Social Icons

.

Pages

22 Temmuz 2012

Sosyalizmin TürkCHEsi 2


Daha önceki yazılarımın birinde sosyalizmin Türkler arasında algılanma biçimlerinden ikisine bazı temel ilkeler ışığında değinmiştim. Dünya yeni ve ciddi bir duruma gebedir. Temel belirleyeninin ekonomik gelişmeler olduğu bu “yeni ve ciddi durum”  temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra politik hak ve özgürlükleri de çevre argüman olarak kullanmaktadır. Gereğinden hacimli laflarla yazıyı süsleme yerine her yeni bir durumun  yeni bir analiz gerektirdiğini belirtip birkaç örnek ve analizle konuyu açalım.
  Tarihsel Referanslar
   İrlanda sorununun yaşandığı 1860’lı yılların başında İrlanda’nın İngiliz egemenliğinden ayrılma talebini Marx, imkansız ve kabul edilemez, değerlendirmesine rağmen birkaç yıl sonra Engels ile tartışmalarında yeni bir durumun ortaya çıktığını İrlandalıların koşulsuz özgürlüğünden yana oluşunu işçi sınıfının kurtuluşu teorileri ışığında dillendirmiştir. Bu değişim 1867 yılındaki Fenian ayaklanmasından sonra gerçekleşti. “İrlanda sorunu çözülemediği sürece İngiliz işçi sınıfı asla sınıfsal sorunlarını çözemeyecektir. İrlanda üzerindeki sömürgeci İngiliz baskısını kırmak bu sınıfın temel yararınadır.” tespiti onun kısa bir sürede reel politik tezlerinin ne kadar değişim gösterdiğinin kanıtıdır. Bir anlamda bağımsız İrlanda fikrinin İngiliz kapitalizminin sonu olarak görmektedir.  ( Geniş bilgi için  Marksistler ve Ulusal Sorun Antolojisi kitabını ve İnternetten ilgili makaleleri okuyabilirsiniz)
   Lenin ve Rosa Lüksemburg arasında çıkan Polonya ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu tartışmalarına katkı sunan Trocki,  ister tarihsel devlet kurma yetisine sahip olsun ister olmasın her ulusun öz yönetimi hakkını kesin bir inançla savunmuştur. 1914 ve 17 yılları arasındaki yazılarında Balkan ülkeleri federasyonundan söz ederken tüm balkan uluslarının ulusal egemenliği şartını koymuştur. Her ne kadar “yararcı-pragmatist” bir yaklaşım olsa da Lenin’in Çarlığın gücünü kırmada temel strateji olarak çarlığa bağımlı ulusların bağımsızlığını savunması da bu konudaki tartışmalara ışık tutabilir. Ayrıca http://cengizchefikir.blogspot.com/2012/05/kurtlerin-self-determinasyonu-ve.html bu yazıdaki Montevideo Konvansiyonu ve Self Determinasyon ile ilgili göndermelerden de yararlanılabilir.
  Demokratik Uluslaşma olarak nitelendirilebilecek Kürtlerin bugün tarih sahnesine çıkışı ise yeni bir durum değerlendirmesi gerektirmektedir. Bugün dört parçayı modern dönem ulusçuluğuyla gasp eden Arap, Türk ve Fars devletleşmesine ve içinde barındırdığı sömürgeci nüvelere karşı Kürtlerin en az İrlanda kadar eski olan  statü kazanma gayretindeki direnişleri kimi sol çevrelerce ya küçümsenmekte ya da ilgisiz bırakılmaktadır. Bunu solun ilerlemeci, “yararcı” perspektifiyle izah edebileceğimiz gibi Türkiye solunun Kemalist ve ulus devletçi anlayışıyla da irdeleyebiliriz. Walter Benjamin faşizmi sadece akıldışılıkların toplamıyla tanımlamıyor. Aynı zamanda modern ulusal, siyasal ve teknolojik araçların akılcılığının çirkin yanlarının hakim olması olarak da açıklar. Faşizm, teknik ilerlemeyle toplumsal gerilemenin tipik modern birleşiminin bir sonucudur, anlamına gelir. Türk modernleşmesinin solcu biçimleri de Kürtlerin ulusal, sosyal ve demokratik varoluşlarını milliyetçilikle itham ederek mevcut sömürgeci baskıya çanak tutmaktadırlar. Bu solcu biçimlerin büyük bir kısmı Kürt hareketinin demokratik ulus, demokratik toplumsallaşma teorilerini ya hiç okumamış ya da okudukları halde sahip oldukları milli ve sömürgeci aydın kibrinin etkisiyle Kürtlerin  ulus olmaktan kaynaklı temel haklarını yok sayarlar. Bazısı ancak gülünç sayılabilecek argümanlarla güya Kürt ve Kürdistan sorununa devrimci çözüm önermektedirler. Bunların en kabası “Bağımsız Türkiye” şiarı etrafında toplanan cenahtır. Siyasi, sosyal ve ekonomik olarak de jure egemenlik kazanmış bir ülke ve ulusu daha ne kadar bağımsızlaştıracakları da merak konusu. Aslında ciddiye bile alınmayacak, özünde Kemalizmin tarihsel günahlarını solculuk üstünden aklamayı bir tür devrimcilik sanan bu teorik ve pratik cenah bu defa Esad diktatörlüğüne “anti emperyalizm” masalıyla sarılmaktadır. Politika üretmekten ziyade geçmişin ajitasyon ve propagandalarını hakim Türk kibri argümanı çerçevesinde yeniden ısıtıp piyasalayan bu şovenizmin yakından uzaktan devrimci-demokratik teori ve pratikle ilgisi yoktur. Ancak Türk faşizminin ve aydınlanmacılığının en kötü sol biçimleri diye adlandırılabilir. Bunlara göre:
·         Siyasi statüsü kazanılmış Kürdistan
·         Kürtçenin diğer dillerle eşit biçimde kullanılması
·         Kürtlerin ulusal ve siyasal birliği
·         Demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm
·         Dini hayatı , devlet ve diyanetin egemenliğinden kurtaran Kürt siyaseti
Kürt milliyetçiliğiymiş ve bu kötüymüş, emperyalizmin ulusal sorunları çözme süreciymiş. Böyle emperyalist çözüme can kurban demekten kendimi alamıyorum.
Yine Atatürk’ün “sınıfsız, kaynaşık Türk halkı” ideolojisi etrafında kurulan Halkevlerini hala günümüzde “ilerici-gerici” ikilemi üstünde ilerletmek isteyen daha çok sendikalar aracılığıyla Türk sömürgeci siyasetlerinin kendi içindeki iktidar-muhalefet kliklerinin bir parçası olan ilerici solu da gülünç buluyorum. Hatta zavallı… 80 yıllık faşist ve diktatör mirası sahiplenen, bunu reddetmeyen Halkevleri ve ona yakın siyasi örgütlerin varlığı da Kürtler için sömürgeci araçlardır.
  Son cümle W. Benjamin’den: “Felaket ilerlemedir, ilerleme felakettir, felaket tarihin sürekliliğidir.”
     

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.