Sinemanın Puşkin’i kimdir, sorusunun benim
açımdan tek bir yanıtı var: Constantin
Costa Gavras… O, ne bir toplumsal tasavvura bizi ortak etmek
istiyor ne de bir polemiğin tarafı oluyor. Hatta sorunların çözümü konusunda
balon kibirli aydın misali yol da göstermiyor. Yirminci yüzyıl modernleşmesinin
yarattığı, görmezden geldiği, gizlediği pekçok şeyi bize göstermekle yetiniyor.
Bizimle parlamentoda ya da miting alanlarında ya da derneklerde, eylem
alanlarında bir politikacı, bir devrimci, bir aydın gibi konuşmuyor. O bizimle
herhangi bir mekânda gönüllü bir rehber gibi ilgileniyor. 1982 yılında Altın
Palmiye’yi aldığında “yalnız ve güzel ülkesine” romantik milliyetçi selamlar
çakmadı. Ülkesinden, devletinden, o devleti var eden tüm milliyetçi
böbürlenmelerden nefret etmenin insani bir durum olduğunu haykırdı. Aynı yıl bu
ödülü paylaştığı Yılmaz Güney’le de kucaklaşmış, Güney’in “Özgür Kürdistan” hayaline tanık olmuştur. Sokrates’i
harcayan Atinalı yargıçların, dalaverecilerin bin yıllar sonra hala aynı
yöntemlerle kustukları zehri “Z/Ölümsüz” filmiyle devletin içine sızmış bu
beyin yiyici tanrıları teşhir etmeyi ustaca bir kurguyla gerçekleştirir. 1970’li
yıllarda çektiği State of Siege-Sıkıyönetim filmiyle de Uruguay’ı kan gölüne çeviren,
cuntayı besleyen kaynakları hem iç tutarlılığı yüksek bir olay örgüsüyle hem de
diyaloglara yedirilmiş müthiş politik polemiklerle oligarşik entrikaların sonuçlarını “alçaklığın evrensel
tarihine” not etmiştir... Yine aynı
yıllarda Santiago sokaklarını cesetlerle doldurdukça huzur bulan Pinochet
cuntasını bu defa Amerikalı bir aile üzerinden teşhir edecektir. Missing
filminde standart bir Amerikalı olan ilahiyatçı Ed Horman’ın sosyal ve politik
dönüşümünü anlatmadaki ustalığı asla sinema izleyicisinin zihninden
silinmeyecektir. Amerikalı gazeteci Charles Horman’ın politik sebeplerle Şili’de
infaz edilmesinin konu edildiği Missing (Kayıp) Amerika’daki polemiklere aldırış
etmeden ilerleyen, her sahnesi
suratımıza inen bir yumruk ağırlığında bir gerçekliğin yanı sıra;
sağcı-muhafazakar-konformist bir babanın dönüşüm hikayesidir de…
sağcı-muhafazakar-konformist bir babanın dönüşüm hikayesidir de…
Kilise-din-vicdan-faşizm-modernizm
sarmalında insanoğlunun geçen yüz yılda yaşadığı temel trajediyi gösterdiği,
her türlü iki yüzlü aydın-din insanı çoğunluğuna rağmen beş köşeli yıldızı
göğsüne takıp Nazi kamplarında Zyklon B gazıyla zehirlenmeyi bekleyen papaz
Riccardo’nun kişisel hikâyesinden ziyade sadece bir omuriliği olanların,
yani ikinci dünya savaşında insanı var eden tüm
niteliklerini devlet-sermaye-ırk-vatan gibi soyut kavramlara feda etmiş
azgınların teşhiridir: Amen…
Bence Gavras sinemasının şah eseri Music Box
filmidir. Aile- toplum-yargı-hukuk-adalet-vicdan gibi gelenekleri ve inanışları
sorgulamakla yetinmiyor, Gavras bunların insan hayatındaki yerini de yerle bir
ediyor. Macar bir bale grubunun Amerika’daki gösterisini protesto eden bir grup
eski Nazinin komünist fobia eylemleriyle başlayan basit bir dava Budapeşte’de,
Tuna Nehri’ne gömülmüş, sulara salyaları akmış, Nazi tecavüzüne uğramış nice
insanın da öyküsünü içeriyor. Michka (Mike Laszlo) savaş sonrası uydurduğu masum bir çiftçilik,
memurluk hikâyesiyle kapağı Amerika’ya atar. Orada evlenir, çocuk sahibi olur,
iş-güç, kariyer, saygın bir çevre ve torun edinir. Ev-evlat-araba
dünyasıyla tipik bir Amerikalıdır da artık. Kızı Ann Talbot ve oğlu Karchy ile
dostları, onun hakkında açılmış insanlık suçu davasına asla inanmamaktadırlar. Aslında
benim de kafam karışmıştı. Bu kadar sakin, ailesine, çevresine bu derece ilgili
Mike Laszlo’dan Michka olmaz. Tüm bu mahkeme Macar hükümetinin ona karşı bir
komplosudur. Tüm tanıklar, olaylar birer kurmaca… Macar hükümeti, tescilli komünizm düşmanlarını bir bir ortadan
kaldırmak için Amerika’yı bile kullanıyor. (Bu
kurguda bir tek Yıldıray Oğur eksik. Gavras’ın filmi çektiği senelerde onun
köşelerde boy göstermemesi büyük kayıp bana göre) Michael Haneke’nin
insanın içini yiyip bitiren, sürekli meraklı gergin bir halde insanı çileden
çıkaran filmlerinin iç tutarlılığının zayıflığını anlayınca Gavras’ın tek bir
ayrıntıyı kaçırmayan , tek bir boşluğa bile fırsat vermeyen özenle işlenmiş olay örgüsü nihayet bir müzik kutusundan çıkacak resim ve belgelerle Amerikalıların
tüm geleneklerini ve inanışlarını darmadağın edecektir. Ann Talbot’un mahkeme
süresince komünizmi yargılama fanatikliği, tanıkların Yahudi olup olmamasıyla ilgilenmesi
her ne kadar izleyiciyle onun arasında bir sinir savaşına dönüşüyorsa da sizi
umutlandıran şey Ann’nin daha somut, daha inandırıcı delillere ulaşma
arzusu oluyor. Jack Burke’nin ( davayı açan savcı) Ann’den tek istediği şey, onun bir an olsun babasından
kuşkulanmasıdır. Tipik liberal Amerikalı olan Burke’nin davayı Ann’in ve
dolaysıyla babasının aleyhine sonuçlandırmasındaki kararlılığı ise farklı bir Amerika’nın varolabileceğine dair kulağımıza bir şeyler fısıldıyor. Film
boyunca kanlı canlı karşımızda duran Harry Talbot ise Amerikan şizofrenyasının
bir toplamı … 1950’lerin J. R. McCarthy’i, o soğuk ve acımasız gülüşüyle 1980’lerin
Reagan’i, 90’ların Baba ve oğul Bushların birer hayaleti gibi. İçimden sürekli
bu tipik politik şizonun yüzüne tükürme isteği doğdu film boyunca.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder