Social Icons

.

Pages

21 Temmuz 2013

Rojava Devriminde Olası Gelişmeler


 Tel Abyad’da çatışmalar henüz devam ediyor.  Bu ilçe Rakka valiliğine bağlı. Rakka birkaç ay önce Suriye’deki El Qaide ve El Nusra’nın hakimiyetine girmişti. İlginçtir, Suriye’nin siyasi idaresi alevi tandanslı olmasına rağmen Tel Abyad’dan Rakka’ya kadar uzanan nehir boyunca en verimli topraklar Sunni Arapların elinde. İlginçlik bununla da kalmıyor. Tel Abyad’da sınırlar belirlenmeden önce Kürt ağalarının elinde olan birçok mülk Esat rejimi öncesinden ve Hafız Esat döneminden beri  Arap ailelerin denetimine ve kullanımına verilmiş, Kürtler verimsiz kırsal alanlara sürülmüşlerdir. Bu bölgedeki Araplaşma , Efrin, Kobane gibi Kürt yerleşimleriyle Qamişlo, Amude, Serekaniye, Hasaki gibi Kürt illeri arasında neredeyse “tampon bölge” işlevi görmektedir.  Arap Baharı’nın Suriye’de birçok etnik ve dinsel topluluk için “Arap kışına” dönüşmek üzere olduğu bu  dönemlerde Kürtler yılların çabasıyla hem öz savunmalarını alıyor hem siyasi yapılanmalarını oluşturuyor  hem de kültürel varlıklarını sürdürmek için birçok merkez açıyorlar. Ekonomik hayatlarını rejim,  ÖSO ambargosu ve kısmen Başur negatifliğine rağmen sürdürmeye kararlılar. Yakın zamanda Serkaniye’nin El Qaide ve El Nusra bileşenlerinden temizlenmesi YPG’ye önemli bir prestij kazandırdı. Kürtlerin kendi içinde yaşadığı sorunları da bir anda halının  altına süpürdü, çünkü Tel Abyad’da Cephat Ekrad (Kürt Cephesi) YPG ile koordineli savaşmaya başladı.  Aynı günlerde PYD başkanı Salih Müslim de Hewler’de Güney Kürdistan’lı siyasi kurumlarla görüşmelerde bulunuyordu. Eğer Tel Abyad’da El Qaide ve El Nusra etkisi kırılırsa artık “Kurdish Spring” özyönetim süreciyle devam edecek. Geçici bir siyasi yönetim oluşturulacak,  özerklik anayasası taslağı çalışmalarına başlanacak , sonrasında da en hızlı biçimde çok partili seçime gidilecek.  Bu siyasi ve idari planlama hepimizin umudu, beklentisi…Heyecanlı da... 
   Suriye’de bundan sonra muhtemelen muhalifler ve rejim kesin zafere ulaşamayacaktır. Son çarpışmalar, eylemler Cenevre 2 sürecinde pazarlık gücü elde etmeye yönelik.  Suriye’de hem rejim hem de muhaliflerin üstünlüğü tüm ülke sathında değil lokaldir. Eğer Cenevre’ye bu lokal üstünlüklerle gidilirse varılabilecek en iyi çözüm federal sistem olacaktır ki Kürtler açısından “de jure” devletimsi statü hayati bir önemde olacaktır. Zaten federasyona dayanan statü egemen devletin de anayasal bir hak olarak diğer ulusal ve dinsel topluluklara tanımasından geçecektir. Ancak PYD’nin yumuşak özerklik dediği model sorunların kalıcı olarak çözülmesine kadar oldukça hayati olacaktır. Çünkü bu modelin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik girdisi çıktısı olacaktır. Demokratik federal sistem diye Öcalan tarafından kavramsallaştırılan bu model Suriye’de diğer toplulukların (Alevi, Sunni, Hıristiyan, Dürzü,Yezidi) sorunlarının çözümünde model olabilir. Bölgenin yüzyıldır kabaran yaralarını iyileştirmede de işlevli olabilir. PKK ve PYD cephesinin “demokratik özerklik” konusundaki iddialı görüşleri bu öngörüye dayanır. Halklar ve uluslar arasındaki yumuşak konfederalizmi de hedefalan bu sistem,  teorize edilmesine rağmen pratikleşecektir. Bu model yabancı yatırımları dışlayan model de değildir.  Yerel üretici güçlerin bağımsız eko-sosyal ilişkilerinin bir sonucu olacak ve dış sermaye,  vahşi pazar ve iş-emek gücünü hoyratça kullanmaya değil, yerel üretici güçlerle uzlaşarak, anlaşarak ancak bölgede var olacaktır. Bu, aynı zamanda iyi niyet temennimizdir…
    Batı Cephesi’ne Olası Yansımalar:
 Kürt cephesinin ve YPG’nin bölgede askeri inisiyatifte de üstünlük sağlaması halinde, dünyanın birçok bölgesine yenilmez denen Selefi ve El Qaide gibi radikallerin yenilebileceği gerçeği dünyaca görülecek ve Batı’nın Ortadoğu hesaplarında Kürt kartı artık asli bir unsur olarak açılacaktır.  Devletler  arası ilişkilerin kozu, nesnesi, yumuşak karnı değil; bu ilişkilerin bizatihi  tarafı olacaktır Kürtler.  Batı’nın Selefi ve El Qaide radikalizmi üzerinden şeytanlaştırdığı Ortadoğu’da ise seküler, demokratik siyasi hedefleriyle Kürtler yeni oyuncu pozisyonuna geçeceklerdir. Batı basınının “ancak filmlerde yenilen kötü karaktlere” ilgisi PYD’yi daha sempatik gösterecektir.
    Türkiye Cephesi:
PKK ile müzakere sürecinde olan bir devlet var. Muhtemel müzakere sonuçları yumuşak statü ile sonuçlanacaktır. Aksi Kürt tarafının kabul edeceği çözüm değildir. Durum buyken Rojava’daki  Kürt dinamiklerinin özgüce dayalı yapılaşmasının “Süreci kışkırtıyor, bozuyor.” tonundaki iktidar çığırtkanlığı da ancak Ankara ve çevre illerde duyulacaktır. Bunun Kürtler nezdinde bir karşılığı yoktur. İçte milliyetçi hezeyanları kırmaya yönelik bir çaba mı bunca efelenme bilinmez, ama Kürt karşıtı Türk cephesinin nefretini kaşımaktan başka bir işe yaramaz. PYD kontrolündeki bir sınır, El Qaide ve Esat kontrolündeki bir sınırdan daha tehlikeli değildir. Türklerin korkusu da şizofreni sanırım…  Kürtlerin ulusal haklarına duyulan derin nefretin İslamcısında, sağcısında, solcusunda, ulusalcısında görülen biçimi…  Kürt bölgesine olası Türk müdahalesi sonuçları itibarıyla bir felaket olacaktır mutlaka, ama uluslararası konjonktürde bunun doğrudan anlamı “işgal” olacaktır. Uluslararası kuruluşlar nezdinde Kürdistan’ın devlet olarak tanınması bile gündeme gelecektir.  Eğer BM iki yüzlü davranmazsa…  Ki bu, zayıf bir ihtimaldir. Artık çok karmaşık ilişkiler mevcut. Kürtlerin hem siyasi hem askeri gücü de teslim olmaya yatkın değil.


   Ne mi olacak? Tel Abyad’da Kürt Cephesi ve PYD’nin kazanmasını bekleyeceğiz, sonra da olacakları görüp Batı Kürdistan için “ gezi zamanı” diyeceğiz, o olacak… 

17 Temmuz 2013

19 Temmuz Rojava Devrimi ve Demokratik Uluslaşma

      Avrupa’da modern ulus öncesi monarkların hakim olduğu mülkiyetler üzerinde mutlakiyetçi devletler vardı. Tarihsel olarak bu tip patrimonyal devletlerin (yönetimi babadan oğula geçen) dönüşümü oldukça çetin savaşlarla gerçekleşti. Toprak ve teolojik temelli devlet ( hem babadan oğula geçen hem de egemen monarşik organın Tanrının bir parçası olması) artık imparatorun/padişahın/kralın ilahi varlığının yerine toprak-nüfus  temelli ideal bir aygıta dönüştü.  Yani, sınırları olan bir toprak parçası “aşkın” diye idealize edilen bir ulusun hem uzantısı hem de olmazsa olmazı oluyordu.  Baba-oğul belirleyiciliği, yerini ulusal yönetim sistemlerine; tebaa, yerini  disiplinize olmuş yurttaşlara bıraktı. Nüfus “sivil yurttaş”a evirilirken edilgen kul da etken yurttaşa dönüşüyordu. Böylece modern uluslaşmanın bir sonucu olarak ulus devletle tanışan Batı’da toprak ve pazar savaşları başladı. Bu, zaten kaçınılmazdı. Patrimonyal kişiliğin egemen  olduğu geniş coğrafyalarda özgür derebeyleri, ekonomik, sosyal ve siyasal alt üst oluşlardan sonra ayaklanıp kendi devletlerini kurdular, sonra bu devletlerin sınırlarını genişlettiler. Eskinin imparatorluk kavramı da böylece çok uluslu emperyalist merkeze dönüştü.  19.yüzyıl boyunca devam eden bu uluslaşma süreci sonraki yüzyılda da devam etti. Sömürgeler ve yarı sömürgelerde halk/ulus olduğunun bilincine varan topluluklar da genelde sosyalist öğretilerle kendi kaba ulus devletlerini kuruyorlardı . Tüm bu   gelişmelere, evrimsel/devrimsel dönüşümlere rağmen insanoğlu bugün hala “ulus” olmaktan kaynaklanan sancıların yarattığı derin bunalımları aşamamaktadır, ama diktatörlük ulusları ama egemen uluslar ama gelişmiş uluslar… Belki de son 2 yüzyılın en şansız halklarından biri hatta en şansızı Kürtler…  Belluciler ve Tamilleri de bu kategoriye alabiliriz.
   Bir parça toprağı çeperleyerek ilk sınırı oluşturan insan,  surlardan tutalım tel örgülere ondan utanç duvarlarına kadar birçok sınır biçimi yarattı ama ulusların, halkların ekonomik, sosyal, kültürel etkileşimlerinin önüne geçemedi.  Tarihin en şansız halkı ise geç uluslaşmanın tüm bedellerini en ağır biçimiyle ödedi, hala ödüyor.  Modernleşme dönemindeki Osmanlıya karşı başlatılan köylü ve aşiret Kürt ayaklanmaları her keresinde başarısızlığa uğruyordu. Genç cumhuriyetin ilk dönemlerindeki din-toprak talepli Kürt isyanları ise hem mezhepsel hem de ulus içi farklı kültürel kimliklerin etkisiyle Atatürk ve kadrosu tarafından “kahrediliyordu.” Bu kadro cumhuriyetçiliği Kürtlere ve azınlıklara dünyayı dar ettikçe yükseliyor, uluslararası statü kazanıyor, kendisini de modern Türk ulusu tanımıyla idealize ediyordu.  İçeride de Kemalizmin bürokratik oligarşisi yerleşiyor,  siyaseten de diktatörlüğü pekişiyordu.  (Kürt milliyetçiliği bu dönemde filizlenmesine rağmen modern bir kavram değildi, aşiret, din, köylü karakteri yüzünden modern devletin araçları karşısında yeniliyordu.  Bu gerekçeyle PKK, ortaya çıktığı ilk dönemlerde “modern milliyetçiliğin karşıtı olan ilkel Kürt milliyetçiliği kavramını kullandı. “İlkel” terimi burada ilericiliğin ya da gericiliğin muadili değil, modern teriminin karşıtı olarak değer kazandı.  Qazi Muhammed’in ve Baba Barzani’nin hedefleri sayesinde Kürt milliyetçiliği de ilkel karakterinden sıyrılıp modern karaktere evrildi ki bugün Güney Kürdistan’ın onarılmaz acılarla elde ettiği ulusal statü bunun en bariz örneği)  PKK ise sömürge ulusu olarak tanımladığı Kürtleri 1970’li yıllarda başlattığı mücadeleyle Stalin’in “ulusların doğuşu devrimcidir ve devim modernleşme demektir.” diskuruyla ulusal kurtuluşu hedefledi. Fakat yıllar geçtikçe Türk devlet sisteminin küresel kapitalist sisteme giderek eklemlenmesiyle PKK açısından kaba ulusal kurtuluşçu hedefleri gerçekleştirmek neredeyse imkânsız hale geliyordu. Sık sık “devrimci durum” okumalarıyla süreci yeniden gözden geçiren Öcalan ve PKK, 1995’ten sonra önce Stalinci epistomolojiyi sonra da ulus devlet hedefini terk ederek “demokratik ulus” hedefini teorize ve pratikleştirmeye koyuldu. Bu, Kürtlerin “egemenlik” haklarından vazgeçeceği anlamına gelmiyordu.  Bir yandan küreselleşme içerisinde eriyecek ulus devletlerin birkaç açıdan zayıflayacağını hesap ediyor diğer yandan da sömürgeci devletlere eşit koşullarda bir arada ve devletsiz ama statülü yaşamayı teklif ediyordu. Nihayet Suriye ulus devletinin küresel koşulların da dayatmasıyla parçalanmaya doğru gitmesiyle Rojava’da demokratik ulus devriminin temelleri atıldı. 19 Temmuz Rojava Devrimi hem bir fırsatlar devrimidir hem de PKK ve Öcalan’ın on yıldır teorize ettiği “demokratik uluslaşmanın” ilk basamağıdır. Kuzey Kürdistan’daki Türk sistemini zorlayan ama şimdiden yerel yönetimlerde ağırlığını hissettiren, Demokratik Toplum Kongresiyle de siyasi zemine oturtulan şeyin adı da “demokratik uluslaşmadır.”
    Demokratik uluslaşma nedir?
Demokratik ulus, toplumsal sorunların devlet yapılanmasıyla değil, toplumun öz örgütlülükleriyle çözümünü esas alır.  (Bölgesel ve küresel savaşların olmadığı dönemlerde bir ulusun kültürel, ekonomik, siyasi özgürlüklerini kısmen alması  anlamı  taşır.  İç savaş dışındaki bölgesel savaşlarda devletleşme eğilimi siyasi ve askeri gücün başarısına bağlıdır. Nihayet tüm modern ulus devletler böyle kuruldu, inşa edildi)
   Öcalan en yalın haliyle şöyle tanımlar: “Ulusu pazar etrafında örgütlenen bir birlik ve toplumsal form olarak görmek yanılgıdır. Bu tanımlama burjuvazinin kendini ve ulus devleti meşrulaştırmasıdır. Ne yazık ki sosyalistler de bu tezi esas almışlardır. Halbuki etnisite tarihin en özgür ve canlı birimleridir. Eğer uluslaşma etnisitenin, halkların, bireylerin birbirleriyle sıkı ilişki ve ortak çıkarlar etrafında örgütlenmesiyse, toplumun konfederal biçimde genişliğine ve derinliğine tümüyle örgütlenmesi o toplumu demokratik ulus haline getirir. Uluslaşma bu biçimiyle daha kapsamlı ve yoğun hale gelmiş olur. Demokrasiyi, eşitliği, adalet ve imkanlarını paylaşan demokratik ulus haline gelinir.”

     Tüm bu iddialar “Ulusun devlet hakkı saklıdır.” prensibiyle okunursa sanırım Kürt uluslaşmasının geldiği düzey şu şekilde okunabilir: Kürtler, devletleşme hakkından vazgeçme yerine Türk devletinin gasp ettiği Kürtlerin tarihsel haklarını tanımasını ve Türk ulus devletinin bürokratik, askeri, siyasi egemenliğinin Kürdistan’da zayıflatılmasını isteyerek TC’yi  yeni bir politik sisteme zorluyorlardır. Bu, gerçekleşirse ayrı devlet konvansiyonuna gerek kalmaz, ama gerçekleşmemesi durumunda artık modern ulus bilinciyle donanmış Kürtler için de güçlü devlete sahip Türkler için de kanlı bir serüven daha uzun bir dönemde bizi bekliyordur. 

6 Temmuz 2013

Sorularla Mısır Devrimi


“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama kendi keyiflerine göre kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan geçmiş  sosyal, ekonomik, kültürel sorunların günümüzde ortaya çıkardığı dinamiklerle  yaparlar. “ Karl Marx

Soru: Mısır’da 2011’de Mursi de ordunun desteğini alarak seçime gitti ve kazandı, bugün aynı ordu Mursi’ye karşıdır. 2011’deki ordu desteği darbe değil midir?
-          Darbeleri çözümlerken genelde asgari demokratik koşulları yok sayarak, temel siyasi hak ve özgürlükleri gasp eden militarist yapıların sivil alanlara müdahalesi olarak tanımlıyoruz günümüzde. Diktatörlüğe karşı ordu ve benzeri kurumların demokrasi yanlısı gruplarla işbirliği yapması son derece meşru bir olaydır. Yalnız burada ancak siyasi bakış açısı farkı olabilir. Ordu, siyasi iktidarla yetki mi paylaşmalı yoksa siyasi iktidarın emri altında hakem unsurların güvenlik mekanizması mı olmalı? Demokratik olgunluğa erişmiş siyasi oluşumlar orduya ikinci rolü uygun görür. Ama diktatörlüğe karşı olmasına rağmen egemenlik araçlarını seçimle ele geçirmesine rağmen, sınıfsal-sosyal-kültürel bileşenleriyle geniş bir siyasi ittifak kurup otoriter bir düzen tesis etmeye çalışanlar orduyla iktidar paylaşımına gider ki biz, buna “devrimi göt etmek” diyoruz. Örnekleri var mı var? Sovyet ordusu da siyasal iktidara ortak bir kuruluştur. 1825 yılındaki Dekabrist darbe girişimi bir grup subay-aydın-tüccar karakterliydi. Serbest seçimler, genel oy hakkı, sendikal ve sosyal özgürlüklerin olmadığı bir dönemde çarlığa karşı elbette bugün saygıyla anılacak bir cuntadır.
Soru: Mısır’daki 2.devrimci girişim ordunun desteğini aldı diye gerici mi?
-          Evet, gericidir. Mısır halkı 2011 devrimiyle en azından çok partili, serbest seçimli, genel oy hakkılı bir düzen kurmuştu. Mursi’nin demokratik birçok kazanımı İHVAN’nın siyasal egemenlik iktidarı için araçsallaştırması (cafcaflı olsun diye hegemonya demeliydim) zaten Mısırlıları meydanlara dökmüştü. Çok saygın gösteriler yapılıyordu, insanı heyecanlandıran gelişmeler yaşanıyordu. Mursi’nin meydan-sokak gücü karşısında direnci kırılma aşamasındayken darbeci ordu devreye girdi ve bir devrimin demokratik ruhunu paramparça etti. Çünkü ordu siyasi iktidarı paylaşmayı, herhangi bir hükümetle statüko oluşturma çabasına girmiştir. Bundan ordunun bu rolü kesinkes tasfiye edilmeden sermaye-ordu-parti ortaklığıyla oligarşik bir düzen kurulur.  İHVAN, orduyla da anlaşsa, uzlaşsa bu oligarşik düzen tehlikesi geçmeyecektir.
Soru: Cuntaların tarihte hiç mi devrimci-demokratik düzen yaratma gibi bir amacı olmamıştır?
Bu konuda bildiğim tek örnek Portekiz’deki nisan Devrimi’idir. Orada da diktatörlük tüm kurum ve kuruluşlarıyla ayaktaydı. Çok partili seçim yoktu, genel oy hakkından Portekizliler yoksundu, sendika kurma yasağı vardı. Dernekler ancak devlet destekli olabiliyordu. Siyasi hak arayanlara yönelik korkunç baskılar vardı. Sömürgelerde canavarca uygulamalar vardı. Mali, Gana ve Angola’da Portekiz ordusu komplolarla kitle kıyımları yapıyordu. Bu bunalım döneminde (1974) Angola’daki komünist isyancılar Portekiz ordusunu yenilgiye uğratınca. İçeride bir grup subay, Trcokist, sosyalist, liberal siyasi oluşumlarla gizli bir işbirliğine gitti ve oldukça başarılı bir devrim yaptı. Kansız olmasına azami düzeyde özen gösterildi. Portekizlilere eşitlik, özgürlük, adaleti getirdi. Onlara muazzam bir anayasa armağan etti. Devrimci subaylar demokrasi ön şartıyla kışlalara çekildi.  Sömürgeler için de Portekiz anayasasına “Baskının olduğu yerlerde başkaldırma bir haktır.” ibaresi yazıldı. Bu, bir istisnadır.
Soru: Batılı devletler darbeye darbe diyemedi. Bundan sonra Avrupa bize demokrasi dersi vermeye kalkışmasıncıların tutumları doğru mu?
-          Bu koca bir gevezeliktir. Batılı devletler, Kenan Evren’i, Ziya Ül hak’ı,Videla’yı ve daha nice haydutu desteklemiştir. Buna rağmen AB, demokrasilerden yana tavır almıştır. Batılı devletlerin bu ikiyüzlülüğünden nemalanıp içeride Kürt-Kürdistan sorunundan ötürü milli baskıyı aklayamazsınız. Özellikle Türk sağının bu konuda ikiyüzlü tutumları teşhire değerdir. 28 Şubat darbesinin mağdurlarından, Batı düşmanı Erbakan’ın ve tayfasının Ziya Ül hak’a verdiği destek tarihsel bir kötülük olarak hafızalarda. Yine darbeci sürecin mağdurlarından Erdoğan’ın askeri bürokrasiyi geriletme çalışmaları takdire şayanken ikide bir “seçim-sandık-ou-özgürlük” diye bağırmasına rağmen kendi iktidarının özel yasalarıyla Kürdistan’da seçimleri adeta “statü” referandumuna çeviren DTP-BDP’ye yönelik darbeci uygulamaları da hala capcanlı. Bize düşen demokratik kazanımlara yönelik her türlü cuntacı girişimi ve onun fiili sonuçlarına karşı dünyanın her yerinde ilkesel olarak karşı çıkmaktır…
              İHVAN seçmeni ve yöneticilerinin darbe karşıtı direnişi yenilse de kazansa da tarihte seçkin bir siyasi davranış olarak yerini alacaktır. 4 gün  önce meydanları dolduran Mısırlıları takdir ediyorken bugün o takdirin fazlasını İHVAN hak ediyordur. İHVAN'ın iktidar deneyimi eleştirilerimiz hala saklı... 


self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.