissiyle perdesi açılmamış küfürlerle bendenize saydıran o kızgın tonun az sonra Londra’da nasıl bir çığlığa dönüştüğüne tanık olamadım diye de kahroldum. Tüm bu hayal, özlemlerden birkaç saat sonra Orhan Miroğlu’nun 2005’te donmuş siyasi hayatının ruh hallerini yansıtan yazısı; filtresi alınmış, tütünü bok suyuna batırılmış sigara misali ağzımda çürük mantar tadı bırakıyor. Bruno misali önündeki tüm kariyer planını PKK, Öcalan ve BDP’nin engellediğini düşünüyor olacak ki demokratik toplum, konfederal sistem, demokratik laiklik, alttan demokrasiyi örgütleyen teorik ve pratik Kürt sürecine bunca pervasız saldırıyor. Eline bir tabanca bir de satır versek bu engellenmişlik duygusuyla Bruno’dan daha beter biri olabilir fikrine kapılıyorum. Ardından Yıldıray Oğur’u okumak ise benim açımdan okur-yazarlık sürecimin donduğu an kabul edilebilir. O da bozuk plak gibi takılıp kalmış. Tanzimat döneminin New Ottomancı ergenleri gibi Halep-Bağdat’ın elden çıkmasının derin bir travmasına girmiş şair modunda. Ona göre Kürtler az İslamcı az liberal az muhafazakar kısmen Osmanlıcı olurlarsa kurtuluş onlar için de uzak değil. Yalnız o bu sayıklamalarını dökerken sinsi öfkesiyle; Kürtler yeni planlar geliştiriyor, yeni teorileri üretiyor, yeni pratikler sergiliyorlardı aynı saatlerde. Neyse ki Yeniçağ, Hürriyet, Milliyet, Yeni Şafak’a hiç bulaşmadım. Bu nedenle ki zihnimde hala Londra olimpiyatlarının bir gün öncesinde “hüzünlü sevgililerimin” beynime miras bıraktıkları romantik-erotik düşlerimin tortusuyla günün ilk çayı ve sigarasıyla mavi gökyüzüne selamı çakıyorum büronun penceresinden.
O da ulusalcı olanın yeşil, insanı gülerken ısıran gözlerine bakıyor. O anda haritadan otel arıyorken sineklerin bedenimde bıraktığı küçük şişlikler ve kızarıkları ovarken buluyorum yatağımda. Abbasi gecelerinden ödünç aldığım bu rüya da böylece sonlanmış oluyordu. Bir şeye üzülmedim desem yalan olur. En çok ulusalcı eski sevgilimin Trockistken nasıl seviştiğini merak etmiştim. İki kez aradıktan sonra bana ulaşamayınca sürekli kendisini aldattığım hissiyle perdesi açılmamış küfürlerle bendenize saydıran o kızgın tonun az sonra Londra’da nasıl bir çığlığa dönüştüğüne tanık olamadım diye de kahroldum. Tüm bu hayal, özlemlerden birkaç saat sonra Orhan Miroğlu’nun 2005’te donmuş siyasi hayatının ruh hallerini yansıtan yazısı; filtresi alınmış, tütünü bok suyuna batırılmış sigara misali ağzımda çürük mantar tadı bırakıyor. Bruno misali önündeki tüm kariyer planını PKK, Öcalan ve BDP’nin engellediğini düşünüyor olacak ki demokratik toplum, konfederal sistem, demokratik laiklik, alttan demokrasiyi örgütleyen teorik ve pratik Kürt sürecine bunca pervasız saldırıyor. Eline bir tabanca bir de satır versek bu engellenmişlik duygusuyla Bruno’dan daha beter biri olabilir fikrine kapılıyorum. Ardından Yıldıray Oğur’u okumak ise benim açımdan okur-yazarlık sürecimin donduğu an kabul edilebilir. O da bozuk plak gibi takılıp kalmış. Tanzimat döneminin New Ottomancı ergenleri gibi Halep-Bağdat’ın elden çıkmasının derin bir travmasına girmiş şair modunda. Ona göre Kürtler az İslamcı az liberal az muhafazakar kısmen Osmanlıcı olurlarsa kurtuluş onlar için de uzak değil. Yalnız o bu sayıklamalarını dökerken sinsi öfkesiyle; Kürtler yeni planlar geliştiriyor, yeni teorileri üretiyor, yeni pratikler sergiliyorlardı aynı saatlerde. Neyse ki Yeniçağ, Hürriyet, Milliyet, Yeni Şafak’a hiç bulaşmadım. Bu nedenle ki zihnimde hala Londra olimpiyatlarının bir gün öncesinde “hüzünlü sevgililerimin” beynime miras bıraktıkları romantik-erotik düşlerimin tortusuyla günün ilk çayı ve sigarasıyla mavi gökyüzüne selamı çakıyorum büronun penceresinden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder