Sefaköy’den Avcılara doğru asfalt; sağını solunu çevreleyen gri binalarıyla, tek
tük sonbahara gebe, yeşili sarıya dönüşmek üzere yaprakların sardığı dallarıyla türünü bilmediğim ağaçların arasından göz alabildiğine uzanıyor.
Göğü, bir yerlerden sökün edip gelen grimsi bulutlar kaplamakta. Sessizce sokak aralarına yayılan rüzgar, metrobüs durağında bekleyen
kadınların saçlarını tel tel sayarcasına tek tek dokunup geçiyor, onları günün
ilk saatlerinde diri bir filiz gibi zinde tutmak istiyordu. Bu saatlerde her yeri okşayıp esen rüzgarın etkisiyle
olacak az ilerideki simitçinin tezgahından havaya karışan simit kokusu bir anda
parfüm kokularına bulaşarak içime bir ürperdiğim bir ışık gibi süzüyor adeta. Kötü havaların başlayacağının , dinmeden
yağmurların yağacağının, ardından yerlere bembeyaz bir atlas gibi serilecek
karın da habercisiydi bu manzara. Bu anda gözüm bir yerlere ilişiyordu.
Bulutlarla
yarışırcasına dans eden ışığın gözümü kamaştırmasına aldırış etmeden kalabalığı
süzüyorum. Soğuktan olsa gerek kenarları kırışan gözlerle çevreme derin derin
baktım.
Oysa yaz boyunca bu anlarda böyle derin
derin bakmıyordum, güneş şimdiki gibi gözlerimi almıyordu, rüzgar bu kadar
hislenmeme gerekçe olmuyordu. Kalabalık daha fazla olmasına rağmen umurumda
olmuyordu. Yine yaz boyunca yüzümü hangi yöne çevirdiysem oradan ne ışık alabilecek bir sima ne de bir saç vardı…
Ne olduysa yazla sonbahar arasındaki o ince günlerde oldu. Mahsun kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filminden
birkaç yıl sonra Yıldıray Oğur, “ışığı gördüm” konulu yazılar döşemeye
başlayınca her sabah işe gelirken bu Sefaköy durağında ben de ışık aramaya
başladım. Akşam işten eve gidince niye aramadığımı ben de anlamlandıramıyordum,
ama ışığın (sokak lambalarını saymasak) Beylikdüzü istikametinde her akşam
giderek küçüldüğünü fark ettim. Güneş sarhoş bir portakal gibi yüksek binaların
ardına düşüyor neden sonra da kayboluyordu. O yüzden akşam saatlerinde ışığı
aramak, onu yakalamak isteği bence bir işkenceden ibaretti. O yüzden her sabah
işe gelirken Beylikdüzü istikametinden Sefaköy’e doğru o malum ışığı aramak
daha gerçekçiymiş. Ben de öyle yaptım ve
aylardır yüzümü gözümü parıltıya boğacak ışığı arıyordum. Bu sabah çerçevesi ince, siyah kemikten;
camları ışığın açısına göre renk değiştiren gözlük takmış kadını seçebildim
derin derin bakarken kalabalığa. Bir miktar yürüyüp yanına yaklaştım tepeden
tırnağa, baştan aşağı, soldan sağa, önden arkaya gizliden süzdüm kadıncağızı. O
eski İstanbul şarkılarında idealize edilmiş kadınlar gibi sakız çiğniyordu. Havaalanına
doğru zaman zaman uzun uzun bakalıyordu. Kendimce bunu anlamlandırmaya
çalışıyordum. Sigarasını yaktığında yüzü, dumanların arkasına gizlenmiş ışık
topu gibi duruyordu. Gözleri her an deyim yerindeyse birini yaralayacak gibi
bakıyordu diyecem de fazla ışık aldığı için rengi giderek koyulaşan gözlük
çerçevesinden seçemedim. Bu benim hayalimdeki betimlemeydi. Neyse ki lacivert,
yumuşak kumaştan yapılmış trençkotunun arada
bir ışığın etkisiyle yakamozlaşması umutlarımın yeşermesine neden oldu. Bir adım
daha yaklaşıp nefes alışverişini duymak istiyordum ki trençkotunun altına
çektiği uzun, upuzun desenli çizmelerini şakırdata şakırdata metrobüse binip
erir gibi kayboldu gözden.
Böylece her sabah yeni bir ışıkla haşr u
neşr olmak umuduyla simitçi tezgahına doğru yol aldım. Tezgahın hemen birkaç
metre ilerisinde gazetemi de alıp minübüsle işe gitmenin keyfini yaşadım. Halbuki
işe gitmek keyifsizdi ; lakin aldığım gazetede başbakanın “dağa gideni de dağdan ineni de asacağız” dediği dönemlerde “Amerika da en ağır bombalama anlarında
Vietkonglarla barış görüşüyordu.” apolijizmiyle, yine dizi film için
yargıyı göreve çağırdıktan hemen sonra başbakanın perde arkasında Öcalan ile barış
görüştüğünü, barışa çok yaklaştığımızı dillendirmesiyle ünlü bire Potomyalı yazar
vardı…
Bunca ışığa rağmen mutsuz ve
keyifsiz olmak da nesi canım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder