Self Determinasyon:
Bu kavram, Avrupa’da birçok halk hareketinin ulusal hareketlere dönüşmesinden
sonra 17.yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Daha önce Tarihte
Özgürlük Bildirileri başlığı altında kısa alıntılarla tarihçeyi anlaşılır
kılmıştım halk hareketlerinin. http://cengizchefikir.blogspot.com/2012/02/tarihte-ozgurluk-bildirileri.html bu linkteki yazımda kısmen değinilmiştir.
Genel Tanımlar:
1. Bir
etnik dil ya da din grubunun ulusal egemenlik kurma amacıyla var olan ulusal
sınırlar içinde bir araya gelerek bağımsızlık, özerklik gibi yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel coğrfayada kurumlaşması demektir.
2. Federal
sistemdeki bir yapının federasyondan koparak bağımsız, “egemen” devlet olma yolundaki
sınır ve siyasi düzenlemesi olarak anlaşılabilir.
3. Yalnızca
bir egemen devlet içerisinde yaşayan etnik, dilsel bir grubun egemen-devlet hakkından feragat
ederek daha geniş bir otonomiyle belli bazı demokratik haklar elde ederek
devlet oluşturmaksızın bu hakkı kullanabilmeleri durumu…
Kavram, özellikle liberal demokrasilerin ulusal sorunların çözümüne dair anahtar bir
kavramıdır. Wilson deklarasyonu bunun en bari örneği. Stalin’in Marxizm ve Milli Mesele kitapçığında bir doktrin halini
almış ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı diye sosyalist öğretide formülize edilmiştir. Bu yönlü yaşanan Marxizm içi tartışmalar daha çok
tekniktir. Bu arada Stalin’in bu meseleye bakış açısı 1913 menşeilidir. İktidarı
dönemindeki sıkıntılar da şimdilik konumuz dışındadır. Sovyet sisteminin
Finlandiya ve Ukrayna sorunlarını çözme yöntemi bu çerçevededir. Wilson
ilkeleri ve Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki görüşleri
ise 20.yüzyılın en büyük demokratik kazanımları sayılabilir. Amerika ve benzeri
devletlerin emperyalist paylaşım emelleri bu gerçeği değiştirmez. Bu, başka
bir tartışma konusu. 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti, self-determinasyon ilkesini benimsemiş ve Polonya, Macaristan, Çekoslovakya bu
haktan yararlanmışlardır. 1917 yılında Rusya’dan ayrılan Finlandiya Sovyet
Devriminden sonra Lenin’in ilkeleri doğrultusunda referanduma gitmiş ve tam
egemen devlet statüsü kazanmıştır.
2.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, yani 1
eylül 1939 yılında Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle Amerika ve İngiltere
işgal ve ilhaka uğrayan ulusların egemenlik hakları olduğunu Atlantik Beyannamesi'nde belirteceklerdir. şurada ( http://www.turkermanga.net/konugoster.asp?id=28467 ) Ulusların özgür
iradesi olmadıkça sınır değişikliği yapılmayacak ve her ulus özgür koşullarda
istediği hükümeti seçecektir, ilkeleriyle Faşizmin dünyayı işgal etme
girişimlerine karşı kesinkes tavır koymuşlardır. ( Bu arada 1921 yılındaki
İrlanda sorununu da Churchill İrlandalı militanlarla görüşerek çözme yoluna
gitmiştir. Büyük kusurları olmasına rağmen İrlanda bir siyasi statüye kavuşmuş,
serbest seçimler için zemin oluşmuştur.) Birleşmiş Milletlerin savaş sonrası,
1945 yılında yayınladığı antlaşmada ulusların ve halkların self determinasyon
haklarına saygı özellikle 55. Maddede belirtilmiştir. Bu savaştan sona
halkların öz yönetimi anlamına gelen self determinasyon hakkını Tunus, Fas,
Cezayir BM antlaşmasının 55.maddesine
dayanarak kullanıp egemen devlet olmuşlardır. 1960 yılında BM genel kurulu, “Bütün
halkların self determinasyon hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini
serbestçe belirler ve özgürce kendi sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmelerini
sağlamaya çalışırlar.” maddesiyle önceki atıflara oranla daha demokratik bir
ilke benimsenmiştir. 1960 sonrası tüm uluslararası sorunlarda bu ilke hukuksal
belirleyicilik kazanmıştır.
De
Facto Devlet:
Gerçkete, uygulamada ya da fiili olarak kendi kendisini yöneten halkın kurduğu ama
BM tarafından egemenlik hakkı “henüz” tanınmayan devlet demektir.
De
Jure Devlet: Uluslararası
sözleşmelerden doğan haklarını hukuki veya yasal olarak kullanan devlet demek.
Bugünkü Kürdistan Bölgesel yönetimi ( Kurdistan Regional Government,
KRG) 1970 yılında Saddam Hüseyin yönetimiyle Kürt gruplar arasında yapılan
özerklik anlaşması sonucu ortaya çıkmış devletsel bir yapıdır. Daha sonra tam
bağımsızlık savaşı için mücadele eden KDP ve YNK Saddam rejimine karşı sert bir
direniş göstermiş, Halepçe katliamıyla Kürdistan, Irak’ın işgaline maruz
kalmıştır. Ortadoğu’daki Körfez Savaşı’ndan sonra BM ve Amerika’nın uçuş yasağı
kararından sonra 1992 yılında özerk Kürdistan yeniden inşa edilmeye başlanmıştır.
2003 Irak-Nato savaşından sonra Saddam rejimi tüm sonuçlarıyla yıkılınca
Kürtler, bölgede federal de facto bir
duruma geçtiler. Bugün ise Güneyli Kürtler tam bağımsızlığı tartışıyorlar. Eğer
Federal Kürdistan’a yönelik Irak devletinin tutumu değişmezse hem 1970’lerdeki
özerklik anlaşmasına hem de Montevideo Konvasiyonuna dayanarak de jure bir
devlet ilan edilebilir. Bunun için konjonktürel durumun olgunlaşması
gerekecektir.
Kuzey Kürdistan yani en yumuşak deyimle
Türkiye Kürdistanı ise güneydekinden farklı bir mücadele deneyimine
sahiptir. Kürt isyanlarının kanlı bastırılması sonucu tüm Kürtlerin sosyal, kültürel ve
ekonomik haklarının gaspı yanı sıra özgür siyaset yapma hakları da TC’nin
anayasal baskısı sonucu ellerinden alınmış ve tarihte eşi görülmemiş bir
asimilasyona tabi tutulmuşlardır. PKK, bağımsızlık hedefiyle ortaya çıkmasına
rağmen dönemsel pardigmalara göre belli siyasi yönelimlere gitmiş federalizm,
özerklik statülerine razı konuma gelmiştir. Bağımsızlık hakkı korunmak şartıyla
mücadeleyi alabildiğince politikleştirme gayretindeki PKK, demokratik özerklik
çıkışıyla uluslararası reel meşruiyete uygun koşullar yarattı. PKK’nin ve
Öcalan’ın resmi asimilasyon yasaları dışında sığındıkları tek yasa 1921
anayasasıdır ki statü ve egemenlik haklarını bu yasaya dayandırmıştır. Aslında 1921
anayasasının Kürtler açısından tek olumlu özelliği Türkiye tanımıdır. Henüz
Kürdistan’a doğu ve gneydoğu bölgesi denmemiştir. Türk, Türklük tanımları
anayasaya girmemiştir. Türkiye Devleti ve Türkiye vilayetleri tanımı vardır. Kürdistan sorunu kesinlikle
Osmanlı döneminde vilayet ötesi bir sorundur ve bölgeseldir. Kürtlerin Montevideo
Konvasiyonuna sunacakları bu durum BM’yi uyandırabilir. Kuzeyli Kürtlerin hali
hazırda ilan ettikleri Demokratik Özerklik var. Bu kuzey halkının iradesini de jure olarak Türk meclisine de facto olarak Demokratik toplum
Kongresine yansımıştır. Kürt halkının büyük çoğunluğu PKK’nin işaret ettiği
partilere oy verir. Bunun dışındaki tartışmalar tekniktir. Demokratik özerklik,
federal sistem herhangi bağımsız devletleşmeyi reddetmediği gibi demokrasiyi
örgütleyerek devletleşme sürecini başlatma ise belki de dünyada ilk demokratik
toplum modelini ortaya çıkaracaktır. Sınıfsal olarak burjuva ya da bir işçi
devleti değil toplumun değişik sınıf ve sosyal katmanlarının katılımını esas
alacak bir sistem… Devletleşme hakkı ise “Her hakkı saklıdır.” şeklinde okunabilir.
Benim Cemil Bayık’ın tezlerinden anladığım bu. Hasan Bildirici veya değişik
Kürt grupları ne anladı bilmiyorum, kendilerine Montevideo Konvasiyonunu
okumalarını ve devletlerin Web sitelerinde kurulmadığını hatırlatırım.
Montevideo
Konvasiyonu Temel İlkesi: Bir ulusun devlet kurma hakkı toprak, halk, hükümet
ve diğer devletlerle diplomatik, ekonomik, siyasi ilişki kurabilme yeteneğine
bağlıdır. Kürtler açısından sadece hükümet sorunu var. PKK’nin girişimiyle 1992
yılında Kürdistan Ulusal Meclisi sürgünde kurulmuş ama diğer Kürt gruplarının
tasfiyeci rolü bu girişimi başarısız kılacak daha sonra Kongre Gel şeklinde bir
örgütlenme modeline gidilmiştir. Demokratik Toplum Kongresi ise bu açığı ülke
içinde kapatma gayretindedir. Yapılması gereken ana gövdesini BDP geleneğinin
oluşturduğu bu de facto özerk modeli desteklemektir, demokratik katılımla
geliştirmektir, dindarından, liberaline, soyalistinden ekolojistine kadar…
Yazıyı geliştirme adına yorum yaparsanız
sevinirim. Hem teknik hem içerik tartışması olarak yürütülebilir.
2 yorum:
uluslararası kamuoyu kürt'lerin lehine olmadığı ve kürt'ler arası birlikteliğin sağlanmadığı her koşulda, ulusal egemenlik mücadelesi rüzgara karşı top sürmeye benzeyecektir...
Aslında temel olarak, devlet tanımının 18.yüzyıldan itibaren dünya konjüktöründe ki içerik ve isim değiştirme süreci biraz eksikte olsa anlatılmış. Fakat, burada asıl yaklaşılması ve vurgulanması gereken hiyerarşinin olduğu yerde mutlak özgürlükten bahsedilemeyeceğidir ki bu teorem devlet yapısının bir bütün reddedilmesidir ve bu noktada hareketin alternatif bir yaşam sunumu bulunmaktadır. Bu teori şuan tam olarak algılanamadığından ve bir bütün insanların devlet mekanizmasına alışmış ve bağımlı hale gelmesinden kaynaklı çok dikkate alınmadığı gibi altyapısında bir korku saklamaktadır. Çünkü belirtildiği gibi, hiyerarşi insanların hükmetme isteği zihinlerine o kadar yerleşmişki sanki devlet kavramı olmasa insanlar yaşayamazmış gibi algılanıyor. Bu da devletin temelini oluşturan toplumu devlete bağımlı bir hale getiriyor.
Güncel örnekler verirsek gündemden haberi olmayan bir insana bile devlet aleyhine bir söz söylendiği takdirde çok sert tepkilerle karşılaşılır. Halbuki bu insanlar devletin birer kölesi olduklarının farkına varsalar zaten devlet tanımına karşı çıkarlar. Tabi burada; “devlet sosyalist bir devlet olursa yine mi karşı çıkılır?” bunun örnekleri tarihte mevcuttur ki tekrar belirtmek gerekirse devletin tüzüğü ne olursa olsun hiyerarşi barındırdığı için mutlak özgürlükten bahsedilemez.
Bilge insanında söylediği gibi; “yıkmaya çalıştığınız sistemin aynısını devam ettirseniz ona benzemeniz çok zaman almaz…”
Yorum Gönder