Social Icons

.

Pages

23 Ağustos 2011

BİR KİŞİLİK ÇIKMAZI OLARAK YÜCELİK

   Kürt sorunu tartışıldığında hep “PKK, aslında Türk medyasıyla ateşkes yapmalı” diye söylenirdim. Önceleri şaka yollu dillendirdiğim bu söylemin giderek ciddileştiğini fark ettim, günümüzde artık nerdeyse “bomba, mermi, kimyasal gaz” olarak Qandil’e düşmek isteyen onlarca, yüzlerce gazeteci, fikir insanı, akademisyen; kadın, erkek okur-yazarların varlığını düşündükçe kendimi kıstırılmış, bir köşeye devasa yaratıklar tarafından sıkıştırılmış gibi hissediyorum. Mideme kramp girmiyor, ama beynim duracak gibi oluyor.
   Benim için “Kim bu herif?” diye sorduklarında; “ahlaksızın teki, sapığın teki, döneğin teki.”diye cevapladıklarında ve ben bunları duyduğumda gayet keyifleniyorum.  Belki de varoluşumu belirleyen her neyse onun farkına varıyorum. Aslında hakkımda bu söylenenler bana bir özellik de yüklüyor. Böylece benim için de söylenen bir şeyler olacaktı.  Mesela yüksek tirajlı bir gazetede yazmıyorum, orda yazmak için iki yıl önce “Kürtler, Ermeniler, Aleviler ve diğerleri özgürleşmeden biz başörtülüler özgürleşmeyiz.” deyip iki yıl sonra “Kürtler ve diğerlerinin canı cehenneme aslolan siyasi iktidarın egemenlik alanı” demiyorum. Bunun için kendimle övünsem de bu “sosyal ve cinsel” ahlaksız olmamı hafifletmiyor! Yine ağır bir bombardımanda öldürülen sivillerin hesabını sorma, hatırlatma, yayma gibi kişisel sorumlulukların yerine birinin Bodrum’da sıradan bir tatilini ya bir etnik aidiyete ya da bir siyasi parti düşmanlığına dönüştürmedim. Hatta çok da doğal karşıladım.  Ama ben seks yaparken partnerimle aynı referanslardaysam göt yalamaktan utanmayan bir sapığım. Hakkari’de bir çocuğun kolu polislerce kırıldığında bunu teşhir eder, karşısında korkularımı aştığım oranda yürürüm, slogan atarım, imza kampanyasına katılırım, ama biri Turgenyev ayarında güzel bir roman yazdığında da o eserin onuruna şarap içer, dost meclislerinde eseri ve yazarını överim.  Hatta bir hafta sonu evin salonuna kurulup kırmızı et ve ucuz şarapla günümü saatlerim, porno izlediğim bile olur. Buna rağmen ben iyi biri değilim. Birilerinin bana kötü demesine keyifle gülecek kadar da kişiliksizim! Bir topluluğun doğal haklarını siyaset ve benzeri yöntemlerle talep edenlere sempatiyle bakıyorum, “doğal hak” kavramı işin içine girdiği andan itibaren devletin bekası, vatanın bölünmezliği, bayrağın tekliği, dilin biricikliği az önce yaladığım göt kadar özgürleştirmiyor beni. Ha, kiminiz, “Niye buradasın lan dağa çıksana.” diyebilir, buna da aldırış etmeyecek kadar döneğim, hainim! Tarihi açıklarken falan hadis, falan ayet diye yüce referanslardan yararlanmıyorum, Foucault ile İmam-ı Azam efendimizi aynı cümlede kullanmıyorum; mutlaka ilk insanın bugünkü kadar mükemmel olmadığını, kusursuz konuşamadığını, arızasız ileteşemediğini, üretim ve sosyal araçların bu kadar zengin olmadığına insanın uygarlık serüveninin emeksiz, tasarımsız olmayacağına inanacak kadar da dinsizim, günahkarım! Böyleyim diye giyiminden, başörtüsünden, sakalından, küpesinden ötüşü kimilerine her türlü kamu alanında, özel alanda sıkıntı yaşatanları bazen bir atın götüne kaçmış sineklere bazen de çalılıktan geçerken ansızın önüme çıkan ürkütücü yılanlara benzetiyorum.  Bunun için yüce dinimizin bilmem ne  tanrımızın emirlerine sığınmıyorum. Varsa öyle bir emir Tanrıyı bağlar.
  Niye mi yazdım? Elbette ahlaksız, sevgisiz, kişiliksiz, sapık birini sevesiniz diye değil; bunca olumsuzluğuma rağmen sizin de vatansever, milletperver, dinsever, laik, ulusalcı, milliyetçi, namuslu, ahlaklı vs vs vs olarak yaşamınızı anlamlı kılmak için…
   Ha, kadın erkek ilişkilerinde “aldatmak/aldatılmak” gibi terimlerin de siz efendilerin, ahlaklıların bir değeri olduğunu düşünüyorum. Varın kendinizle ne kadar övünürseniz azdır, yüceliğinize yücelik, cennetinize duble yollar katın… Şahsen bir gerilla ya da asker ya da siyasi bir partili olsaydım fırsat buldukça, rıza oldukça bombalar yağsa da üstümüze;  bir kadınla sevişmeyi dua etmekten fazla önemserdim.

16 Ağustos 2011

Ne ki bu DEHAP - Perihan Mağden, 2002

Perihan Mağden neden mi önemsenmeli? Herkes faşizmin söylettiği argümanlarla yazarken o reddediyor, isyan ediyor, umut aşılıyordu gençlere... Bugün faşizmin küçük muhbirleri safında görünse de onun mutlaka vicdanında ve beyninde ötekilerin bir adı vardır: Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Solcular...
Ne ki bu DEHAP
Perihan Mağden

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Türk solu, 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi'nin 15 milletvekili tarafından temsil edildi.
TİP, aldığı yüzde üç oyla TBMM'ye 15 milletvekili sokabildi. Çünkü 1965 yılında Türkiye'de daha adil bir seçim sistemi vardı. 1965 yılında Türkiye Cumhuriyeti bugün olduğundan daha demokratik bir ülkeydi.
Hakiki sol muhalefetin Millet Meclisi'nde temsil edilebilmesi, Türkiye'ye inanılmaz şeyler kazandırdı.
Marksist terminolojinin kullanıma sokulmasından, sağlık ve eğitimdeki kazanımlara, sendikal haklara; hakiki Türk solunun siyasetimize kazandırdığı açılımlar müthişti. Soluk kesiciydi.
Sonraki yıllarda Türk demokrasisi, askeri darbeler neticesinde, bir daha belini doğrultamayacak bir hale gelmiştir. Özürlüdür. 'Hybrid'dir.
Oysa Türkiye, gerçek demokrasiye layıktır. Ve artık Türkiye, demokrasiye fazlasıyla hazırdır. (Bende de hortladı mı bir güzel gençlik yıllarımın bildiri dili! Hortlasın.)
Şimdi gelelim Emek, Barış ve Demokrasi Bloku'na. Yani DEHAP'a.
DEHAP pek çok parçadan oluşan bir şemsiye. Belki haberiniz yoktur diye sayıyorum:
DEHAP; Emeğin Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Anti Kapitalist, Toplumsal Özgürlük Platformu, Sosyalist Emek Hareketi, İşçi Mücadelesi, Ürün Dergisi, Gerçek Dergisi ve HADEP gibi irili ufaklı grup ve partilerden oluşuyor.
Bunca sosyalist oluşumun/partinin bir araya gelmesi, gelebilmesi zaten mucizevi.
Ve listeyi yazarken içim titredi: Bu kelimeleri duymaya
'sosyalist'ti/ 'devrimci'ydi/'antikapitalist'ti, bu kelimeleri kullanıma sokmaya, gündelik siyasetimizin doğal parçaları haline getirmeye -ne kadar hasret kalmışız.
Nasıl sansürlenmişiz! 12 Eylül nasıl bir balyozmuş; beynimize çökmüş. Cümleten nasıl apolitikleşmişiz. Bu kelimeleri ağzımıza, ruhumuza almamaya koşullanmışız.
Oysa şimdi yurdumuzda hakiki solun sesi duyulmazsa, bu anlamlı muhalif sesler dolaşıma sokulmazsa -Netice itibarıyla pompalanan mevcut tüm partiler SAĞCI, hepsi SAĞCI.
Siz tercihinizi yaparken daha az biraz sağcıyla, daha bir solumsu soslu liberal arasında; yani o sağcıyı mı tercih etmeliyim/bu sağcıyı mı; böyle bir tercih yapmak durumunda bırakılıyorsunuz.
Oysa DEHAP çatısı altında çok anlamlı bir birleşme var. OYUM BOŞA GİTMESİN krizi var ya, hani hepimize tutum haftası gibi nüfuz etmiş bulunan; yüzde birlik, yüzde bir buçukluk bir katkıyla işte DEHAP'ı, hep birlikte Meclis'e taşıyabiliriz. Zira DEHAP'ın özellikle Güneydoğu'da hatırı sayılır bir ağırlığı var. Pek çok büyük şehirde ciddi bir potansiyeli. (Yüzde 9'da görünüyor anketlerde olası oy oranı.)
Oyunuz boşa gitmez yani.
Sağa giden oy, boşa gider. Oyum boşa gitmesin gitmesin tutumluluğuyla, yıllardır hep sağ hep sağ. Bakın son kertede DSP'yle, MHP aynı çizgide buluşabiliyorlar.
Mesela CHP'yi ANAP'tan ayıran nedir? Kemal Derviş'in orada karar kılması mı?
Edebali öğretisi bize ne getirmektedir? Anadolu Solu bir oyun havası mıdır? Bugüne dek Deniz Baykal'ın hiçbir dediğinden hiçbir netice çıkarmaya muvaffak oldunuz mu? Maske bir gülümseyiş. Dublaj sesiyle, uzun uzun uzun konuşuyor daima. Ama bir cümlesini, bir lafını, bir önerisini hatırlamanın imkânı var mı? DEHAP neden böyle bir sessiz sansüre maruz bırakılıyor?
Akşam haberlerde neden bir DEHAP mitinginin görüntüsünü görmüyoruz, yapılan konuşmalardan kısımlar duymuyoruz? Bu adil midir?
Bunca sansür/yok sayılma/görmezden gelinme normal midir?
12 Eylül'ün tüm o kara bulutlarının YÖK'üyle, DGM'siyle, şusuyla, busuyla tepemizden kalkmasının zamanı, insaf artık, gelmemiş midir?
Ben gençlerimiz politikleşsin istiyorum.
İstif istif sağcı ve milliyetçi var.
Politikleşmiş sosyalist çocuklar, üniversitelerimizde çıkıp konuşsunlar. Benim zamanımda olduğu gibi. Çok olsunlar.
Politik geçmişi olmayan tiplere bakın. Hepsi dandik, hepsi yarım.
Meclisimizde sol muhalefete yer açalım.
Seslerini duyalım.
Dedikleri yapılır yapılmaz. Ama muhakkak söyleyecekleri şeyler var. Ve muhakkak söyleyecekleri şeyleri duymamız lazım.
Hakiki demokrasiye kavuşmamız lazım.
Damarlarımız -beynimize gidenler de dahil- o zaman açılır ancak. Kalbimiz çarpar. Hayata döneriz. 'Bitkisel' hayattan hakiki hayata.

13 Ağustos 2011

Avucunda tohum taneleri saklayan Başpiskopos Romero

El Salvador Barışı ile ilgili daha önce yazdığım yazıda Rahip Oscar Romero cinayeti yer almıştı. Yeni Özgür Politika gazetesi yazarlarından Meral Çiçek bu hafta bu cinayetin sebepleri, seyri ile Romero'nun portresini çıkardı. İşte o yazı...
    Takvimlere baharın ilk günlerinden biri olarak yazılan 24 Mart günü, 1980 yılında, şu an bulunduğunuz şehirlerde hava nasıldı bilemeyiz ama San Salvador'da sabahtan belliydi sıcak bir gün olacağı. Öyle ki Divina Providencia hastanesinin içindeki ufak kilisenin kapısı o gün sıcaklar nedeniyle açık bırakılmıştı, içeriye azcık hava girsin diye. Ufak şapelin dar sıralarında sıkışan insanlar, yer kalmadığından ayakta duranlar pür dikkat, ölüler için dua okuyan San Salvador Başpiskoposu Óscar Romero'yu dinliyor. Romero:" Yoksullar, sömürülenler, evlatları bir gün ansızın 'kaybolanlar', evden çıkıp da bir daha dönmeyenler, yakınları öldürülenler, emekçiler, insanca yaşamak isteyenlere umut veren cesur insan. Gittiği her yerde kalabalıklarca karşılanan, El Salvador halkının gönlünde taht kuran, hayattayken - kurumlar tarafından değil, halk tarafından - efsane ya da kahraman ya da aziz kabul edilen bir din insanı. Ve guerra sucia'ya karşı direniş güçlerinin Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) olarak birleşip gerilla mücadelesini başlatacağı o senenin üçüncü ayının son günlerinde, sesini halen alenen cuntaya karşı yükselten son insandı Rahip Romero. Vaazına hazırlanırken, o günden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bilemezdi. Son vaazını okumaya zamanının yetmeyeceğini de...

* * *
Óscar Arnulfo Romero y Galdámez adıyla 15 Ağustos 1917'de ülkenin kuzeydoğusundaki Ciudad Barrios'ta dünyaya gelir. Küçük, kırsal bu yerleşim biriminde 6 kardeşi ile yoksulluk içinde büyür. 13 yaşından itibaren Ciudad Barrios'un bağlı olduğu San Miguel'de yatılı okur. Ardından 1937'de başkentteki Cizvit Rahipler Okulu'nda ilahiyat okumaya başlar. Aynı sene babasını kaybeder. Piskoposunun istemi üzerine öğrenimini Roma'da Papa'ya bağlı Gregoriana Üniversitesi'nde tamamlar ve 24 yaşına geldiğinde cum laude derecesiyle lisansını alır. 2 yıl sonra, yine piskoposunun talebi üzerine Roma'daki doktora çalışmasını yarım bırakıp ülkesine döner. San Miguel'de papazlık yanı sıra kiliseye bağlı dergilere editörlük yapar. Çevresinde sevilen bir vaiz olduğundan kısa süre içinde adı şehrin dışında da tanınmaya başlar. 4 Nisan 1967'de Monsignore ünvanına layık görülür ve ardından da Ulusal Piskopos Konferansı'nın genel sekreterliğine seçilir. Bundan dolayı başkente geçen Romero, 1970'de Papa VI. Paul tarafından yeni ünvanlara layık görülür.
20 Şubat 1977'deki genel seçimlerden günler önce San Salvador Başpiskoposluğu'na atanır. Muhafazakarlar ve oligarklar o dönem 59 yaşında olan Romero'yu tercih ederken 1960'lı yıllarla birlikte zamanlarını kilise kütüphanelerinden çok halkla iç içe tarlada geçiren katolik kilisesinin yeni neslinin favorisi, kurtuluş teolojisine yakınlığı ile bilinen Arturo Rivera y Damas'dır. Ki Romero o günlere kadar Latin Amerika'da giderek yayılan kurtuluş teolojisi ile pek ilgilenmeyip, muhafazakar bir din adamı olarak bilinir. Papa IV. Paul'un seçimini Romero'dan yana yapmasında da hem katolik kilisesindeki kurtuluşçu akım-geleneksel/muhafazakar çelişkisi, hem de El Salvador'daki Agujero de oro yani ‘Altın delik' kod adlı oligarşik yapı etkileyici olur. O dönem El Salvador'un neredeyse toprağının tümüne sahip 14 ailenin siyasi ve ekonomik gücü tahmin edilebilir. (Burada ufak bir parantez açmada fayda var: El Salvador koşullarında o dönem bir aile kırsalda kendini geçindirmek için ortalama 10 hektarlık bir arsaya ihtiyaç duyarken, çiftçilerin üçte ikisinin kendi işlettiği toprak 2 hektarı geçmiyordu. 1980'li yılların başında başlatılan tarım reformundan önce 63 büyük işletme, yaklaşık 200 bin kadar çiftçinin paylaştığı toprağa sahip idi. 14'ler çetesinden 6 aile, köylü kesiminin işlettiği toprağın yüzde 80'i kadarına ‘benim' diyordu. Dolayısıyla El Salvador'u gerilla mücadelesine götüren faktörleri sıralarken, askeri diktatörlüklerin terörü yanısıra 14'ler çetesinin yarattığı bu korkunç sosyal, siyasal ve ekonomik uçurumun beraberinde getirdiği günlük yapısal şiddeti unutmamalı.) Kurtuluş teolojisi esasında sömürgecilerin oturttuğu ve giderken hatıra diye bıraktığı oligarşik düzene bir karşı çıkıştı, o düzeni sorgulatıyordu, halka bunu kader diye kabul etmek zorunda olmadığını öğretiyordu. Ve Romero ile birlikte kurtuluş teolojisini yükseltenlerin sesinin kısılacağını hesap eden oligarşik yapı, bu mesajının yerine ulaşmasından emin olmak için 12 Mart 1977'de San Salvador'un kuzeyindeki Aguilares şehrinde köylüleri sömürüye dayalı düzene karşı örgütleyen rahip Rutilio Grande'yi katlettirir. Uğur misali kurşunlarla delik deşik edilen ölü bedeni bir köy yolunda bulunur...
Romero'yu El Salvador cuntasının gözündeki en tehlikeli insan yapan süreç işte tam burada başlar. Ki öğrencilik yıllarında kurtuluş teolojisi-ulusal kurtuluş arasındaki bağların güçlü kurulduğu Bilbo (İspanyol devletinin taktığı adı ile Bilbao)'da okuyan Rutilio Grande, Romero'nun yakın arkadaşıydı. Grande'nin ölümü Romero'yu derinden sarsar. Öyle ki haberi alır almaz olayın yaşandığı El Paisnal köyüne gider, çiftçilerle birlikte sabaha kadar ölünün başında nöbet tutar, devletin yoğun baskıları altındaki köylülerin hikayelerini ve acılarını dinler, onlarla birlikte dua eder. Ertesi sabah rahip ve danışmanlarıyla acil bir toplantı gerçekleştiren Romero, ardından yaptığı açıklamada cinayet aydınlatılıncaya kadar tek bir resmi etkinliğe katılmayacağını ilan eder. Bir sonraki pazar günü de siyasi cinayeti protesto etmek için San Salvador başpiskoposluğundaki bütün ayinleri iptal ettirir (bu çağrıya uyan 150'yi aşkın rahip de ayinlerini gerçekleştirmez), onun yerine San Salvador katedralinde verdiği ve 100 binden fazla insanın dinlediği ayinde devleti şiddete son vermeye çağırır. Zira 20 Şubat 1977'de yapılan göstermelik seçimlerden bir hafta sonra Özgürlük Meydanı'nda toplanan 50 bin protestocuya saldıran güvenlik güçleri resmi rakamlara göre 6-8, başka tahminlere göre ise yaklaşık 300 insanı öldürmüştü.
Romero, Grande'nin ölümünden sonra artık aynı insan değil. Ülkesinde şiddet her geçen günle birlikte daha da yükseltilir, halka yönelik saldırılar giderek çoğalır. Özgürlük, adalet gibi kelimelerin fısıltıyla bile kulaktan kulağa dolaşamayacağı bir korku atmosferi yaratmayı amaçlar kara postallılar. Romero işte tam burada umut olur, ışık olur, ses olur. Boykot ettiği Carlos Humberto Romero'nun devlet başkanlık yemin törenine eş zamanlı olarak, ikinci bildirgesini okur. Burada, "inanç ve yaşam topluluğu" olarak tanımladığı halkı kurtuluşunu gerçekleştirmeye çağırır.
Kalın gözlükleri ardında hep biraz mesafeli, hep biraz soğuk gibi duran din adamı artık halkın piskoposu olur. Kendinden önce hiçbir piskoposun yapmadığı kadar halkla, yoksullarla, köylülerle bütünleşir, bizzat yanlarına gider, onları dinler, dinlediklerini yüksek sesle söyler. Dili açıktır, nettir. Sözü dolandırmaz. Binlerin, onbinlerin katıldığı ayinlerde giderek çoğalan ölüler için yas tutmakla kalmaz, katillerin adını telaffuz eder, onları kınar. O'nun vaazları biraz da halk toplantısı gibi; ülkedeki gelişmeleri değerlendirir, tespitlerde bulunur, mesajlar verir. İşbirlikçilerin adını da yüksek sesle söylemekten çekinmez. Örneğin dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter'i askeri yardımlarını kesmeye çağırır. Vicdanın susturulmak istendiği bu zaman ve mekanda vicdan olur, sessizliğin dayatıldığı yerde ses olur, umudun yok edilmek istendiği anda umut olur. Ve en önemlisi, boyun eğmemeyi vaaz eder. Ki direniş - kurtuluş teolojisi kapsamında - onun için bir görev, bir boyun borcudur.
Vaazları radyo yoluyla ülke çapında yayınlanan Romero, Şubat 1980'de ilk kez ölüm tehditleri aldığını açıkladığı zaman, dönemin - henüz cuntaya karşı mücadeleyi kazanmış olan - Nikaragua Dışişleri Bakanı olan rahip Miguel d'Escoto Brockmann'dan aldığı iltica teklifini, halkını yalnız bırakamayacağını belirtip, kabul etmez. Susturulmak istendiğinin farkındadır, ancak susmak boyun eğmek anlamına gelirdi. Korkutma, susturma çabalarına bir yanıtı olmalıydı, sesini daha fazla yükseltmeliydi - korkusuzca. Ve takvimler 23 Nisan 1980'i, gösterdiğinde, en meşhur olacak vaazında şöyle der: "Hiçbir asker, tanrının kanununa zıt bir emre itaat etmek zorunda değildir. Hiç kimse, ahlak dışı bir kanuna uymak zorunda değildir. Vicdanınızı yeniden keşfetmenizin, vicdanı günahın talimatlarından yüksek tutmanızın zamanı gelmiştir. Tanrısal hakların, tanrının adaletinin ve insan onurunun savunucusu olarak kilise, bu büyük dehşet karşısında suskun kalamaz. (...) Tanrı ve acı çeken halk adına rica ediyorum, yalvarıyorum, tanrı adına emrediyorum: Baskılara son verin!"
Bu Romero'nun son vaazı olacaktı. Bir gün sonra, 24 Nisan 1980'de ayin esnasında tek kurşunla kalbinden vurularak katledilir. Bir hafta sonra yapılan cenaze töreninde 100 bin insan ona veda etmeye gelir. Gelenler, etraftaki binaların çatısında pozisyon alan keskin nişancıların farkında değil. Sonra birden, çıkış yolları önceden kapatılan kalabalığa ateş etmeye - yok hayır, onları taramaya - başlarlar. Akşam olduğunda, 100 bin insandan geriye 50 ceset, 600 yaralı beden ve katedralin önündeki meydanda, panik içinde kaçmaya çalışırken düşürülen binlerce sahipsiz ayakkabı kalır.
Ve Romero cinayeti, ardından cenaze töreninde gerçekleştirilen katliam, 12 yıl sürecek olan, Romero'nun hep engellemeye çalıştığı, tahminlere göre 75 bin insanın hayatına mal olan bir savaşın startını verir. Ölüm komandolarının direnişin öncülerini yok etmesi ile rejime karşı olası bir devrimin önlenmesi hedeflenir. Bu taktik, Romero'nun öldürülmesinde parmağı olan ABD tarafından bizzat El Salvador cuntasına önerilir. Kurtuluş teolojisinin cuntaya karşı giderek geliştiği Latin Amerika ülkelerinden biri olan El Salvador'da örneğin uçaklardan 'Ülkeni seviyorsan bir rahip öldür' sloganlı bildiriler atılıp dağıtılır. Ve Romero ile Grande de, El Salvador'da devletin katlettiği veya katlettirdiği tek rahipler değil. 11 Mayıs 1977'de Alfonso Navarro Oviedo, 28 Kasım 1978'de Ernesto Barrera, 20 Ocak 1979'da Octavio Ortiz Luna, Haziran 1979'da Rafael Palacios, 4 Ağustos 1979'da Alirio Napoleón Macías, 29 Eylül 1979'da ise Apolinario Serrano katledilir.
Romero, ölümünden iki hafta önce bir yabancı gazeteciye şöyle der: "Çok kez ölümle tehdit edildim. Bilmelisiniz, bir Hristiyan olarak dirilişin olmadığı bir ölüme inanmıyorum. Eğer öldürülürsem, El Salvador halkı içinde dirilirim. Eğer beni öldürmeyi başarırlarsa, katillerimi af ettiğimi ve onları kutsadığımı söyleyin. Zamanlarını boşa harcadıklarını bir anlasalardı! Bir piskopos ölebilir, ama tanrının kilisesi, yani halk, asla ölmez." Romero haklıydı, hiç ölmedi... Tıpkı Farabunto Marti gibi. O, 1931 yılındaki darbeden sonra (1932'de yapılan yerel seçimlerden birçok bölgede birinci çıkan) El Salvador Komünist Partisi PCES tarafından aldığı devrim hazırlıklarını yürütme görevinin başındayken, isyan için belirlenen 22 Ocak'a az bir zaman kala tutuklandı. Başkaldırı başladığında ise hazırlıklı olan ordu güçleri birkaç gün içinde isyanı bastırır, ardından da ülkenin batısında, yaklaşık 30 bin yerli insanın ölümü ile sonuçlanan bir katliamı gerçekleştirir. Farabunda Marti ise 1 Şubat 1932'de kurşuna dizildi. Halkını özgürlüğe götüremedi belki ama kendisinden 48 yıl sonra, adını taşıyan gerillalar El Salvador'da cuntanın tarihini sona erdirdi. 

PolitikART - 13 Ağustos 2011

2 Ağustos 2011

El Salvador Barışı Ek

     Bir önceki yazıyı twitterde bir arkadaşın eleştirisine sundum.  Ulrike Meinhof avatarı kullanan @SankiPhd sözde akademisyen adlı arkadaş aşağıdaki katkıları yaptı.
Yazını okudum çok da beğendim ama ben başlıktan yola çıkarak daha fazla barış süreci üzerine bir yazı bekliyordum ki El Salvador barış süreci çok önemli bence Kürt sorunu bağlamında. Hakikat Komisyonu oluşturuluyor barıştan sonra 1993'te, komisyonun tavsiyelerinin yasal bağlayıcılığı var, çok iyi bir rapor hazırlıyor tazminat, öldürülenler için anıt talep ediliyor, işlenen suçların(22bin kayıp, yargısız infaz işkence ve kimi karma suçlar) komisyon %85'ini devletin %15'ini FMLN'nin işlediğini söylüyor. Bu çok iyi raporu hükümet ve ordu tanımıyor. Bana çok benzer geliyor Türkiye’ye. Olmaz ya, olur da kurulursa, hakikat komisyonunun sonunu benzetmesin.
“Hakikat komisyonları adli davaların da konusu olabilecek pek çok olayla ilgilendiği için, gözlemciler, hakikat komisyonları ile mahkemeleri birbirine karıştırmaktadırlar. Ancak komisyonları adli makamlarla karıştırmamak gerektiği gibi, adli davaların yerine geçebilecek bir mekanizma olarak da düşünmemek gerekir. Hakikat komisyonları adli olmayan yapılardır ve bu özellikleri bakımından mahkemelerden daha az güçleri olduğu açıktır. Hapsetme ya da tavsiyelerinin yaptırımı konularında bir güçleri yoktur.” Der, konuyla ilgili çalışan Mark Freeman…





1 Ağustos 2011

El Salvador Barışı

    1929 yılında dünya, büyük ekonomik çöküntüyle yüzleşirken Amerika kıtasının tam ortasında Pasifik kıyılarında küçük bir ülkenin de kahve ihracatı düşüyordu. Los Catorce (14’ler Ailesi) denen oligarşik çete El Salvador’u zehirli bir sarmaşık gibi sarıp sarmalıyordu. İktidardaki ulusalcı-sol eğilimli Arturo Araujo bir darbeyle düşürülüyordu. Dönemin ordu kurmaylarından General Maximiliano Hernandez Martinez darbeyle diktatörlüğünü ilan eder ve 14’ler çetesinin desteğini arkasına alır. Yarı taşralı yarı kentli oligarklarla halk  arasındaki derin çatışmaların fitili de ateşlenmiş olur. Aynı yıllarda Farabundo Martini, El Salvador Komünist Partisi önderliğinde büyük bir ayaklanma başlatır. Komüntern üyesi Martini ve arkadaşlarının 22 Ocak 1932 yılında başlattıkları ayaklanma bir haftada devlet terörüyle bastırılır. 1 Subat 1932´de Farabundo Martni, yoldaslari Alfonso Luna ve Mario Zapata ile birlikte kursuna dizilir. Bu tarihten sonra El Salvador askeri diktatörlükle idare edilecekti.
    Bu trajediden sonra El Salvador 1970 yılındaki Honduras maçı ve ardından bir hafta süren savaşla anılacaktı. Oligarklar çetesi, milliyetçi damarı da kaşımış ülke içinde de muhalif avını başlatmıştır. 1974 yılına gelindiğinde muhalif güçlerin birlik çağrısıyla 14’ler çetesinin siyasi hakimiyeti de tehlikeye girecek yıllarca süren bir savaş başlayacaktı. 1979 yılında Farabundo Martini Ulusal Kurtuluş Cephesi çete rejimine karşı savaşma kararını alır. 22 Ocak 1980 yılında yüzbinlerce kişi sokaklara, meydanlara dökülür. ABD’nin desteklediği ORDEN (Milliyetçi Demokratik Örgüt) yeryüzünde eşine ancak 1990’lar Türkiye’sinde rastlanacak bir devlet terörünün tüm acımasızlığını sergileyecekti. 1980 yılının 24 Nisan’ında üç yıl önce Katolik Kilisesi tarafından San Salvador’a başpiskopos olarak atanan rahip Oscar Romero milliyetçi ölüm mangalarının cinayetlerine sessiz kalmadığı için öldürüldü. Romero’nun “Hiç bir asker, Allah’ın kanununa zıt bir emre itaat etmek zorunda değildir. Hiç kimse ahlak dışı bir kanuna uymak zorunda değildir.”diye vaaz vermişti. Romero’nun “Eziyete uğramamış, fakat dünyanın imtiyazlarından ve desteğinden istifade eden bir kilise, Hz. İsa’nın gerçek bir kilisesi olamaz” sözü de bizim yarı milliyetçi, yarı dinci diyanet ve cemaat liderlerine armağan olsun.
     Mario  M. Rodriguez  “EL SALVADOR : BİRLEŞİK DEVRİMCİ SAVAŞ” adlı kitabında bir gazeteci gözüyle şöyle der: “Köylerde, kantonlarda, eyalet ve fabrikalarda işkenceyle katledilmiş işçi ve köylülerin cesetlerini gördüm. Bunlardan çok azının cesetleri sağlam kalmıştı. Çoğunun, cinsel organları kesilip ağızlarına sokulmuş, gözleri oyulup dilleri kesilmiş, yüz ve elleri asitle yakılmıştı. Bir bölümünün ise başları kesilip, ibret olsun diye herkesin görebileceği  yerlere   asılmıştı. Terör tarif edilir gibi değildi.”  El Salvador ayaklanmasına ilginç olan şey, din adamlarının faşist devlet terörünün hedefleri arasında olması… 1979 yılından başlayarak öldürülen din adamları:
·         Cizvit rahibi olan Rutilio Grande, faşist teröre çocuğunu kurban veren bir aileyi ziayertten dönerken silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
·         San Vicente'de görev yapan rahip Alirio Macias, 1980 yılında ORDEN tarafından bedenine onlarca kurşun sıkıldı.
·         Rahip Octavio Ortiz başkent San Slavador’da bir gösteri sırasında oradan geçerken yaralılar için haç çıkardı diye faşist terör odaklarınca oracıkta katledildi. Üzerinden tankla geçtiler.
·         Rahip Palacios, meslekdaşı Alfonso Navarro Oviedo'yla birlikte Miramonte Manastırı'nda işçi grevlerini desteklediler diye katledildiler.
·         .Ernesto Barrera, katliamlar karşısında sessiz kalamazdı, o da bir rahip olarak FMLN saflarında etkin bir rol aldı. Pusuya düşürülerek öldürüldü.
·         Slavador Köylüleri Hıristiyan Federasyonu üyesi Apolinario Serrano ve Felipe De Jesus, Juan   Chacon   Vasques  adlı din adamları da ORDEN’in faşist timlerince öldürüldüler. Jesus bir toplantıda 14’ler çetesini lanetlediği için dili koparılıp yüz derisi soyularak cezalandırılmıştı.

Bu yazdıklarım dışında binlerce öğrenci, bir o kadar işçi, köylü, memur katledildi. Tüm bu katliamlardan elbette birince dereceden ABD yönetimi sorumluydu, çünkü en büyük desteği 14’ler çetesine bu büyük güç veriyordu. Tam 12 yıl süren bu baskı ve terör dönemi FMLN’in saygı duyulacak büyük direnişiyle kırıldı. 1992 yılında “Savaşın mutlak galibi olmayacaktır.” temel tespitiyle sağcı ARENA hükümetiyle uzlaşma yoluna gidildiyse de terör can almaya devam ediyordu. Bugün Türkiye’de BDP’ye uygulanan baskıların benzeri FMLN’ye uygulandı. Yıllarca her türlü hileyle seçimler gerçekleştirildi. Korucu aileler, polis teşkilatı ve ordunun ölüm mangalarının terörüne rağmen FMLN 2010 seçimlerinde yüzde 52 oy alarak iktidar oldu.


self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.