Social Icons

.

Pages

1 Ağustos 2011

El Salvador Barışı

    1929 yılında dünya, büyük ekonomik çöküntüyle yüzleşirken Amerika kıtasının tam ortasında Pasifik kıyılarında küçük bir ülkenin de kahve ihracatı düşüyordu. Los Catorce (14’ler Ailesi) denen oligarşik çete El Salvador’u zehirli bir sarmaşık gibi sarıp sarmalıyordu. İktidardaki ulusalcı-sol eğilimli Arturo Araujo bir darbeyle düşürülüyordu. Dönemin ordu kurmaylarından General Maximiliano Hernandez Martinez darbeyle diktatörlüğünü ilan eder ve 14’ler çetesinin desteğini arkasına alır. Yarı taşralı yarı kentli oligarklarla halk  arasındaki derin çatışmaların fitili de ateşlenmiş olur. Aynı yıllarda Farabundo Martini, El Salvador Komünist Partisi önderliğinde büyük bir ayaklanma başlatır. Komüntern üyesi Martini ve arkadaşlarının 22 Ocak 1932 yılında başlattıkları ayaklanma bir haftada devlet terörüyle bastırılır. 1 Subat 1932´de Farabundo Martni, yoldaslari Alfonso Luna ve Mario Zapata ile birlikte kursuna dizilir. Bu tarihten sonra El Salvador askeri diktatörlükle idare edilecekti.
    Bu trajediden sonra El Salvador 1970 yılındaki Honduras maçı ve ardından bir hafta süren savaşla anılacaktı. Oligarklar çetesi, milliyetçi damarı da kaşımış ülke içinde de muhalif avını başlatmıştır. 1974 yılına gelindiğinde muhalif güçlerin birlik çağrısıyla 14’ler çetesinin siyasi hakimiyeti de tehlikeye girecek yıllarca süren bir savaş başlayacaktı. 1979 yılında Farabundo Martini Ulusal Kurtuluş Cephesi çete rejimine karşı savaşma kararını alır. 22 Ocak 1980 yılında yüzbinlerce kişi sokaklara, meydanlara dökülür. ABD’nin desteklediği ORDEN (Milliyetçi Demokratik Örgüt) yeryüzünde eşine ancak 1990’lar Türkiye’sinde rastlanacak bir devlet terörünün tüm acımasızlığını sergileyecekti. 1980 yılının 24 Nisan’ında üç yıl önce Katolik Kilisesi tarafından San Salvador’a başpiskopos olarak atanan rahip Oscar Romero milliyetçi ölüm mangalarının cinayetlerine sessiz kalmadığı için öldürüldü. Romero’nun “Hiç bir asker, Allah’ın kanununa zıt bir emre itaat etmek zorunda değildir. Hiç kimse ahlak dışı bir kanuna uymak zorunda değildir.”diye vaaz vermişti. Romero’nun “Eziyete uğramamış, fakat dünyanın imtiyazlarından ve desteğinden istifade eden bir kilise, Hz. İsa’nın gerçek bir kilisesi olamaz” sözü de bizim yarı milliyetçi, yarı dinci diyanet ve cemaat liderlerine armağan olsun.
     Mario  M. Rodriguez  “EL SALVADOR : BİRLEŞİK DEVRİMCİ SAVAŞ” adlı kitabında bir gazeteci gözüyle şöyle der: “Köylerde, kantonlarda, eyalet ve fabrikalarda işkenceyle katledilmiş işçi ve köylülerin cesetlerini gördüm. Bunlardan çok azının cesetleri sağlam kalmıştı. Çoğunun, cinsel organları kesilip ağızlarına sokulmuş, gözleri oyulup dilleri kesilmiş, yüz ve elleri asitle yakılmıştı. Bir bölümünün ise başları kesilip, ibret olsun diye herkesin görebileceği  yerlere   asılmıştı. Terör tarif edilir gibi değildi.”  El Salvador ayaklanmasına ilginç olan şey, din adamlarının faşist devlet terörünün hedefleri arasında olması… 1979 yılından başlayarak öldürülen din adamları:
·         Cizvit rahibi olan Rutilio Grande, faşist teröre çocuğunu kurban veren bir aileyi ziayertten dönerken silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
·         San Vicente'de görev yapan rahip Alirio Macias, 1980 yılında ORDEN tarafından bedenine onlarca kurşun sıkıldı.
·         Rahip Octavio Ortiz başkent San Slavador’da bir gösteri sırasında oradan geçerken yaralılar için haç çıkardı diye faşist terör odaklarınca oracıkta katledildi. Üzerinden tankla geçtiler.
·         Rahip Palacios, meslekdaşı Alfonso Navarro Oviedo'yla birlikte Miramonte Manastırı'nda işçi grevlerini desteklediler diye katledildiler.
·         .Ernesto Barrera, katliamlar karşısında sessiz kalamazdı, o da bir rahip olarak FMLN saflarında etkin bir rol aldı. Pusuya düşürülerek öldürüldü.
·         Slavador Köylüleri Hıristiyan Federasyonu üyesi Apolinario Serrano ve Felipe De Jesus, Juan   Chacon   Vasques  adlı din adamları da ORDEN’in faşist timlerince öldürüldüler. Jesus bir toplantıda 14’ler çetesini lanetlediği için dili koparılıp yüz derisi soyularak cezalandırılmıştı.

Bu yazdıklarım dışında binlerce öğrenci, bir o kadar işçi, köylü, memur katledildi. Tüm bu katliamlardan elbette birince dereceden ABD yönetimi sorumluydu, çünkü en büyük desteği 14’ler çetesine bu büyük güç veriyordu. Tam 12 yıl süren bu baskı ve terör dönemi FMLN’in saygı duyulacak büyük direnişiyle kırıldı. 1992 yılında “Savaşın mutlak galibi olmayacaktır.” temel tespitiyle sağcı ARENA hükümetiyle uzlaşma yoluna gidildiyse de terör can almaya devam ediyordu. Bugün Türkiye’de BDP’ye uygulanan baskıların benzeri FMLN’ye uygulandı. Yıllarca her türlü hileyle seçimler gerçekleştirildi. Korucu aileler, polis teşkilatı ve ordunun ölüm mangalarının terörüne rağmen FMLN 2010 seçimlerinde yüzde 52 oy alarak iktidar oldu.


Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.