Social Icons

.

Pages

16 Nisan 2012

Loach’tan Connnolly’e Tarihsel Günahların Deşifrasyonu


   1981 yılında Dublin’de şehrin ortasında birkaç sivil eski MI5 çalışanı, yüzbaşı yardımcısı Harris’i yakalayıp beyaz bir araca atarlar, bir gün sonra Harris’in öldürüldüğü haberi yayılır. Bacaklarına ve kafasına birer kurşun sıkılmıştır. Öldürülme biçiminden anlaşılsın diye cinayeti İRA’nın işlediği basına servis edilir. Oysa daha birkaç gün önce Harris, İRA sempatizanlarının takıldığı bir barda İngiliz kraliyet istihbaratından kaçırılırcasına İRA militanları tarafından korunuyordu. Harris, Dublin’de kaçırılmadan önce Amerikalı insan hakları savunucusu İngrid Jessner ile buluşmuş ve ona bir kaset kaydı teslim etmiştir. Jessner, 1972-76 yılları arasında Şili’de insan hakları adına çalışmış, belgesel yapmak istemiş fakat otak çalıştıkları birlik üyeleri bir bir ortadan kaybedilmiştir. Şilili bir komünistle ilişkiye girmiş, bu ilişkiden kürtaj yaptırtmıştır. Bu bilgiler İngiliz istihbaratında kayıtlıdır. Böylece İrlanda’daki liberallere, demokratlara, İngiliz kamuoyuna teşhir edilecek o tarihsel günah, komünistle yatmak-komünist olmak, malzemesi sunulacak ve herkesin susması sağlanacaktır. Bu arada Dublin infazından önce Belfast’ta Jessner’in çalışma arkadaşı avukat Paul Sullivan, Harris ile buluşmak için İRA kuryesi Franki Molloy ile yolda Paul'un aracıyla seyrederken gizli bir birim tarafından infaz edilirler. İRA militanının varlığı bu olayın “terörist” bir saldırı sonucu meydana geldiği yönündeki kirliliği de inandırıcı kılacaktır. Avukat Paul Sullivan uluslararası insan hakları savunucusu olduğu için infazı kuşkuyla karşılanır ve İngiliz hükümeti iki polis müfettişi görevlendirir.  Müfettiş Kerrigan ile bir senatör ve istihbarat şefi Alec Nevin arasındaki diyaloglar herhangi bir kirli devletin, kurumun, kişilerin ofisinde karşılaşılabilecek konuşmalardır. ( Günün birinde Ergenekon üyesi bir general, eski bir Hürriyet yayın yönetmeni, Taraf'tan bir köşe yazarı, Emre Uslu, Mehmet Baransu, bir polis şefi bir araya gelse ve bunları sorgulayacak cesur bir savcı ve hakim olsa tıpkı bu filmdeki diyaloglardaki malzeme çıkar ortaya. Bizimkiler az din, az Atatürk az Türklük karıştırırlar , o kadar fark olur) Ama Ken Loach, “Hidden Agenda” filminde adeta ciltleri dolduracak bir tartışmayı birkaç cümleyle özetleyecek birkaç diyalogla veriyor. Loach’ın tarafı bellidir: Loach, tam 800 yıldır bağımsızlık savaşı verenlerin, kılıçlanan, kırbaçlanan, aç bırakılarak, yakılarak öldürülen;, tutuklanan, idam edilen, işkence edilenlerin hala sinmeyen öfkesinden yanadır. Loach, İrlandalıların bu direnişinin haklılığını seyirciye bir öğretmen edasıyla öğretmez, iki farklı fikirdeki karakterlerden birine söyletir ve seyirci, eğer kafası basmaz bir İngiliz değilse doğal-kolektif haklardan ötürü İRA’lıların yöntemleri dahil amaçlarının politik ve anayasal baskılardan kaynaklandığına inanır. Bu arada Paskalya Ayaklanması’nın (1916) kahramanlarından James Connolly’i de anmayı borç bilir.
   Hidden Agenda filminin bence tüm marifeti ustalıkla örülen kurgusunun yanı sıra diyaloglardaki liberal, muhafazakar ve ulusal kurtuluşçu öğretilerin incelikli bir biçimde sunulmasıdır. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi İngiltere’de de muhafazakar sağcılık “devlet-hükümet-anayasa” korumakla mükellef, halka bedel ödetmeyi görev bilen ve bu uğurda halkı da ikna eden bir sistemin ideolojik politik kalkanı olmuştur, sonucu çıkarıyoruz.
      Bundan sonra bloğu bir süreliğine dünya sinemasında “politik izler” etiketi altında yazılar için kullanacağım. Serinin ilk bölümü İrlanda sorunu, İRA, Ken Loach’ı konu edineceğim. Bundan sonraki yazı Loach ile Neil Jordan’ın filmlerinin kıyası olacaktır. 

14 Nisan 2012

Senaryo ile Gerçek Olayların İç İçe Geçtiği Bir Film: Cautiva

        1970 yılında FİFA, 11.Dünya Kupası’nın Arjantin’de yapılmasına karar verir. 1974’te Juan Peron’un ölümü üzerine eşi İsabel Peron devlet başkanı olur. Siyasi ve ekonomik koşulların ülkeyi felç etmesini fırsat bile Genelkurmay Başkanı ve Başkomutan Jorge Videla 1975’te, Tucuman eyaletinde Marxist gerillalara yönelik bir katliam gerçekleştirir. Ordu içerisindeki Peronist subayları da bir bir tasfiye eder. 1976’da İsabel Peron’u tutuklayarak gözetim altına alır ve cuntanın iktidara gelmesini sağlar. Darbeci Videla, “Arjantin’de barışı tesis etmek için ölmesi gereken herkes ölecektir” sözleriyle açıklıyordu süreci. Durum sanıldığından daha korkunç olacaktır. Videla, Dünya Kupası organizasyonunu yürütmekle yine kendi haydut çetesinden General Omar Carlos Actis’i görevlendirdi.  19 Ağustos 1976’da kupa organizasyonuna dair basın toplantısı yapmak üzere evinden çıkan General Actis Marxist gerillalarca öldürülür. Dikta terörü de kendisinden beklendiği gibi geniş çaplı katliamlar yapar. Yargısız infazlar, toplama kamplarında öldürmeler, yasadışı gözalatına alma ve gözaltında kaybetme şeklinde devam eden faşist  cunta terörü imajını düzeltmek için Dünya Kupası etkinliklerinden yararlanır.  1978 yılına girildiğinde Avrupa’da sosyalist, anarşist, Trcokist,liberal ve kimi demokrat çevreler turnuvanın Arjantin gibi diktayla yönetilen bir ülkede yapılmasına karşı eylemlilikler geliştirirler. Avrupalı takımların ülke düzeyinde boykot yapmasını isterler. İsviçre’nin boykot girişimi başarısız olur. Sadece Hollanda’nın efsanevi futbolcusu  Cruijff turnuvayı boykot ederek Arjantin’e gitmez. Garip bir çelişki de kendisini solcu olarak tanımlayan Arjantin teknik direktörü Menotti, faşist generallerin imaj düzeltme çalışmalarına hizmet eder. Gerçi daha sonra “Özgür Arjantin ruhunu sahaya yansıttım.” dese de Barcelona’nın başına geçtiği zaman Maradona’nın protestosuyla karşılaşacaktı.
   1978 Dünya Kupası’na damgasına vuran bir de şike suçlaması var. Generallerin rejimi meşrulaştırma çalışması çerçevesinde Peru’daki başka haydut cuntacılarla anlaşılır ve Arjantin grup maçında Peru’yu 6-0 yener. Maçın en az 4-0 bitmesi gerekiyordu. Finalde Hollanda’yı 3-1 yenen Arjantin kupayı alır. Hollanda milli takımı durumu protesto etmek adına protokol tribününü selamlamaz ve tarihe geçer. Tam bu anlarda Olmos cezaevinde  solcu mimar Leticia Dominich, Sofia adında bir kız çocuğu dünyaya getirir. Kocası Agustin Lombardi ile birlikte birkaç gün sonra ortadan kaybedilirler.
   Yıl 1994: Buenos Aires’in sağcı-Katolik bir okulunda  iki genç kız okul tuvaletinde sigara içerlerken sohbet ederler. Bir önceki derste Angelica adlı radikal solcu bir genç kızın anayasa tartışmalarında “Bu anayasa hepsi birer piç olan darbecileri, faşistleri affetmekle güvenilirliğini yitirmiştir.” anlamına gelecek sözler söyler, akabinde okuldan atılacaktır.. Milliyetçi bir ailenin kızı olan Susana, arkadaşı Cristina’ya , “Bu orospu Angeliaca, yalan söylüyor, solcu piçlerin hepsi Malvinas savaşlarında ülkeyi terk etti, hükümeti karalıyor bu radikal solcu ailenin kızı.” diye yakınır. ( Susana’nın Türkiye profillerine twitterde, facebookta, gazetelerde, kışlalarda, polis merkezlerinde rastlamak mümkün) Cristina Quadri ( tuvaletteki genç kız) birkaç gün sonra bir federal yargıç tarafından gözetim ve koruma altına alınır. Bu girişimi büyük anne Elisa Dominich’e borçluyuz. O, bir Perşembe Annesi, (Plaza De Mayo Annesi). Cristina Qaudri’nin hikayesi bundan sonra her sahnede bir yumruk gibi suratımıza iniyor, okullardan, derneklerden cuntanın toplama kamplarına çevrilmiş işkence merkezlerinde göz altında zorla kaybedilen devrimcilerin çığlıklarını Cautiva filminde yanı başınızda hissediyorsunuz. Sigara içerken ekran karşısında çaresizliğiniz yüzünüzü gizleyen dumanların arasında havada eriyor. Cristina giderek Sofia olduğunu anlayacak ama bunun onda yarattığı travmayı biz kendi ruhumuzun derinliklerinde en amansız haliyle hissediyoruz. Gaston Biraben’in yönettiği, Arjantin’de faşist diktatörlüğün mağdurlarına atfettiği Cautiva filmi, Sofia’ya dönüşen Cristina’nın hikayesinin olmasının yanı sıra büyük anne Elisa’nin mücadelesi, bir kupa finalinin yarattığı kaos ve sevincin sınıfsal ve siyasal yorumu, Leticia’nın yarım kalmış mimarlık düşleri, Angelica’nın öfkesinin haklılığı, Quadrilerin, Jörgelerin faşist ikiyüzlülüklerinin teşhiri olarak tarihsel öznelerin filmidir. 



                        

Açıklama: Bu söyleşiler kesinlikle mülakat değildir. Birinin bir fikrini öğrenme amacından ziyade öğrenilmiş fikirler üzerinden tartışma yürütmeye yöneliktir." Ben A şahsı ya da yayını ya da kurumu hakkında bunu biliyorum, böyle yorumluyorum, siz nasıl bilir nasıl yorumlarsınız?" tarzında sohbet olarak gerçekleşmektedir. Uzun olan soru değil benim yorumlarımdır. Bunu özellikle yapıyorum. Eğer birinin bir kişilik özelliği ya da fikrini öğrenmeyi merkeze alsaydım yediği yemeği, gezdiği yerleri, izlediği filmleri falan sorardım ki bunu yeterince soran vardır. Sorulmayanı, bilinmeyeni sorulur, bilinir hale getiriyorum. Mütevazı olamayacağım, Bu günlerde moral düzeyim iyi olmuş olsaydı, yani Doğum Günü 4 Temmuz filmini izlerken kapıldığım ruh haline benzer bir iç gerginlik yaşamasaydım, söyleşileri imlasından, gramerine, sentaks tashihlerine kadar incelikli biçimde elden geçirirdim. Lakin bu aralar pek havamda değilim. Eleştirilerinizi bunları dikkate alarak yaparsanız kendinize saygınız gelişir derim. Bana saygı duymanıza gerek yok. Bunu beklemiyorum da... Ama bir söyleşi tarzını, radikal bir tarzı kendiniz için "lermontovc" adı üzerinden kişilik problemi haline getirmemeniz moraliniz açısından önemlidir. Bu izahı yapmalıydım.

13 Nisan 2012

Kürt Sorunu Üstüne Politik Söyleşiler 13

 Söyleşi Avrupa'da gazetecilik yapan https://twitter.com/#!/zinchen_ ile devam ediyor. Kendisi Yeni Özgür Politika ve onun eki Politikart için önemli dosyalar hazırlamış biri. Afrika, İspanya, Meksika, Arjantin  gibi ülkelerde yaşanan politik sorunlar ve savaşları birebir muhataplarıyla konuşan bir arkadaşımız. Türkiye'de olmayışı eksiklik. 
Sizinle daha çok Türk basını, Kürt basını, kadın, demokratik toplum tezleri üzerine söyleşmek istiyorum. Rudi Dutschke'yi hedef gösteren Springer medyası Rudi'yi Josef Bachmann diye bir faşiste vurdurttu.Daha sonra gelişen olaylarda öğrenciler Springer medyası ve Bild gazetesinin dağıtımını engellemek için yoğun eylemler yaptılar. Esslingen Sulh mahkemesi, 1968 yılında aldığı bir kararla öğrencilerin bu eylemlerini jurili yargılama istemini "Fikir diktası ve basın tekeline karşı yurttaşlık hukuku açısından Bild gazetesinin birkaç saatlik gecikmesinin ne önemi  olur ki?" kararıyla reddetmiştir. Bugün TR medyası da özellikle Kürtlere karşı 1968'deki Alman basını cilvesiyle saldırmaktadır. Bu açıdan Alman ve Türk basını egemenler açısından karşılaştırıldığında nasıl bir basın ahlakı çıkıyor karşımıza?
Alman basın tarihi aslında kendi başına ilginç bir tartışma konusu, zira İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarında işgalci kuvvetler, Nazi iktidarı altında yayın yapan bütün gazeteleri yasakladı (zaten kağıt sorunundan dolayı savaş yıllarında birçoğu kapanmıştı). Şu an Almanya'da yayın yapan gazetelerin hepsi, savaştan sonra ABD, İngiltere, Fransa veya Sovyet lisansı ile kuruldu. Hatta o zamanlar, 1933'ten sonra gazetecilik yapanlara meslekten men cezası verildi ama çoğunlukla uygulanmadı. Springer grubu da 40'lı yıllarda İngiliz lisansı ile kuruldu. Çok hızlı bir şekilde büyüdü ve 60'lı yıllara gelindiğinde yayınların çoğu onların elindeydi. Hatta yanılmıyorsam Batı Berlin'deki yerel basının yüzde 80'inden fazlası Springer grubuna aitti. 
Springer grubunun 60'lı yıllarda öğrenci hareketine bu denli saldırması ve öncülerini hedef göstermesinin sebepleri kesinlikle ideolojik. Bizzat kurucu Axel Springer tarafından 67 yılında formüle edilen şirket ilkeleri var, bunlar Almanya'nın birleşmesinden ve 11 Eylül'den sonra değiştirildi kısmen. O dönem 4 ilke vardı. İlki, Almanya'nın birleşmesinin sağlanması (ve dolayısıyla Sovyetler Birliğine karşı mücadele) idi. Bir diğer ilke, serbest piyasa ekonomisinin savunulmasıydı. Yani burada gerçekten ödün vermeme, doğruları yazma, basın özgürlüğünü savunma gibi gazetecilik ilkeleri yok, adamların derdi de bu değil zaten. Bu açıdan kapitalizme ve antikomünizme hizmet eden bir yayın çizgisi esas alınıyordu. 11 Eylül'den sonra şöyle bir ilke de eklenmiştir: "Transatlantik ittifakın [yani NATO'nun] desteklenmesi ve özgürlükçü değerler topluluğu içinde ABD ile dayanışma."
Soruda sözünü ettiğin linç kampanyasını bence bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Şah'ın Almanya ziyaretine karşı protestolarda polis tarafından vurulan öğrenci Benno Ohnesorg'un ölümünden sonra "Terör üreten sertliği göze alacak!" başlığını atabildiler. O dönem 2 milyon satan Bild gazetesinin attığı manşetlerden bazıları şöyle: "Genç kızılların terörünü durdurun!", "Öğrenciler tehdit ediyor", "Olay çıkaran öğrencileri bertaraf edin!"... Dolayısıyla Springer grubunun temsil ettiği bu gazetecilik, pogrom gazeteciliğinden başka bir şey değil. Piyasanın çoğunluğu böyle bir grubun eline geçtiğinde manipülasyonun iktidarı başlar ve demokratik muhalefet, bu linç basıncılığı ile mücadele karşısındaki duruşundan ölçülür. 
Almanya'da 60'larda yükselişte olan pogrom gazeteciliğin Türkiye'deki mevcut hedefi Kürtlerdir, böyle bir paralellik rahatlıkla kurulabilir. Ben doğrusu böyle yapılarda, medya gruplarında ahlak diye bir şey aramam. Ancak benim için önemli olan, bu yapının içinde yer alan gazetecinin ahlakı. Son dönemde bazı gazetecilerin işlerini kaybetmiş olmaları, doğrudan basınla ilgili siyasi iktidarca direktiflerin verilmesi, bu yayınların başındakilerin duruşu vs. zaten bu ülkede gazeteciliğin gelmiş olduğu noktayı kanımca yeterince gözler önüne seriyor. 
Tamam, otosansür olayının her zamankinden daha fazla devrede olduğunu tahmin edebiliyorum. Ama son dönemde "içeriden değiştirmeye çalışmak önemli" diyen gazeteciler de oluyor. Doğrusu ben mevcut denge ve koşullar altında bu 'mevzi'lerin bir işe yaradığını çok düşünmüyorum. Bundan ziyade "kardeşim, sonuçta geçimimi sağlamak zorundayım" denmesini daha samimi bulurum. 

Türkiye basını birkaç sert çizgiden oluşuyor. Anaakım dediğimiz basında gedik açmak isteyen yazarlar, muhabirler, gazeteciler ise değil gedik açma bu sert çizgilerin dışına çıkmamak için tam da bu egemen medyanın diliyle yazmak, haber geçmek durumunda kalıyorlar. Mesela "Güneydoğu/Doğu, Kuzey Irak" ve benzeri adlandırmalar egemen basının kırmızı çizgisi. Bu çizgiyi aştıkları için suçlanan, yargılanan yazar-çizer-gazeteci neredeyse yok. ( Vedat Türkali, Beşikçi Hoca, Büşra Hoca, Zarakolu Hoca'yı ve benzer muhalif cepheyi saymıyorum) Bu durumu etik açıdan nasıl değerlendirirsiniz?
Bana göre bu adlandırmalar o kadar da önemli değil. Ama tabii enteresan bir durum; mesela geçenlerde Neşe Düzel'in Selahattin Demirtaş ile söyleşisinde '"PKK'yı" yazıldı, oysa eminim Demirtaş "PKK'yi" demiştir. Ancak Neşe hanım yeterince dikkatle davranmamış olacak ki, "KCK'yi" "KCK'yı"şeklinde değiştirmeyi unutmuş. 
Türkiye'de gazetecilik mesleğinin çok enteresan bir şekilde bu mesleği özüne layık bir şekilde icraat etmeyen/edemeyenler tarafından (bahsettiğimiz bu sert çizgilerden dolayı) çok yüceltildiğine tanık olabiliyoruz. Mesela geçenlerde etnik olarak Kürt olan ve bir ana akım gazetesinde çalışan bir gazeteci, Amed'deki Newroz eylemlerini izlemeye gitti. Çıkan haberi görsen, berbat. Sonra "benim yazdıklarımı çıkardılar" dedi. Olabilir de, bu konuda bir şey diyemem. Ama hem kendin sansürden söz edeceksin hem de gazeteciliği çok idealize edeceksin. Burada ters olan bir şey yok mu? Etikten söz edeceksek, gazetecinin etiğini de konuşmalıyız. Ve gazeteci derken çok da o bilindik silahşörleri kastetmiyorum. 

Ben Türk basınında yuvalanmış "görevli" yazarların, gazetecilerin, muhabirlerin bilgisiz ve donanımsız olduklarını da düşünüyorum. Bu durum ikiyüzlülükle birleşince karşımıza daha kötürüm bir durum çıkıyor. Mesela Reşadiye ve Silvan saldırılarını işleme tarzlarını örneklemek istiyorum. Normalde bu tip savaşlarda örgütlerin savaşma tarzını bilenler "örgütün merkezden, somut bir hedefi göstererek eylem talimatı vermeyeceğini de bilirler. Örgüt döneme dair taktik belirler ona göre yerel birimlerine "sızma, kuşatma, pusu, sabotaj vs." gibi genel talimatlar verir. Yerel birimler de bu taktiklere uygun eylem yaparlar. Oysa sözünü ettiğim saldırılar sanki merkezden planlanmış gibi yansıtıldı.(Barış girişimlerini Kürt tarafının sabote ettiği kirliliği oluşturuldu.) Kürt basını da bu duruma bir açıklık getirmedi. Egemenlerin bu kirli propagandasına karşı alternatif dil olarak ne önerirsiniz? 
Medya üzerinden psikolojik bir savaşın yürütüldüğü açık. Hatta son yıllarda bu konuda ana akıma biçilen misyonun niteliğinde bir değişimin olduğunu da düşünüyorum. 90'lı yıllarda daha ikincil iken, bugün birincil bir konumda. Artık sadece aklayan, üstünü kapatmaya çalışan, manipüle eden değil, bizzat hedef gösterendir de. Kürt basının bu psikolojik savaşa ne kadar karşılık ver(ebil)diği, bu konuda kendi dilini, yöntemlerini, tarzını ne kadar oluşturabildiği ayrı bir tartışma konusudur. Bence bahsettiğin somut iki olay hakkında aslında net bilgiler verildi Kürt basınında. Ancak nihayetinde bunlar çok bilinçli çarpıtılan olaylardı. Dolayısıyla mesele sadece doğruları ifade etmek değil, bu gerçeklerin kendi okur kitlenin dışına da ulaşmasını sağlamak. Kürt basını olarak henüz böyle bir iddia ile hareket ettiğimizi düşünmüyorum. 

Ezgi Başaran diye bir gazeteci var, Radikal'den... Almanya'da bir kitapta yer alan Kürdistan haritasını "PKK propagandası" diye haber geçmişti. Anaakım Türk medyasındaki düzey ve omurga bu. Yine Taraf'tan birkaç geveze yazarın "gerçeği eğip bükmesi" metoduyla bu savaşta devleti aklama girişimleri var. Bu "tipik egemen aklı" hakkında neler söylersiniz?
Direkt isim vererek sorduğun için; ben Ezgi Başaran'ın kötü niyetli bir gazeteci olduğunu düşünmüyorum ama egemen ulus zihniyeti kanımca kendilerini daha 'olumlu' bir pozisyonda görenler tarafından çok iyi sorgulanıp aşılmalı. O diğer kalemşörler kendilerine her ne kadar gazeteci veya köşe yazarı deseler de, kirli bir savaşın bizzat tarafı olmayı seçtiler. Bilmiyorum, nedense herkesin hak ettiğini bulacağına inanıyorum. Ondan dolayı onlara ilişkin bir şey söylemeye gerek duymuyorum. 

Roj TV'nin kapanması Türk medyasında kimseye dert olmadı. Olduysa da ben fark etmedim. Radikal'den Pınar Öğünç sanırım değinmişti ve karşı pozisyon almıştı. Onun dışındakilerin olaya bakışı tümden devlet aklınca. Özgür basın adına hareket ettiğini savunanlar bile sus pus olmuştu. Bianet bile bu saldırıya değinmemek için çabalıyordu. Dünyadaki özgür basın anlayışı hakkında bilgi verir misiniz? Sınırları var mı? 
Özgür basın kelimesinin çok kirletildiğini, asıl anlamından uzaklaştırıldığını düşünüyorum. Sürekli basın özgürlüğünden bahsedilir ancak bu özgürlük sadece kaba anlamda bir sansürün yokluğundan mı ibaret? Dolayısıyla hangi ve kimlerin özgürlüğü diye sorgulanması gerektiği inancındayım. Birincisi bu. 
İkincisi; ben basın konusunda çok idealist bir bakış açısına sahip değilim, bir mücadele alanı olarak görüyorum. Bu, basın tarihinin her anında her yerde böyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Hani ben iletişim okuyup idealist hocalardan eğitim alan biri de değilim. 8 yıl önce bu işe başladığımda gazetecilik hakkında tek bir şey bilmediğim gibi, yazdığım her bozuk cümle üç elden geçiyordu düzgün hale getirilinceye kadar. Alternatif basın terimini de çok benimsemiyorum çünkü bir şeye alternatif geliştirme derdinde değiliz; başka bir gazeteciliktir bizim yaptığımız. 
Roj TV'den söz ettin, sana bir örnek vereyim. Çalıştığım gazete Özgür Politika, 2005 yılında büyük bir polis operasyonu ile kapatıldı. Ardından mahkemeyi kazandık ama bir kere kriminalize edilmiştik. Daha sonra yayına başlayan Yeni Özgür Politika gazetesine karşı Türk konsolosluğun istemi doğrultusuna soruşturma açılmıştı. Gerekçesi, 'yasak sembollerin' yayınlanması. Sen bir kuruluşun açıklamasını yayınladığında, söz konusu kuruluşun amblemine mizanpaj kapsamında yer verebilirsin. Fakat denildi ki, bu amblemi taşıyan örgütler 1993'teki PKK yasağı kapsamında yasaklı olduğundan, amblemin yayınlanması propaganda kapsamına girer. Enteresan olan, hem Türk hem de Alman gazetelerin aynı amblemleri haberlerinde yayınlaması önünde bir sorun yokken, sen yaptığında propaganda kapsamına giriyor. Uluslararası Af Örgütü tarafından insan hakları haftasında basın özgürlüğü ile ilgili düzenlenen bir panel vardı, o panelde bunu ifade ettiğimde, konuşmacılar arasında yer alan çok ünlü bir Alman savaş muhabiri bana PKK'nin ne kadar antidemokratik, totaliter ve terörist bir örgüt olduğunu anlatmaya kalkıştı. Oysa mesele bu değil, mesele basın özgürlüğü idi. Anlatabiliyor muyum? Dünyada hakim olan anlayış budur işte. 

Kürt basını başta Özgür Gündem olmak üzere ANF, DİHA oldukça güçlü bir muhalif çizgi geliştirdi. Çok net ilkeleri de var. Askerler için de "yaşamını yitirmek" terimini kullanıyorlar. Lakin bir de "şehit" terimi var. Bu terim ideolojik dönem, silahlı propaganda dönemi için anlamlıydı. Bir mücadelenin ideolojik haklılığı perçinleniyordu. Fakat artık haklılık gibi bir sorunu yok Kürtlerin. Buna rağmen, bunca politik kazanıma rağmen "kahramanlık ve şehitlik" üstünden yaratılan argüman arkaik kalmıyor mu? Mazlum Doğan, Masum Korkmaz o kahramanlığı, o gücü, o haklılığı kanıtladılar da... Artık bu savaşta yaşamını yitirenlerin haklılığına uluslararası ve Türk kamuoyu da inandırılmalı. Kürt basını bu konuda güçlü argümanlara sahip mi sizce?
Dikkat edersen Kürt basınında şehit terimi bir kere kullanılmıyor, en azından benim çalıştığım gazetede kullanılmıyor. Fakat nihayetinde bu ünvanlar, mücadele ettikleri hareket  tarafından veriliyor. Ama senin sorundaki argümentasyonu ilginç buldum. Niyetinin o olmadığını biliyorum fakat dikkat edersen günümüz egemen sistem, sonsuzluğunu bazı olguların 'arkaikliği' üzerinden iddia ediyor. Bu olguların başında ideoloji geliyor. Türkiye'de durum nasıl bilmiyorum, ama Batı'da ideoloji kelimesi artık çok olumsuz bir anlam ile yüklü. İdeolojilerin zamanı geçtiği iddia edilir, fakat bu iddianın - daha doğrusu çarpıtmanın - sahibi de egemen liberal ideoloji. Diğer yandan bence Türk kamuoyunun inandırılması gereken öncelikli şey, kendi kayıpları ile ilgili. 'Vatan sağ olsun' olayının koca bir yalan olduğuna inandırılmalılar. Bunu Kürt basını ne kadar yapabilir? 

Kürt kadınları 10-15 yıl öncesine göre kıyaslandığında devrimsel aşama kaydetmişlerdir. Tabi çatışma pozisyonu olduğu için sosyal devrimi gözlemleme imkanımız da zayıf aklıyor. Ama hem politik hem zihinsel anlamda artık öğretici pozisyonda. Üstelik bu gelişmişliklerini tümden mücadele içindeki deneyim ve teorik ortamlara borçlular. Türk okul ve zihin dünyasından uzaklaştıkları oranda bu devrimi görünür kıldılar. Siz bu konuda neler eklemek istersiniz?
Bunu bence Türk okul ve zihin dünyası ile bağlantılandırmak çok yerinde değil, çok kuzey endeksli bir bakış açısı olur bu. Oysa Kürt kadın hareketi, Kürdistan'ın tümünde ve Avrupa'da da özgün yapılara sahip. Kuşkusuz hala ciddi sorun ve eksiklikleri var ama hem kitle gücü hem de ideolojik açıdan dünyada eşi görülmemiş bir hareket olduğunu düşünüyorum. Son 4-5 yılda toplum içinde kampanyalar ile toplumsal dönüşümü ilerletmeye çalıştı. Mesela bana göre geleneksel namus anlayışına karşı kampanya oldukça güçlüydü, çok tabulaştırılan bir kavramın belli bir düzeyde tartışılmasını sağlayabildiler. 
Kuşkusuz eksiklikleri, zayıf yönleri var. Ancak son 30 yılda - ki aslında 1987 yılında başlıyor - ulaşılan düzeyi ben de devrim niteliğinde buluyorum. Fakat bunun ötesinde insan bazen kendinde olanı çabuk kanıksayabiliyor, hep eksikliklere yoğunlaşınca bazı şeyleri görmeyebiliyor. Bunu bir propaganda olarak söylemiyorum ama örneğin Son Sömürge Kadınlar kitabının yazarı Maria Mies, Kürt kadınlarının geçen sene Almanya'da kadın kırımı ile ilgili düzenlediği bir konferansta konuşmacıydı. Hani Maria Mies gerçekten de son yüzyıl açısından feminist mücadelede önemli bir yere sahip. Kadın, konferanstaki tartışma düzeyinden umut kazandığını ifade etmişti. Mesela kadın kırımı terim olarak ABD ve Latin Amerika'ya ait ancak sınırlı bir kavram, daha çok kadının fiziki kırımı ile sınırlı. Kürt kadın hareketi ise bu kavramı çok daha geniş bir içerikle doldurdu. Bu, ideolojik derinliğinden ileri geliyor. Ancak bu derinlik bazen bir soyutluğa dönüşebiliyor ve bunun sonucu olarak, aşmaya çalıştığın sistemin günlük yaşamdaki ifadelerine karşı etkili ve sonuç alıcı pratik politikalar, projeler geliştiremiyorsun. 
Kürt kadın özgürlük hareketi hakikaten ilginç bir deneyime sahip. Son dönemde Almanya'da kadın ordusu ile ilgili çok enteresan kitaplar da çıktı. Ordulaşma kendi başına çok kapsamlı bir tartışma konusu. Kadın ve silah hep bir çelişki gibi görülüyordu. Bu kısmen aşıldı sanıyorum. Bir de Kürt kadınlarının kendi mücadelelerinin farklı aşamalarını bir ortak tarih haline getirmelerini çok olumlu buluyorum. Zayıflıkları, yetmezlikleri ile yüzleşmede daha cesur buluyorum. Mesela dağ alanı açısından bir döneme damgasını vuran kadınlar arasında sınıf çelişkisi ve mücadelesi bence bütün kadınlar açısından derslerle dolu. Yine sanırım kamuoyunda çok bilinen bir şey değil ama dağdaki gerilla kadınlar, birkaç sene öncesine kadar kendi kamplarında 15-20 kişilik erkek gerilla gruplarını bir seneye varan süreler için eğitime alıyordu. Bu çalışmalardan çıkarılan sonuçlara ilişkin ilginç ve öğretici değerlendirmeler vardı bahsettiğim kitaplarda. 

Öcalan'ın politik tezleri uluslararası ideologlarca takip ediliyor mu, değer görüyor mu? Varsa bu yönlü gözlemlerinizi aktarır mısınız? 
Öncelikle özellikle Batı'da Kürt özgürlük mücadelesinin kriminalize edilmesine paralel olarak Öcalan'a karşı çok ideolojik bir mücadelenin yürütüldüğü, bu bağlamda kamuoyu nezdinde  oldukça negatif bir stereotipin yaratıldığını belirtmek gerekiyor. Mesela 80'lerin sonunda, Mandela henüz tutuklu iken çok ünlü sanatçılar onun özgürlüğü için konserler düzenledi. Bence çok ciddi bir handikap, Öcalan'la ilgili yaratılan o olumsuz imajın yıkılmasına yönelik yeterince çabaların gösterilmeyişi. Bir diğer önemli sorun, İmralı'da kaleme almış olduğu ve politik tezlerini içeren savunmalarının başta İngilizce olmak üzere yabancı dillere çevrilmesi ile ilgili. Bu çeviri işi çok yavaş işliyor, nedenlerine girmek istemiyorum. Köln merkezli Uluslararası Abdullah Öcalan'a Özgürlük, Kürdistan'a Barış İnsiyatifi'nin bu konuda çalışmaları var, broşürler de hazırladılar. Ama bildiğim kadarıyla, manifesto olarak nitelendirilen son üç kitabı henüz yabancı dillere çevrilmemiş. Hal böyle olunca o sözünü ettiğin düşünürler okuyamaz zaten. 
Fakat bu konuda önemli çabalar var. Şubat ayında Hamburg'da üç günlük bir konferans gerçekleştirildi. Bu konferansta Öcalan'ın tezleri dünyanın dört bir yanından gelen aktivistler tarafından değerlendirildi. Hatta Wallerstein yazılı mesaj göndermişti, Negri ise oldukça kapsamlı bir metni yazılı olarak sunmuştu. Benim orada en çok şaşırdığım husus, Öcalan'ın 'demokratik modernite' kavramının hemen hemen herkes tarafından - Wallerstein de buna dahil - sahiplenilmesiydi. Okunduğu oranda çok olumlu tepki verildiği, değer gördüğü kanısındayım ama işte, onun sistem teorisini geniş bir kamuoyuna sunmada ciddi eksiklikler var. Mesela bir ara Email yoluyla Ernesto Laclau ile görüşmüştüm; Öcalan'ın radikal demokrasi konseptinden söz ettiğimde çok şaşırmıştı. 

Kürt arasındaki politik ayrılıkların tarihsel blok anlayışıyla aşılması sizi umutlandırıyor mu? Güneydeki egemen siyaset hala güdük gibi geliyor bana.(Barzani siyaseti) 
Ben ulusal birlik konusunda umutluyum tabii ancak bu politikaların içinin yeterince doldurulmadığı kanısındayım. Bu devlet de zaten Kürdü rahat bırakmıyor ki, biraz kendisiyle uğraşsın... Şaka bir yana da, son dönemde çok sayıda ulusal konferans gerçekleştirildi. Kadınlar, gençler, tabipler, sanatçılar vs. buluştu. Parti ve örgütler arası buluşmalar kadar bunlar da önemli ve daha da geliştirilmeli. Ancak politik ayrılıkların hiçbir zaman tümüyle aşılmayacağını bilmek gerekiyor. Asgari ortak paydalarda buluşulur. Fakat bunun için de karşılıklı güven geliştirilmeli, dayatmacı ve egemen tarzlar terk edilmeli, emek harcanmalı. Güneydeki politikalar eleştirilebilir, sadece PDK açısından değil ama, bir bütün olarak. Ama örneğin kuzey ile bir kıyaslama, Güneyin sosyopolitik realitesi, orada şekillenmiş politika tarzından, yine jeopolitik konstelasyonlar nedeniyle gerçekçi olmaz. 

11 Nisan 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 12

Söyleşilerde bu defa bolşevik bir sosyal ağ kullanıcımız var. https://twitter.com/#!/siempretufan
1. Bolşevizmin ulusal sorunlara bakış açısını özetler misiniz?
 Buna yanıt verirken komünist zemin sitesinde gördüğüm ve sık sık kullandığım cümleleri kullanmak istiyorum. Bence Leninizmin UKM konusunda olması gereken tavrı çok güzel özetliyor. Kürt hareketi, bir başka topluluğun mağduriyeti üzerinden kendini var etmediği ve sistemin bir parçası olmadığı sürece bir haklılar hareketidir ve biz onunla dayanışma içinde olurken herhangi bir şart ileri sürmeyiz. Dolayısıyla da bu mesele Kürtlerin kendi bildikleri gibi çözecekleri bir meseledir. Kürtlere akıl vermek bizim işimiz olmadığı gibi, kendi doğrularımız üzerinden Kürt hareketini yargılamaya ve mahkûm etmeye de kalkışmayız.
2. Henüz bolşevizm-menşevizm ayrışması yokken RSDİP(Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) 2.kongresinde Polonya merkezli ulusal sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldı. Öncelikle Yahudi sosyalistlerden Bund'un Yahudilerin de ulus olarak tanınmasını ve RSDİP'in içinde Rus Yahudiler de olmak üzere parti içinde özerk örgütlenme" istediler. Bu talep kongrede reddedildi. Lenin de bu kongredeydi. Rus sosyalistlere göre ayrı örgütlenme olamazdı. Biliyorsunuz bu tip tartışmaya Türkiye sosyalistleri ve Kürt sosyalistler de 1970'lerde ayrı örgütlenme üzerine yaptılar. TR sosyalistlerinin önemli bir bölümü Rus sosyalistlerinin erken dönem acemilikleriyle karşılaştılar. Bugün de Kürtlerin ayrılma hakkı Türk sosyalistlerce tartışma konusu oluyor. (Sosyalistler örgütlü güç olarak zayıf oldukları için entelektüel nitelikli sosyalistlerden söz ediyorum.)

Burada soru göremedim, onun yerine tebligat mevcut :) Ama sanırım bu konudaki düşüncemi soruyorsun. Önceki cevapta dediğim gibi, bu mesele Kürtlerin kendi bildikleri gibi çözecekleri bir iş. Benim Leninizmden anladığım, ezen ulusun sosyalistleri ezilen ulusu bir arada yaşamaya ikna etmeye çalışmak, fakat ezilen ulus kendi kararını verdikten sonra da bunu ödünsüz bir şekilde savunmaktır.
Aynı parti veya örgüt üzerinden örgütlenme kısmına gelirsek, genelde ulusal mücadele veren örgütler, özelde ise Kürt hareketinin örgütlenme zeminiyle, sosyalist örgütlerin örgütlenme zeminleri bazı yerlerde kesişse de temelde büyük farklılılar göstermekte, Kürt hareketi için acil ve önemli olan konu çok rahat şekilde anlaşılır olan ulusal birlik zeminidir. Bu birliğin içinde kendi burjuvazisinin, veya politik olarak "gerici" tanımlanabilecek grupların olması da gayet normal. Bundan dolayı sorunda bahsettiğin konuyla denk düşmüyor. 

3. 1912 yılındaki viyana toplantısında Menşevik Martov ve tarafsız Trocki Yahudiler ve diğer azınlıklarının toprak esaslı ve kültürel özerklik taleplerini parti programına alınmasını onayladılar. Lenin partinin merkezi gücünün zayıflayacağını bilerek bu çözüme karşı çıktı. Oysa Lenin o dönemde de milliyetçi uyanışların imparatorluklar için devrimci bir girişim olduğunu biliyordu ama partinin geleceği için endişe ediyordu. Diğer yandan 1916'da Roza Lüksemburg ile giriştikleri tartışmada Polonya'nın ayrılma hakkını savunmasına rağmen Polonyalı sosyalistlerin milliyetçilere karşı zayıf kaldığını söyleyebiliriz. Çünkü işçi sınıfı da Polonya'nın bağımsızlığından yanaydı. Başka ulusların kaderlerine yönelik sosyalistlerin sadece ideolojik politik kaygıları onlara "tayin etme" hakkı veriyor mu?

Hayır, her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı vardır, az önce dediğim gibi sosyalistler birarada yaşamı savunmalı fakat ulus kararını verdikten sonra bunu da ödünsüz ve amasız bir şekilde savunmalıdır. 

4. Türk sosyalistler hala bildiri-afiş-pullama dönemlerinden kalma "bedel edebiyatı" yapmayı romantize ediyorlar. Oysa her geçen yıl bilim ve teknoloji devasa örgütlenme ve propaganda imkanı sunuyor. Eskiden bir daktilo alıp bir bildiri yazıp yaymak için birkaç örgütçünün riske girmesi gerekiyordu. Şimdi internetten istediğin site ve hedef kitleye ulaştırabiliyorsun yayınlarını. Bunun devrimciler açısından bir de sınırlı yönü var. Eskiden bir kimse her okuduğu devrimci yayına koşulsuz inanıyordu. Şimdi gençler her bilgiyi kendi algı süreçlerinden geçiriyor. Bu, bile en alttaki örgütçüden en tepedekine kadar inandırıcı teoriler geliştirmesini gerektirmez mi?
Dediğin gibi Türkiye solunun irice bir bölümü halen programatik tartışmalar yerine kendi tarihlerini anlatarak yürütüyorlar tartışmalarını, bu da radikalizm ve bedel ödeme/ödetme üzerinden dönüyor. 80'lerden sonraki çok yoğun kişi sirkülasyonunun nedenlerinden birisi de bu, program üzerinden değil "gaz" üzerinden gelen kitleyi bir müddet sonra tutmak da mümkün olmuyor, ondan dolayı bu tür yapılarda 3 sene sonra, 3 sene önceki kitlenin neredeyse %90'ı değişmiş oluyor. Öte yandan kendi algı süreçlerinden geçirmeleri farklı yönelimlere de neden oluyor, referandum öncesi açılan tozlu sandıklardan çıkan Lenin kitaplarından her yapının farklı sonuçlara ulaşmaları da bunun göstergesi. Yoksa dediğin gibi okuduğumuz kitaplar aynı, bilgi kaynakları aynı iken bunca farklı sosyalist/devrimci yapının çıkması mantıklı değil. Herkes inanmak istediği şekilde yorumluyor, farklı tarihlerde  dönemin şartlarına göre "taktiksel" olarak yapılan analizler ideolojik hat olarak kabul edilebiliyor.


5. TR solu teorik olarak neden bu kadar bağnaz sizce? Mesela Kürt sorununda tartışma yapılırken bile geçmiş deneyimleri sadece entelektüel birikim ve yararlanılması gereken birtakım tarihsel olaylar diye bakma yerine, geçmişi "geleceğe ışık" olarak refere edip korkunç bir tarikat mantığı geliştiriyor. Stalin ya da Trocki'nin ya da Lenin'in fikir dünyasının ötesine de gidemiyor. Mesela Hollanda bağımsızlık bildirisi var 1581 yılında ve modern-sosyalist tezler öncesidir. İspanya kralına sahip oldukları dil-kültür-din ve sosyal hakların doğal olduğuna inanıyorlar ve kralı tanımıyorlar. Sosyalistlerin tarihi ulusların sorunlarında 1900'lerde başlayıp 1945'te bitti mi TR solu açısından?
Ortodoksluk iyidir :) Troçki'nin ya da Lenin'in fikir dünyasının ötesine gidilmesi gerekmiyor, dediğim gibi taktiksel yaklaşımların ideolojik hat olarak benimsenmesi hatalı. Fakat Türkiye solunun büyük bir problemi var, kök aldığı yapılardan en eskisi, TKP kominterne şartsız olarak bağlanmıştı, ve Kürt isyanlarının/katliamlarının en yoğun olduğu zamanlarda, ya bunlar yok gibi davrandı, ya da açıktan Türkiye devletine destek verdi. O tarihlerde tek vazifesi Stalin'in iktidarını meşrulaştırmak olan kominternin bu tutumu bir şekilde işledi Türkiye solunun derinlerine. Ve Doktor Hikmet Kıvılcımlı'yı saymazsak neredeyse TKP tarafından Kürt sorunu yok sayılmakta. Halbuki 1920'de bir taraftan Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı katledilirken, öte yanda Koçgiri katliamı oluyor, yeni kurulacak devlet düşmanlarını belirlemişti daha kurulmadan. Türkiye solu Kürtlere karşı olan bu eksikliğini çok geç bir tarihte, ta 1970'de kapatıyor.
1970'de 4. kongresinde TİP'in programına aldığı ve kapatılmasına neden olan maddeler;
Türkiye İşçi Partisi 4.Büyük Kongresi,

-  Türkiye'nin doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu,
-  Kürt halkı  üzerinde, baştan beri, hakim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen baskı terör ve asimilasyon politikaları uyguladıklarını,
-  Kürt halkının yaşadığı  bölgenin Türkiye'nin öteki bölgelerine oranla geri kalmış olmasının temel nedenlerinden birinin kapitalizmin eşitsiz gelişme kanunlarına ek olarak bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini göz önüne alan hakim sınıf iktidarlarının güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu olduğunu 
-  Bu nedenle 'Doğu sorununu' bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hakim sınıf iktidarlarının şoven-milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun bir uzantısından başka bir şey olmadığını
-  Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün anti-demokratik faşist, baskıcı, şoven milliyetçi akımların amansız düşmanı  olan partimiz tarafından desteklemesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğunu,
-  Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile işçi sınıfının ve onun öncü örgütü Partimiz öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini
-  Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı-milliyetçi şoven burjuva ideolojisinin, partililer, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınlar arasında yerle bir edilmesini sağlamanın, partinin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğunu,
-  Partinin Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını kabul ve ilan eder.

6. Halkevleri ve onun geleneği bugün TR solunun önemli bir kesimi için hala yaygın bir siyasi bağ noktası. 80.yıl kutlanıyor. 80 yıllık halkevleri mirasının önemli bir bölümü kemalist diktatörlük mirasıdır. Bu mirası şenlikli kutlamaya devam ediyorlar. Kemalist diktatörlüğün Kürtler açısından ne ifade ettiğine de biliyorsunuz. Bu durumda Kürtler, nasıl güvensin Türk sosyalistlere? Yine Grup Yorum için Venezuala'da iktidara gelmiş cumhuriyetçi ve onun destekçileri komunistlere selam göndermesi enternasyonalizmken Kürtlerin özgürlük hareketinin hiçbir yapısına selam göndermemesi ne oluyor? Oysa Yorum'a yapılan politik baskıları belki de ANF ve Kürt geleneği basını kadar dile getiren de yok. Öcalan 13 yıldır tecrit şartlarında Grup Yorum hala bir selam göndermedi. Kürtler güvenmeli mi bu anlayışa? Bağımsız Almanya, Bağımsız Türkiye sevdalılarına güvenilir mi? 

Halkevleri geleneği dediğin şey nedir? Halkevlerinin kutladığı 80.yıl benim bildiğim gözlemlediğim kadarıyla (ki bence çok hatalı olsa da) simgesel bir kutlama (ve maalesef o çok kötü tüzüğü de bir yana bırakıyorum), şimdiki Halkevleri 1980'lerin sonlarında, cuntanın baskısının hafifçe kalkmaya başladığı zamanlarda çok sayıda yapının örgütlenme zemini olarak kullandığı bir yapı, süreç içinde yapıların ayrılması ve/veya tasfiyesi ile birlikte şimdiki geleneğe kalıyor. Halkevlerini de yekpare ele almamak gerekiyor, küçük şehirlerde daha "ulusalcı" eğilimler baskınken, metropollerde daha solda durmakta. Kürtlerle Halkevcilerin karşılaştığı zeminler metropoller ve üniversiteler, en basitinden daha bu hafta İstanbul Üniversitesinde, geçen hafta DTCF'de omuz omuza faşistlere karşı çatışmış yapıların birbirlerine çok uzak gösterilmeleri doğru değil, benim görebildiğim kadarıyla, Halkevlerinin ne söylemlerinde, ne yayınlarında Kürt hareketine bir saldırı görmedim. Silopi karşılamasına yönetici düzeyinde katıldılar, KCK operasyonlarına, Newroza vs. katıldılar. Daha bugün 2 kolektif üyesi Newroz eylemleri nedeniyle gözaltına alındılar. Sadece onlar değil, bugün çok sayıda farklı örgütlerden sosyalistler Newroz eylemleri nedeniyle gözaltına alındı, Kürt gençlerinin bir bölümünün ciddiye almadığı bu yakınlıktan devletin rahatsız olması ve sürekli operasyonlarla uzaklaştırmaya çalışması da ilginç. Benim gördüğüm/algıladığım kadarıyla Kürt hareketiyle arasına mesafe koymaya çalışan iki yapı var, işin aslı sadece Kürt hareketi değil bütün yapılarla aralarına mesafe koyuyorlar. Grup Yorum bu yapılardan birisinin müzik grubu şeklinde uzun süredir. O yapının politik hattının savunmasını yapmam. Fakat Kürt hareketinin kayıtsız şartsız yanında olandan, arasına hiç mesafe koymayan onlarca sosyalist yapı varken bu iki yapı üzerinden  Türkiyeli sosyalistlerin tamamının eleştirilmesi beni üzüyor.

7. Demokratik özerklik sizce nedir? Bu bir siyasi statüyse TR sosyalistlerinin olanca gücüyle bunu desteklemesi gerekmez mi? 

Demokratik özerklikle ilgili DTK'nın yeterince açıklaması var. Türkiye sosyalistleri Kürt halkının temsilcisi olarak hangi yapıpyı kabul etmektedir? Ben DTK'yı kabul ediyorum, ondan dolayı destekliyorum, sosyalistlerin kabul etmeleri gereken de budur bana göre.

8. TR'de anladığım kadarıyla Trockizm de artık bir tabu haline geldi. Tüm yetersizlikleri, günahları Trocki fikriyle aşmak tabusu var gibi. Katılır mısınız? Ben Kürt Trockistim dedim en az twitterden 10 solcu bana Kürt milliyetçisi dedi. Bu mudur?

Bu yeni birşey değil ki? çok eski değil, nredeyse 90'ların sonuna kadar Troçkizm küfür yerine kullanılıyordu. Bu sadece Türkiye'ye özgü bir durumda değil bu sıralar twitterda kullandığım avatar 30'larda SSCB'de yayınlanmış bir kitabın kapağı. İşin bana tuhaf gelen kısmı, Stalin'in tam kontrolündeki Komintern'in Kürt isyanları/katliamlarındaki tavrı ortadayken, halen Stalinist Kürt bulunması.

9. Çözüm öneriniz var mı varsa nedir?

Yine birinci cevabıma dönüyorum. Kürt hareketi, bir başka topluluğun mağduriyeti üzerinden kendini var etmediği ve sistemin bir parçası olmadığı sürece bir haklılar hareketidir ve biz onunla dayanışma içinde olurken herhangi bir şart ileri sürmeyiz.Dolayısıyla da bu mesele Kürtlerin kendi bildikleri gibi. çözecekleri bir meseledir. Kürtlere akıl vermek bizim işimiz olmadığı gibi, kendi doğrularımız üzerinden Kürt hareketini yargılamaya ve mahkûm etmeye de kalkışmayız.

9 Nisan 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 11

Söyleşi konuğum https://twitter.com/#!/cravanart kendisi Avrupa'da. Uzun zamandan beri sosyal ağlar üzerinden tanışıklığım olan bir arkadaş. Dikkatle okunduğunda sol teorinin neden değişim ve gelişim göstermesi gerektiği konusunda ikna edicidir. Marxist bir arkadaşımızdır. 

1. Avrupa'dan Kürtlerin devletle yaşadıkları sorunlar nasıl görünüyor? Liberal demokrasilerde bu tip sorunlarının tarihsel bağlamıyla ortaya konduğunu biliyorum. Bir ara Tarihte Özgürlük Bildirilerini okumuştum çok etkilenmiştim. Bugün hem sosyalistlere hem demokratlara yeni gelen birçok hak talebi bir bakıyoruz 1300'lü yıllarda çatı çatır mücadele edilerek kazanılmıştır. Kürtler, hak talep ederken böyle bir tarihsel arka plan argümanını yeterice kullanıyorlar mı? Ya da kullanmalılar mı? 
   Öncelikle liberal demokrasiler derken günümüzde yekpare bir liberal demokrasi kavramından bahsetmeye pek meyilli olmadığımı belirtmek istiyorum. Sonuçta özellikle Avrupa’da 2. Dünya savaşından sonra oturmuş bazı siyasi normlar olsa da günümüzde bunların çoklukla beylik sözlere indirgenip pratiklerinin sürekli yeniden tanımlandığına şahit olabiliyoruz. Misal ırkçılık hodbin bir biyolojizmden çıkartılarak kültürel ırkçılığa doğru biçimlendiriliyor, buradan da “entegrasyon” gibi içi her türlü doldurulan bir kavramla legitimize ediliyor. Dolayısıyla tarihsel manada bildiğimiz şekliyle belli ideal prensipler doğrultusunda işleyen bir liberalizm bugün çok ufak bazı entelektüel çevreleri saymazsak Avrupa’da da yok. Ondan geriye kalan şey tamamıyla Real politik ve buna göre bugün Kürt meselesi Türkiye’ye karşı bir manevra gerektiğinde masaya sürülecek, Türkiye ile olumlu ilişkiler gerektiren zamanlarda da hasıraltı edilip hoş görülecek bir durum. Avrupa’nın liberal demokrasilerinde bir Kürt göçmenin durumu da buna tekabül eder. Kaşınacak yara arandığında yurtlarından kaçmak zorunda kalan mazlum Kürt göçmenler tematize edilir, ertesi gün de topluca göçmen/yabancı düşmanlığı yapılırken aynı Kürt ayrımcılığa uğrar, hatta bu sefer “Türk” sayılarak ayrımcılığa uğrar. Bu açıdan Avrupa’daki bugünün “liberal” demokrasilerine ve onların liberal değerleri temsil etmesine dayanarak Kürt sorununa bir çözüm aramak çok verimli olmayacaktır. Bunun yakın örnekleri son birkaç yıldaki pek çok sınır ötesi operasyonda Avrupa’nın dudak büker gibi yapması oldu. Çok iyi hatırlıyorum, bu dönemlerde özellikle almanca başında doğru düzgün haber bile yapılmamış, sadece Türkiye’nin kuzey Irak’ı bombaladığına dair birkaç haber çıkmıştı. Hülasa, Kürt sorununun çözülmemesi maalesef hem içerde hem dışarıda, askerinden, popülist siyasetçisine pek çok tarafın işine gelen, pek çok bireyin ve hareketin yeri gelince ekmek yediği, diplomatik manevra sahası bulduğu bir durum. Avrupa demokrasilerinden bir ders alınacaksa bu ders tarihsel federalizm dersi olmalıdır ki, bundan öğrenilecek çok şey var.
    Kürtlerin elbette mücadelelerinde tarihsel arka plan argümanını kullanmadıklarını söyleyemeyiz. En azından şahsen liberal devrimlerin kredosu olan “halkların kendi kaderini tayin hakkı”ndan dem vurulduğuna çokça şahit olmuşumdur. Gelgelelim artık erken kapitalist dönemde yaşamadığımız için kader tayin etmenin parametreleri ortak dil konuşan ve aşağı yukarı aynı kültürel arka planı paylaşan insanların bir araya gelmeleri, bir bayrak dikmeleri ve dış dünyayla şöyle böyle ilişki yürütebilen bir tüccar/zanaatkâr sınıfı yaratmış olmalarından çok daha fazla. Bugünün bilgi ekonomisi dünyasında  kendi kaderini tayin edebilmenin yolu “dengeli” dağılıma sahip bir insan kapitali yaratmaktan, kalifiye işgücüne, buna mukabil üretim altyapısına sahip olmak ve “bilgi üretmekten” geçiyor. Bu bağlamda Türkiye zaten kendisi kendi kaderini tayin edebilecek olgunluğa erişmiş bir ülke değil. Ondan doğacak bir “bağımsız” Kürdistan’ın durumu da doğal olarak daha kötü görünüyor. Bunun dışında Kürt siyasetinin kanımca şu anda en ciddi problemi “konfederasyonalizm” kavramını farklı anlaşılmalara yer bırakmayacak şekilde tanımlayamamak. Bunun altında elbette Kürt siyasi hareketinin de heterojen olması ve henüz kendi içinde bir tanım üzerinde karar kılmamış olması yatıyordur ki bunu ayıplamıyorum. Gelgelelim konfederasyonalizm kavramı tarihsel olarak içinde bir “dış siyaset dâhil” otonomi barındırdığı için şahsen bu modeli, tarihsel anlamı içinde şu durum için çok gerçekçi görmüyorum ve acaba federasyonalizm mi demek istiyorlar diye düşündüğüm oluyor, herhalde kürt siyaseti içinde de bunu böyle tartışanlar vardır. Ek olarak bu “tanımlayamama” durumu bir iletişim problemi yaratıyor. Çok basit bir pazarlama kriteriyle ifade etmem gerekirse: pazara sürdüğünüz ürün ne kadar iyi olursa olsun, alıcı nazarındaki başarısı sizin iletişim başarınıza endekslidir. Bu minvalde, ürünün satılması gereken tüketici kitlesi, Türkiye toplumunun tamamı oluyor. Sonuçta eğer ki barışçı çözüm hedefleniyorsa bu ikna ile olacaktır, silahlar siyaseti bir yere kadar götürür ama sonuçlandırmak sözcüklerin işidir. Eğer Türkiye toplumu, ya da en azından kendini “Türk” tabir eden kitleye bu fikir anlaşılabilir ve bütünlüklü, çelişkisiz biçimde pazarlanmadığı sürece Kürt sorununun herhangi bir şekilde çözülebileceğini sanmıyorum. Bunun için de önce Kürt siyasetinin kendi içinde bir dil ve iletişim siyaseti üzerine uzlaşıp yekpare bir tanım yapabilmesi gerekiyor. Kürt siyaseti bu alanda bir boşluk bıraktığı sürece sağ popülist siyasi rakipler daima bunu istismar edeceklerdir. Bu kaçınılmaz. Buna karşı durabilmenin de yolu da öncelikle tutarlı tanımlamalar ve iletişimden, sonra da senin soruda bahsettiğin “tarihsel” argümanları “doğru” biçimde kullanmaktan geçiyor. Federal bir sistem isteniyorsa federalizmin tarihsel argümanlarına dayanılarak, tarihten ve bugünden örnekler verilerek bu fikir “pazarlanmalıdır”. Yeri gelince Çanakkale, yeri gelince Kurtuluş Savaşı sahiplenilerek, popülist ile onun arenasında boğuşmayı kabullenerek, Osmanlı’nın çöküş döneminde kendiliğinden Balkanlar’da oluşmaya başlayan federalizmi şiddetle bastırmış olan İttihatçı ideolojinin (Troçki’nin Balkan Savaşları eseri bu konuda iyi bir referanstır) içinde yer edinme çabalarıyla olacak bir iş değil yani.
2. Kapitalist sistem kendisine karşı savaşma hedefi koyan sosyalizm, anarşizm hatta sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluşçu öğretiyi kendi hizmetinde kullanacak bir mekanizmaya dönüştürdü. Mesela Arapların kapitalist demokrasilerden aldığı destek, yine reel sosyalist diktatörlüklerin özgürlükçü hedeflerle paramparça edilmesi gibi... Öcalan da tam bu noktada sosyalizmin de ulus-devlet şeklinde örgütlendiğine dair güçlü tespitleri var. Bunun adına kapitalist modernitenin zaferi diyor Öcalan. Kendisinin alternatifi ise ulus-devleti reddederek demokratik toplumcu bir mücadele biçimi geliştirmek... Radikal de olabilir reformist de ama bir mücadele bir alternatif var. Öcalan'în bu yaklaşımlarını gerçekçi buluyor musunuz?
Öcalan’ın bu stratejisinin sadece gerçekçi değil tam da gereken vizyon olduğunu düşünüyorum. Türkiye’yi düze çıkaracağına inandığım model, çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli, devlet yapısı desantralize olmuş, iç işlerinde çok büyük ölçüde otonomlaşmış şehir meclisleri tarafından yerel idare edilen, ordusu gönüllü milis ve profesyonel asker hibrid modelinde örgütlenmiş, her köşesinde her dilin konuşulduğu ve ilköğretimden itibaren öğrenilebildiği, doğrudan demokrasinin lokal ve federal ölçekte son karar mekanizmasını temsil ettiği bir demokratik toplum modelidir. Gelgelelim Kürt siyasi hareketi kendi anatomisini göz önünde bulundurursak (merkezden yönetilen ve hiyerarşik) böyle bir modele kendisi ne kadar hazırdır, bu da sorulması gereken bir soru.
3. Bir önceki soruyla bağlantılı olarak Türkiye'deki durumu ele alabilir miyiz? AKP'nin yüzyıllık statükoya en azından argüman olarak karşı çıkması, birtakım yapısal değişim hedefleri solu bir anda afallattı. Sol ciddi bir teorik krizle karşı karşıya kalmadı sadece, pratikte de nelere nasıl karşı çıkacağını şaşırır oldu. Kürtlerin demokratikleşme ve özgürleşme çabalarına da ancak 1930 model devletçi sosyalist pencereden bakabildi. Solun bu üretkensizliğini neye bağlıyorsunuz? (Genelde Türk rejimi özelde Kürt sorunu çerçevesinde, çok genel bir soru olduğundan parantezi açtım.) 
Solun yaşadığı bu problemler aslında salt Türkiye’ye özgü değil. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte tüm dünyada sol ciddi şekilde geriledi ve gerek teorik gerek pratik düzeyde ciddi bir bunalım dönemine girdi. Gelgelelim bunun Türkiye’deki tezahürü misal bir Batı Avrupa’daki sol örnekten çok daha trajik durumda. Batı Avrupa’daki solu neoliberalizm ile uzlaşmak ile veya orta yol aramak ile eleştirebiliriz, kitlelerden kopmak ile yahut İngiliz argosundan bir deyim ile ifade etmek gerekirse “şampanya sosyalisti” olmak ile eleştirebiliriz. Bunlar kısmen hamasi olabilmekle birlikte büyük ölçüde doğru eleştiriler olurlar (neden kısmen hamasi olduklarını modern kapitalizm üzerine başka bir söyleşiye saklayalım ). Genel manada da ise Batı Avrupa’da solu kıskacına alan problem siyaset yapma inisiyatifini kaybetmek oldu. Bugün baktığımızda aktif siyaseti merkez sağ veya milliyetçi popülist partiler yapmakta, sol partiler de genelde bunları “ayıplayan” karşı manevralar ile var olmaktalar.
       Doğu Avrupa ve Türkiye özeline dönersek daha farklı ve daha hazin bir tabloyla karşılaşıyoruz. Öncelikle eski doğu bloğunun tamamında Sovyetlerin çöküşünden sonra komünist parti kadro ve kitlelerinin nasyonalizme transfer olduğu gerçeği var. Rusya’daki 2006’da kapanan Rodina gibi partiler bu konuda iyi örnekler teşkil ediyorlar. Türkiye’de ise gerek Sovyet geleneğine yakın duran ve dolayısıyla tarihsel olarak hep devletçi bir tona sahip olmuş hareketler hem de üçüncü dünyacılık dediğimiz çizgideki hareketler bu süreçten sonra ciddi anlamda bocaladılar. Aslında Sovyetçi geleneğe yakın olanlar bu sürecin sonunda doğu bloğunun yok olmasıyla doğan boşluktan ötürü üçüncü dünyacılık çizgisine yaklaşmış olduklarını düşünüyorum. Bu minvalde gelişmiş batı kapitalizmini temsil eden her şey “emperyalist” ve düşman, bunun dışında kalan her şey, tüm kirine ve pisine rağmen anti-emperyalist bir doğal müttefik olarak algılanır oldu ki bu noktada Türkiye’deki sol hareketler ile eski Sovyet ülkelerindeki bugünün sol-nasyonalist hareketleri birleşiyor. Kimisi bunu hodbin ırkçı söylemlerden çekinmeden yapıyor, kimisi de Kemalizm’in sularında utangaç biçimde yüzerek yapıyor. Bu tarifin dışında kalanların çok ufak bir azınlık olduğunu düşünüyorum. Gerçi zaten “sol” içine her bir fraksiyonu kattığımızda da çok ufak bir azınlık. Solun bu üretkensizliğinin altında yatan sebepler yukarıda saydığım şeyler oluyor. Milli-Merkezi Devletçilik zihniyetindekiler ile kırsalcılık arasında bölüşülmüş bir sol gelenek var Türkiye’de. Eh kırsalcılık zaten tarihsel olarak sağ popülizmin uzmanlık alanıdır, oradan bir kitleselleşme çıkamadı tabiatıyla. Bunun üzerine merkez sağ bir de kentli yoksulları ve kentli orta sınıfı örgütlemeye el atıp, taşrayı bile bu orta sınıf minvalinde örgütlemeye başlayınca zaten ciddi bir boşluğa düşmüş olan sol siyasetin tümden saf dışı kalması çok garip gelmiyor. Buna bir de “teoriyi pratik gerçekliğe göre düzenlemek” değil “pratiği yalanlayarak kendi teorisine sığdırmaya çalışma” alışkanlığı da eklenince ortaya çıkan sonucun ara sıra birbirini döven en fazla biner üyeli mahalle dernekleri minvalinde bir sol siyaset olmasına şaşırmamak gerek. Bu şartlar altında daha önceleri çokça dediğim gibi hangi fraksiyon olursa olsun, her sol hareketin var olabilmek için Kürt Sorunu’na ve Kürt siyasi hareketine ihtiyacı var. Zira kendileri kitle hareketi değiller ve eklemlenerek kitlesizliklerinin, hasılı siyasetsizliklerinin üstünü örtmenin en geçerli yolu bu. CHP veya şahsi özelinde Kılıçdaroğlu’ndan SOL UMUT yaratma zevzekliğine düşenlere hiç girmeyelim zaten.
4. Öyle görünüyor ki Türk hükümetinin artık somut olarak Kürt sorununa bakış açısı Ortadoğudaki genel sorunların bir parçası oldu. Türkiye'de bazı AKP yanlısı köşe yazarları AKP'nin Suriye siyasetini desteklerken PKK'nin bu süreçten kazançlı çıkma hesaplarını BAAS'a yakın ideolojik politik argümanla açıklamaya çalışıyorlar. Bunun reel teorik siyasette bir karşılığı var mı? Mesela Suriye'nin Kürtlerle zımni uzlaşmasını PKK'nin gizli anlaşması olarak yorumladılar. 

Ben PKK’nın Esad rejimi ile uzlaşmasını “ahlaki” bir siyaset olarak nitelemesem de realpolitik bağlamında buna gene de anlayışla yaklaşabiliyorum. Daha önceleri çokça belirttiğim üzere, PKK de jure bir devlet olmasa bile, de facto bir devlet. Buna mukabil pek çok konuda (totaliter) bir devletin reflekslerini gösterdiği de oluyor. Öte yandan de jure bir devlet olmaması, Kürt hareketinin ve Kürt haklının genel manada her daim ciddi bir tehdit altında olduğu gerçeğini içinde taşıyor. Özetle, PKK’nın Esad’a yaklaşması oportünistçe ve gayri-ahlaki gelebilir ama bunu belli bir çerçeveden bakarak bir nebze moralize edebiliyorum. PKK örneğin Rusya veya İran gibi de jure bir devlet olsa, sürekli bir varlık tehdidi altında mücadele etmese sanırım bu hoşgörüyü de göstermezdim. Öte yandan, bu sebeplerden ötürü PKK ile BAAS’ı ideolojik ikizler olarak göstererek Esad üzerinden PKK’ya vurmayı da ahlaki ve rasyonel bulmuyorum.

5. Türk basınında Kürtlerin demokratikleşme ve özgürlük talepleriyle devletin savaşında barışçıl-liberter ya da barışçıl-sosyalist olarak sizi umutlandıran yayınlar ya da kişilikler var mı? Varsa temel problemleri nedir, çözüm teorileri nedir?

Türkiye basınını özellikle son aylar itibariyle pek takip etmemeye başladım. “Sol” başını zaten ara sıra Evrensel’i açıp orada yazan 1-2 arkadaşım ne yazmış diye bakmak ve dalga geçecek “utangaç ulusalcı” malzemesi aramak için BirGün’ün ınternet sitesine bakmak dışında takip etmiyorum. Bunun dışında liberal başında içtenlikle “demokratikleşme ve özgürlük” talebine sahip olduğunu düşündüğüm insanlar var. Taraf gazetesini bu açıdan genel manada beğeniyorum (haber yapış tarzında çok eksikleri, gedikleri oluyor, bu kesin). Gelgelelim benim liberal başında genel olarak gördüğüm en büyük problem “Derin PKK” temasına fazlaca takmış olmaları. Bu demek değil ki PKK içinde bir derin örgütlenme olamaz. Sonuçta yukarıda dediğimiz gibi PKK dev bir örgüt ve de facto bir devlet. O yüzden, elbette bunun içine sızan ajan da olur, bunun içinde birtakım özel ajandalar peşinde gruplaşmalar da olabilir. olmaz demek bana oldukça mantıksız geliyor. Fakat buradan yola çıkarak da Kürt Sorunu’nun çözümü bağlamında doğru gitmeyen her şeyi Derin PKK ve onun Türk kontrgerillası ile ilişkilerine bağlama eğilimini gerçekçi bulmuyorum, dolayısıyla yapıcı da değil. Türkiye’nin siyasi kültürüne son birkaç yüzyılda sirayet etmiş bazı problemleri dönüp dolaşıp “sadece” 80 yıllık Kemalist rejimle açıklama eğilimi gibi bir hata bu da.
6. Ben yeni hükumetin Kürt sorununa bakış açısını biraz Mussolini'nin 1922 yılının o meşhur Roma yürüyüşündeki tutumuna benzetiyorum.( Burada espri yapabilirsin, 1922 yılının 29 Ekimi'nde İtalya'nın en genç başbakanı oldu-Ata'mızla aziz hatıra denebilir)  Hatırlarsan önce Kral'ı ve liberalleri Komünistlerin iktidarıyla korkuttu. 1925'te de liberalleri saf dışı bıraktı. 1928'de merkez sağcılığı tasfiye etti. 1929'da İtalya Devleti ile kilise arasında imzalanan Patti Lateranensi antlaşmasıyla  meclisi feshetti. Ben hala AKP hükümeti içindeki güvenlikçi kanadın 1929'daki bu hayali canlı tuttuğuna inanıyorum. Bu arada Avrupa'nın en liberal yayın yönetmenlerinden Luigi Albertini, Corriera De La Serra'dan emekli edildi. En büyük pişmanlığı 1922 hükümetine destek vermesi olmuş. (Ahmet Altan'a gönderdim bu pası) Senden de bir bağ kurmanı isteyebilir miyim?
AKP’nin içindeki belli çevrelerin böyle bir hayali olması bana hiç gerçek dışı gelmiyor. Şahsen, dünyanın neresinde olduğundan bağımsız, hegemonyal siyaset içinde yer alan her partinin içinde böyle bir kesim olduğunu ve olacağını düşünüyorum. AKP’nin siyaseten özellikle son 1 yıl zarfında tümden şirazesinin bozulmasının altında ise parti içindeki bu tür kesimlerin güç kazanmasından ziyade AKP iktidarına asıl liberal oryantasyonu veren AB’nin içine düştüğü ekonomik ve kimliksel kaosun yattığını düşünüyorum. Açıkçası bugüne kadar geçen sürede iki taraf da (AKP ve AB) birbirlerine bayıldıkları için bir ittifak halinde zaten değillerdi. Şu geldiği noktada AKP karşısındaki pratik “muhalefetsizlik” gerçeği ve TSK’yı ehlileştirmesi, hasılı devlet aygıtlarına tam manasıyla hakim olabilmesiyle artık içerideki iktidarını gayri-meşru müdahalelere karşı savunabilmek için bir AB’ye ihtiyaç duymuyor. AB’nin de şu içinde bulunduğu durumda AKP hükümetine, şunu yap, bunu yapma diyecek mecali yok. AKP elbette bunu kendi kitlesine Türkiye’nin süper güç olduğu şeklinde pazarlayarak yüzyıllardır yerleşmiş bazı milliyetçi aşağılık komplekslerini kaşıyacaktır. Bu beni şaşırtmıyor. Ama bir gerçek de şu ki, AB geldiği noktada yüzeysel bir kafa acısından Türkiye için bir rol modeli olma işlevini oldukça yitirmiş durumda. Toplumun geneli de yüzeysel baktığı için AKP’nin bu kontrol boşluğunu fütursuzca istismar etmesi durumu görüyorum. Dürüst olmam gerekirse AKP’nin Suriye siyaseti sebebiyle son zamanlarda İran’la mesafelileşmesini bu manada olumlu buluyorum.
    AKP’ye destek verdiği için pişman olacak gazeteciler dersek, aklıma son dönemde oldukça ciddi hayal kırıklıkları yaşayan liberal kanattan bazı isimler elbet geliyor. Özellikle Ahmet Altan’ın “milletin yiğidiydin, devletin falancası oldun” minvalindeki çıkışı kafamda oldukça aktüel. Bu manzarada beni üzen şu ki, bu insanlar AKP ölçeğinde “büyük” siyaset yapan bir partiden idealist tutumlar bekleme hatasına düşmüşler. Oysa bu ölçekteki siyaset yapan her parti içinde yaşadığımız “bu dünyada” kaçınılmaz olarak real politik yapar ve yapacaktır. Bu yüzden yıllardır sosyal medya’da “AKP bir tramvaydır, gidilecek yere varılınca inilir” diye istihza eder dururum ama bir yandan da pek ciddiyimdir. Ana akım siyaset ve siyasi partilere sağlıklı yaklaşımın ancak bu pragmatizmle mümkün olduğunu düşünüyorum. AKP yeni bir kalkışma olarak belli bir krediyi hak ediyordu, çoğunu tüketti ama komik biçimde (bu Türkiye’nin siyasi raşitizminden kaynaklanıyor) hala tek geçerli reel siyasi alternatif.

7. KCK operasyonlarının siyasi operasyonlar olduğunu düşünüyor musunuz? Newroz direnci bu operasyonlara cevap oldu mu?
Evet, şahsen KCK operasyonlarının siyasi operasyonlar olduğunu düşünüyorum. Newroz direnci de herhalde buna bir cevap “olmuştur” diye tahmin ediyorum. Sonuçta Newroz’u Newroz olarak kabul etmek istemeyen bir kafanın ürünü KCK operasyonları da.
8. Türk aydınlarının aslında 1994 yılında sağlam bir tavrı var. Özgür Ülke gazetesi bombalandıktan sonra çıkıp sokaklarda gazete sattılar. Fakat bugün Kürtlere yönelik siyasi operasyonların bir hedefi de Kürt basını, Türk aydınları aynı tavrı koyamadılar. 121'lerin Fransa-Cezayir savaşında Fransa devletinin temel tezlerine kesinkes karşı çıkması deneyimi var tarihte. Türk aydınlarındaki bu tavırsızlığı neye bağlıyorsunuz?
Türk aydınları o sırada sınıfsız domateslerin gezegeninden “Yalçın Küçük” vb. zevat için duruşma tweet’leri falan atmakla meşguldü sanırım, o yüzden vakitleri olmamış olabilir. Onun dışında az sayıdaki Türkiyeli aydın da her zaman olduğu gibi kendi çapında birtakım eylemler ve protestolara kalkıştı diye gözlemledim ama bunların da pratik etkisi maalesef nominal.

9. Bu sorunun çözümünde temel bir öneriniz var mı? Varsa perspektif olacak biçimde özetlesiniz ne dersiniz?
İlk iki soruya cevaplarımda bu konuyu etraflıca anlatabildiğimi umuyorum. Desantralize olmuş, homojen ulus kavramını arkasında bırakmış bir demokratik toplum.
10. Bu sorun üzerine teorik çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?(siyasi-soyolojik-felsefi vs vs vs )
Çeşitli Türkiye halklarını temsilen çok dilli ve kültürlü bir denek grubuyla “doğrudan lokal demokrasi” simülasyonu çerçevesinde bir sosyal psikoloji deneyi yapmayı isterdim. Hatta bu grup ve Türkiye’nin genel halinden alıştığımız türden asimilatif ve baskıcı biçimde örgütlenmiş bir kontrol grubuyla üretim/tüketim ve yönetim bağlamlarında “efficiency” üzerine bir karşılaştırmalı deney çok ilginç olabilirdi. Belki ileride böyle bir şansım olur.
Söyleşi Sözlüğü
Hodbin: Bencil
Legimitize edilmek: Kanunlara, normlara uygun hale getirilmek.( Mantığa bürümek, kılıfına uydurmak gibi de anlaşılabilir). Meşrulaştırmak.
Kredo: İnanç, değer, ilke… ( Burada temel prensiplerden biri anlamında kullanılmıştır)
Desantralize: Yetki dağılımı. Ademi merkeziyetçilik de denebilir.
Siyasi raşitizm: Üretken olmayan, temel politikayı yenilemeyen, zayıf kalmış siyasi düşünce
De jure devlet: Ulusal ve uluslar arası tanınırlığı egemen düzeyde olan devlet. Karşıtı de facto devlet…
 Oryantasyon: Kılavuzluk etme, yönlendirme. Hem pedagojik hem ekonomik hem de siyasi terimdir.
Efficiency: Etki, üzerinde çalışılan şeyden alınan randıman. 
Lokal demokrasi: İsviçre'de olduğu gibi hala izleri görülen temsili demokrasiyi hem öncelleyen hem geliştiren hem de ondan çok önceleri hayata geçmiş demokrasi örnekleri. Bölgesel demokrasi.
Radikal Demokrasi: Geleneksel-modern demokrasilerin toplumu hiyerarşik katmanlarla toplum adına yetki alıp bunu hegemonya biçiminde örgütlemesine karşı içinde post-modern liberalizasyonu ve Avro Sosyalist unsurları da barındıran yeni bir demokrasi anlayışı. Doğrudan demokrasinin "modern ötesi" biçimi de denebilir.Laclau ve Mouffe'nin teorik toparlayıcılığını yaptığı yeni radikal siyasi yaklaşımlar. 
Not: Sözlük çalışması benim kullanıldığı yere göre anlamlandırma çalışmamdır. Katkısı olacak arkadaşlar varsa daha geniş tanım ve açıklamalar yapabilirler.

6 Nisan 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 10

söyleşilere Ceng Sagnıç ile devam ediyoruz. Kendisini ben nasyonalist Kürt olarak tanımlıyorum. https://twitter.com/#!/cengsagnic  
1. Kürt sorunu; Kürtler açısından çok yönlü bir sorun: Hem güvenli bir dünyada yaşama hem uluslaşma hem yoksulluğu yenme iddiası hem de devletleşme taleplerini de barındıran bir sorun. Siz bu taleplerin daha çok hangisini dillendirirsiniz?
Bir kavram olarak bu tanıma katılmıyorum. Daha açıkçası, bu meseleyi nasıl tanımlıyor olduğunuz düşünsel yapınızın sorunun taraflarından hangisinden daha çok etkilendiği ile ilintili. Kürdistan’ın parçalarını sınırları dâhilinde bulunduran devletler için henüz çözülmemiş bir Kürt sorunu var. Lakin Kürdistanlılar için bir Kürt sorunu yok. Tanımlamalar çeşitlilik gösterecek olsa da Kürtler için sorun Kürt olmayan yapılar. Kürtlerin ülkeleri saydıkları toprakların hemen hiç birinde ciddi yüzdelerle ifade edilebilecek Türk, Arap ya da Fars ulusal mevcudiyeti olmadığı için bu etnik unsurların varlığının Kürtler için birer sorun olduğunu söylemek mümkün değil. Oysa Türk, Arap ve Fars devletlerinin toplumlarını kendi yurtları olduğuna ikna ettiği Kürdistan coğrafyasında yerleşik ve dominant Kürt nüfusunun olması bir türlü sağlanamayan ulusal birlikleri açısından Kürt varlığını bir sorun haline getiriyor.
‘Kürt sorunu’ tanımın Kürt siyasi söylemi için problematik bir pozisyonu olması çok muhtemel. Bu henüz çözülmemiş Kürdistan meselesinin Kürdistan’ı parçalayan yapıların terminolojisi ile tanımlanmasına karşı bir duruştan öte, söylem-siyaset ilişkisi içinde söylemin baskın unsur olması açısından önemli. Siyasi söyleminizde kullandığınız sözcükleri değiştirerek toplumsal algıya ciddi müdahalelerde bulunabilirsiniz. Kürt sorunu yerine Kürdistan meselesi dediğinizde söyleminiz hakikati yansıtmakla beraber, konuyla ilgili algıyı etnik ve kültürel hak ihlali noktasından toprak temelli bir mücadele algısına dönüştürecektir. Anlaşılacağı üzere bu dediğimizin tam tersi de geçerlidir. Türkiye ya da İran devletinin Kürt siyasi söylemine yapabileceği bir müdahale toplumsal algılayışı değiştireceği için Kürt siyasetine de güçlü bir etki yapacaktır. Kürt siyasi söyleminde Kürdistan meselesi/davası yerine Kürt sorunu tanımını canlı kılabilmek Kürdistan’a sahip olan devletlere olası bir çözümün mevcut siyasi statükoya dokunmadan işletilebilmesi şansını vermektedir.
Sorunuzun yanıtı da bu noktayla ilgili. Değindiğimiz gibi, Kürdistan meselesi Kürdistan topraklarında Kürdistanlı olmayan yapıların mevcudiyeti sorunudur.  Toprak temelli bir anlaşmazlıktır ve Kürdistan’da meşru şiddet kullanma tekelinin Kürdistan’a ait siyasi yapılara mı yoksa bahsi geçen devletlere mi ait olacağı üzerine devam eden bir savaştır. Böylelikle Kürtlerin hem Kürt olmaktan gelen hem de Kürdistanlı olmaktan gelen iki temel sorunları vardır. Kürt oldukları için içinde yaşadıkları devletlerin ulusal birliklerine vahim bir tehlikedirler. Bu nedenle asimilasyonlardan toplu katliamlara kadar birçok yaptırıma maruz kalmışlardır.  Aynı zamanda ise Kürdistanlı olmalarından kaynaklı bir başka sorunları vardır ki bu da Kürdistan ülkesi üzerinde hâkim kuvvetin kim olacağı noktasındadır.  Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlerin bireysel ve kültürel haklarını yeni oluşturulan ulusal paradigmanın başarısı için vermeye hazır bir görüntü çizerken kolektif haklarını konu dahi etmemesi bu iki sorunu birbirinden ayırdığına işaret eder. Kaldı ki sadece Kürdistan sorununda değil başka benzer sorunlarda da hâkim devletler benzer çabalar içinde olmuşlardır. Elbette anlaşılacağı üzere bu iki sorun arasında geçiş noktaları hep olmuştur.
2. Kürtler aslında bağımlı oldukları egemen ulusların kapitalistleşme-uluslaşma süreçleri göz önününe alındığında "şansız bir halk"tır. Irak ve Suriye'de BAAS, İran'da önce hanlık sonra İslamcı iktidar, Türkiye'de Kemalizm dediğimiz 20.yüzyılın en uyduruk ekonomi ve devlet sistemleriyle yaşamak zorunda kaldılar. Haliyle uyanışları ya erken yenildi ya geç uluslaşmaları gerektiğini anladılar. Bugün yaşadığımız sorunların bu yönünün olduğunu düşünüyor musunuz?
Kürt ulusal uyanışının yenildiğini düşünmüyorum. Daha doğrusu yirmi dokuz isyan tarzı İstanbul merkezli bir mikro oryantalist çerçeve ile değerlendirmiyorum yirminci asrın Kürdistan ulusal mücadelesini. İstanbul’dan Kürdistan savaşına baktığınızda sizin için belirleyici başlangıç ve bitiş noktaları Kürtlerin özgürlük mücadelesinin sizin güvenlik, huzur ve siyasi-ekonomik varlığınızı tehdit etmeye başladığı ve bu tehdidin ortadan kalktığı noktalar olacaktır. Böylelikle sürekli kendi içinde bir devinim halinde olan Kürdistan ulusal hareketi aktif bir biçimde kan akıtmadığı sürece İstanbul için sıradan bir asayiş sorunudur. Aktif kan akıtma sürecinin başlaması ile beraber ise bahsini ettiğimiz tarzda bir tehdit arz ettiği için bir şekilde son verilmesi gereken bir isyan süreci olarak algılanır. Aktif kan akıtma sürecinin kuvvet kullanılarak sonlandırılması ile beraber halen kendi içinde dinamik olan hareket İstanbul için tekrar bir asayiş sorunu haline döner.
Yirminci asrın Türk, İran ya da Irak tarihi ise yoğunluklu olarak yine bu devletlerin entelektüel üretimleri kaynak alınarak yazıldığı için ortaya çıkan tarih anlayışı ister istemez İstanbul ya da Tahran merkezli bir bakış açısı taşır. Zannımca bu Kürt eleştirel tarih yazımında illüzyonlara sebep olmuştur. Birinci tarihi illüzyon Kürdistan’a emsal başka toplumların devletleşme süreçlerinin başarılı olması ve Kürtlerin ise yine bu noktada yenilmiş olmalarını eksik Kürt ulusal birliği, Kürtlerin İslami tebaa özelliği ve güçlü aşiret sistemine bağlamaktır diye düşünüyorum.
Bana göre ikinci illüzyon ise sizin sorunuzda bahsettiğiniz gibi Kürt ulusal yürüyüşünü egemen devletlerin rejimleri merkezli açıklama çabasıdır. Bu algı Kürdistan elitleri arasında hep var olmuştur. İttihat ve Terakki rejiminden tutun da 1979 öncesi İran şah rejimine kadar tüm rejimler Kürdistan’ın ulusal sorunu için sebepler olarak görülmüş, lakin Kürdistan’ın parçalarına sahip bu devletlerin rejimlerindeki hiçbir değişim Kürt ulusal sorununda ilerleme ya da gerilemeye sebep olmamıştır. Bugün Kürtlerin halen dünyanın en büyük devletsiz ulusu olmasının sebebini, tüm bu söylediklerimizin ışığında, sanırım başka yerlerde aramak durumundayız. Sorunuzun son kısmına katılıyorum. Evet, bence de Kürtlerin bugün yaşadıkları geçmişleri ile ilgilidir. Ama geçmişlerini nasıl okudukları ile ilgili değil, nasıl okuyamadıkları ile ilgilidir. Birçok Kürt entelektüel bugün halen Suriye’de Ba’as rejiminin değişmesinin Kürtler için tek sorun olduğunu düşünür.  Bu durum bir dönem Kürt özgürlük hareketine liderlik yapmış Şemzînanî ailesinin yeni gelişen Kemalist inkılabı tek sorun gibi algılayıp tüm stratejik adımlarını buna göre dizayn etmesi ile neredeyse aynı yanlış algıyı taşır. Belki de tüm sorun, sorunun ne olduğuna dair Kürdistani paradigmanın hiçbir zaman doğru tespiti yapamayışı ile ilgilidir.

3. Kürtlerin uluslararası kurumlarda yeterince ilgi gördüğüne inanıyor musunuz? BM'nin Güney Kürdistan ilgisi ancak ABD'nin ilgisiyle paralel gelişti. Hatırlarsanız 1986-1988 katliamında Kürtler çok yalnızdı. Halepçe katliamının tahribatlarını daha çok PKK endeksli yapılar duyurmaya çalışıyordu. (Kültürel ve sanatsal etkinlikler de dahil) 
Kürtler dünya sahnesinde en az her toplum kadar yalnız. Lakin tüm bu yalnızlar kulübü içinde Kürtlerin yine kendilerine özgü bir yalnızlıkları var. Sadece 82-91 arası güney Kürdistan katliamları, 1991 milyonlar göçü gibi en sert acılarında değil, devam eden sömürge konumları açısından da emsali sayılan toplumlardan hep daha yalnız oldular.
Avrupa’dan Filistin’e giden ‘anti-sömürgecilik’ kafileleri bazı zamanlar iki parça Kürdistan’ın tam ortasından geçip gittiler sessizce, bazen ise Kürtlerin politika sahnesinde diğer tüm toplumlar gibi eşit siyasi tanınma çabaları aynı gruplarca ‘emperyalist işbirlikçiliği’ ile suçlandı durdu. BM gibi siyasi kurumlardan öte sivil toplum kuruluşlarınca da halen Kürdistan ve Kürt milleti görmezden geliniyor. Sebep olarak sanırım Kürdistan’ı parçalamış devletlerin sivil toplum kurumlarınca kolay kolay sürtüşmeye girilmek istenecek devletler olmamalarını sayabiliriz.
Uzun sayılacak bir süre Batı Şeria’da Kızılhaç görevlisi olarak kalmış bir arkadaşımın bana çok şaşırarak “Kürdistan’da Kızılhaç yok mu?” diye sorduğunu hatırlarım. “Kürdistan’ın hiçbir parçasında Kızılhaç yok, hiç olmadı.” Bugün dünya sivil toplum gündemini en çok işgal eden 64 yıllık Arap-İsrail savaşında ölen toplam asker ve sivil sayısının Kürdistan’ın bir parçasında bir yılda ölen sivil sayısından daha az olduğunu göz önüne aldığınız zaman, küresel sivil toplum kuruluşlarının; anti-kapitalist örgütlenmelerin; radikal grupların ve hatta sıradan akademik atölyelerin dahi Kürdistan sorunundan kaçtıklarını anlayabilirsiniz.
4. Kürtleri özgürlüğe götürecek her ideolojik politik argüman ve yöntem meşrudur. Ben mesela PKK geleneğinin var ettiği/edeceği demokratik toplum modelinin Araplar ve Türkler arasında da ilgi göreceğini düşünüyorum. Mevcut gelişmeler göz önüne alındığında Arapların ve Türklerin milliyetçi devlet gelenekleri sarsılıyor. PKK'nin var ettiği Öcalan'ın perspektiflerini sunduğu demokratik-toplum, alttan alta devletleşmeyi örgütleyen düzeyde gelişiyor uzun vadede.Buna katılır mısınız? Varsa itirazlarınız nelerdir?
İlk cümlenize katılırım. Hatta bu noktada meşruiyet testi yapılmasını dahi doğru bulmam. Kaldı ki Kürt ulusal özgürlük hareketi hiçbir Kürdistan parçasında sivilleri hedef alan bir mücadele geliştirmedi. Bu sivil kayıp olmadı anlamına gelmez, lakin meşruiyet babında Kürt özgürlük hareketleri meşruiyetlerini test ettirecek bir adım atmadılar hiçbir zaman.
Şunu eklemek isterim ki ‘sihirli çözüm’ anlayışı oldukça gerimizde kaldı. Birbirine çok benzer toplumların dahi arayış ve ihtiyaçları farklılık gösteriyor. Hatta toplumsal arayışların zaman ile doğru orantılı bir değişim içinde olduğunu artık biliyoruz. Ana akım ideolojilerin şekillendiği çağlarda toplumların benzer değişim-gelişim süreçleri içinden geçeceklerini düşünürdük. Bu yüzden tek bir toplumsal, ekonomik ya da siyasi yapıyı analiz ederek dünyanın hemen her yerine uygulanabilecek çözümler ürettik. Daha sonra tüm bu fikirler post ve neo versiyonlarını üretmek zorunda kaldılar. Son geldiğimiz evrede biliyoruz ki sihirli çözümümüz yok. Ama artık ‘çözümler’ havuzlarımız var. Öcalan’ın üretimlerinin bu havuzlarda yerini edineceğinden kuşkum yok.
Arap toplumu gibi yapay bir kavram ile hareket etmek doğru olmaz. Yirmi iki Arap toplumunun her biri için farklı bir sohbet yapılabilir. Milliyetçi devlet geleneklerinin sarsılmasından kastınız Arap Baharı ise bunu söylemek için hem erken, hem de yaşanılanlar tersini gösteriyor. Diktatörlüklerden ulus devletin asıl hali olan ulus inşası sürecinde olduklarını tartışan çok analiz var. Bu devletlerin bir kısmında ‘ötekilere’ yönelmiş agresif bir milliyetçilik olduğu söylenebilir olsa da millet-devlet arası ilişkinin aslında çok yeni geliştiği, hatta yeni bir milliyetçi döneme girdikleri söylenebilir.  Birçok analist Arap Baharı’nın belki de yüz yıl sürebilecek bir değişim süreci olduğunu söylüyor. Eğer bu önerme doğruysa bunları tartışabilmek için çok erken. Ama ilk adım olarak yapay bir ‘Arap toplumu’ olmadığını, tersine birbirinden bağımsız toplumlar olduğunu akılda tutarak tartışmalar geliştirilebilir.
5. BDP'nin var olduğu bir siyasal gelenek var. Bugün mücadelenin bir yönünü başarıyla ilerletiyor. BDP'nin ideolojik-politik yapısına bakışınız nedir?
BDP’nin omuzlarında modern Kürdistan tarihi boyunca hiçbir siyasi kurumun omuzlamadığı kadar büyük bir yük var. Bu yük kocaman bir imtihan ile geliyor. İster istemez Kürdistan meselesinde meşru aktör olarak ortaya çıkan yapı BDP, böyle olunca da BDP’nin söylemi tüm kuzey Kürdistan’ı bağlıyor. Bu büyük yükün farkında olduklarından emin değilim.
BDP’yi çok önemli kılan bu husus Kürtler için bir yol ayrımını işaret ediyor denebilir. Sömürge toplumların siyaseten bitişi olan sömürgecilerle ‘benzeşmek’ ihtimali eğer Kürdistan’da gerçekleşecekse bu BDP’nin eliyle olacak. Eğer gerçekleşmeyecekse de BDP’nin eliyle olacak. En önemlisi BDP’nin her geçen gün yükselen bir meşruiyeti var. Bu meşruiyet hem Türkiye nazarında hem de dünya nazarında tanınmaya başlıyor. Türk toplumu artık Türk meclisinde bardak kıran ama birkaç hafta sonra başbakan ile çay içen, sonraki gün bir televizyon programında konuk olan ve Kürdistan ile hiç ilgisi olmayan bir ekonomik konuda fikirler sunan BDP’li milletvekillerine alışıyor ve böylece BDP Türkiye nazarında meşrulaşıyor. Karşı argüman olarak BDP’nin üzerindeki hukuki baskı ve tutuklu binlerce üyesi, hatta kapatılma ihtimali konuşulabilir olsa da, kuzey Kürdistan tarihinde Türk siyasi arenasında BDP kadar aktif ve tanınan bir partinin olmadığı gerçeği değişmeyecektir.
BDP hem Türk siyasi arenasındaki meşruiyeti için bir ‘muhalefet’ partisi tavrı sürdürse de aynı anda Kürdistan’daki tarihi davanın temsilciliği misyonuna da sadık kalmaya çabalıyor. Benim gözlemim şu an için bu iki kulvarın başa baş gittiği. Lakin bu çok büyük ve zor bir imtihan. BDP kazandığı meşruiyetin endirekt bir biçimde illegal Kürdistanlı siyasi yapıların olası meşruiyetini zedelediğinin farkında. BDP Kürdistan davasında bir Türkiye partisi olarak muhataplaşmaya başladıkça dinamizmin asıl temelini oluşturan hareketin muhataplık özelliğinden kaybettiğinin de farkında. BDP her siyasi yapı gibi varlığını koruma refleksi gösteriyor ama ne Kürtler arasında ne de başkaları için belirgin bir role sahip değil.
Siz mücadelenin ‘bir yönü’ diyorsunuz BDP’nin rolü için. Bu ne kadar söylenebilir bilmiyorum. Fakat bu rolsüzlük BDP’yi plansız ve vizyonsuz bir yapıya sokuyor.  Alışılmış kitlesel hareketlerde Türkiye’de en başarılı siyasi yapı olduğu kuşkusuz. Lakin Kürdistan ile ilgili kendine biçtiği rol çok kısa vadede BDP’yi AKP’ye karşı korumak olarak görülüyor.
BDP’nin doğası gereği AKP ile mücadele ediyor olması Kürdistan davasını bir anti-AKP hareket olarak biçimlendiriyor. Demirtaş Amed Newroz’unda toplanan bir milyondan fazla insana hem Kürdistan’ın siyasi statüsünden söz ediyor hem de AKP’ye meydan okuyor. Bu aslında çok büyük bir rol karmaşasına da işaret ediyor olabilir.
Bu noktalar göz önüne alındığında ben BDP’nin Türkiye’de çok zorluklarla siyaset yapan bir resmi siyasi parti olarak başarılı olduğunu kabul ediyorum. Lakin, BDP’nin Kürdistan’ın tarihi davası noktasında başarısız olduğunu, bunun da Kürt siyasi hareketinin yapısı ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Maalesef henüz Soğuk Savaş döneminde yapılanmış bir hareket tarzı var Kürdistan özgürlük mücadelesinin. Bu da Kürt hareketinin gizli örgütler/cemiyetler sisteminde kısılıp kalmasını sağlıyor. Kürtlerin tüm gizli siyasi yapılarını dünyanın karşısına çıkarıp meşruiyet savaşı vermesi için neredeyse geç bile kalındı denebilir. Böylelikle BDP’nin de rolü ve işlevi belirlenmiş olacaktır.
6. BDP hem liberal hem dindar hem de sosyalist Kürt ve Türklerle devlet karşıtı tarihsel bir blok oluşturma çabasındadır, bunu sonuç alıcı buluyor musunuz?
Bir önceki soruda konuştuklarımız ışığında BDP’nin rolünün ve işlevinin kesin olarak belirlenmedikçe bu çabaların nereye varacağının kestirilebileceğini düşünmüyorum. BDP benim için sonuç alamayan popülist bir politika izleyen bir parti. Popülizm yanlıştır anlamında söylemiyorum bunu, tersine Kürtlerin Kürdistani bir popülizmi yaratmaları benim için değerli bir kazanım. Lakin BDP’nin hangi kulvarda sonuç almaya çalışacağı sürekli bir muamma olarak kaldığı için popülist söylemi sonuç almakta zorlanıyor.
Hemen her Kürt hareketinin saplandığı bir maceraperest seferler silsilesi vardır. Dört parçada hareketler tarihlerinin mutlaka bir evresinde Kürtlere dayatılmış olan sınırları kabul eder ve Kürdistan’ı sömüren devleti toptan değiştirme ama sınırlara dokunmama iddiasını geliştirir. Kürt hareketleri içinde en toprak merkezli milliyetçi olan I-KDP bile bunu denemiştir. Lakin teknik olarak imkansız olan bu adım her defasında hareketin tekrar Kürdistan’a yani ‘esas davaya’ dönmesi ile sonuçlanır. BDP’nin Kürdistan’daki söylemi söyleyebileceğinin ve yapabileceğinin (Kürt siyasi hareketi toptan değişmediği sürece) üst sınır noktasıdır. Bu noktada Kürtleri anti-AKP bir çizgiye çekiyor olsa da kitleleri etrafında tutabilme de başarılı bir grafiği var. Kürdistan’da zaten öz devinimi çok yüksek olan bir ulusal dinamik mevcut ve bu BDP’ye güç sağlıyor. Her Kürt hareketi gibi BDP’nin de Kürtler ve Kürt olmayanları bir araya getirip ‘bloklar’ kurma çabasının başarısız olacağını ve yine her hareket gibi bundan vazgeçeceğini düşünüyorum.
7. Bir Kürt ne isterse "Kürt milliyetçisi olur?" Devlet-dil-kültür-ekonomik özgürlük talep etmek milliyetçilik mi? (Bunlar doğal ve kolektif hak talepleridir. İnsanın sosyal-siyasal yaşama geçmesinden itibaren en doğal haklardır.) Bunlar milliyetçilik değilse "imajlar" üzerinden milliyetçilik geliştirmenin bugünkü mücadelenin seyrine katkısı ne olur?
Sizden bu soru ile ilgili ayrıca açıklama istememin sebebi muhtemel bir kavram kargaşasıydı. Açıklamanızda tanımladığınız milliyetçilik esasen otoriter ultra-milliyetçilik tarzı bir kavrama işaret ediyor. Bu özellikle kuzey Kürtlerinin seksen yıldır karşılaştıkları ‘milliyetçi Türk’ hareket ve devlet sisteminin yarattığı yanlış bir algı. Kısacası Kürtler için milliyetçi örnek Ülkücüler, Türk-İslamcılar, Kemalistler gibi ultra-milliyetçi totaliter hareketler olduğu için özellikle bu kavramdan kaçmaya çabalanmasını saygıyla karşılıyorum.
Kavramı değiştirirsek birbirimizi çok daha iyi anlarız. Bize kötü şeyler hatırlatan milliyetçilik yerine nasyonalizm diyelim.
Genel olarak üç dalga nasyonalizm yaşandı dünyada. Kürtlerin henüz hangisine dahil olduğu noktasında kimse emin değil lakin Kürt nasyonalizmi ikinci ve üçüncü dalgalara dahil olan, çoğunlukla da tepkisel bir nasyonalist varlık olarak konuşulabilir. Nasyonalizm sizin tanımınızda belirttiğiniz gibi bir seçimden öte, zaten bugün kısaca ‘devlet’ dediğimiz modern devletin ortaya çıkışı ile beraber içinde yaşadığımız tüm sistemin adı. Çok basitçe ifade edersek devlet-ülke-ulus üçlemesinin siyasi üst yapıyı yani devletin kendisini belirlemesi nasyonalizm dediğimiz fikrin temeli. Nasyonalizm eleştirilirken üçüncü öğeyi, yani ulusu tanımlayanın ne olduğunu eleştiriyoruz. En genel eleştiri milletin bir hayali cemaat olduğu, birbirini hiç tanımayan insanların kolektif bir varlığa sahip olduklarına inandırıldığı noktasından hareket alıyor.
İnsan birçok hayali cemaatin üyesi sayabilir kendini. Eğer Müslüman’sanız dünyadaki tüm Müslümanlarla benzer düşünüp benzer şeyler hissettiğinizi ve dini fikrinizin sizi birbirinize bağlayan nokta olduğunu düşünebilirsiniz. Aynı şey bir işçi ya da bir zenci olmanız durumunda da geçerli olabilir. Lakin eğer üst siyasi yapının oluşumunda bir ulusu merkeze alıyor ve o ulusu ancak bir yurt dahilinde anlamlı görüyorsanız yaklaşımınız nasyonalist bir yaklaşımdır. Böyle baktığınız zaman Kürdistan ulusal davası nasyonalist bir harekettir, Kürdistan yurdunda Kürt ulusunu temel alan bir fikirdir.
Bir hanedan için mi devlet talep ediyorsunuz? İslami hilafet devleti mi amaçladığınız? Yoksa Kürtlere ait bir devlet mi istiyorsunuz? Cevabınız üçüncüsü ise kabul edin ya da etmeyin nasyonalist bir yaklaşımınız vardır. Bu kötü bir şey midir? Elbette hayır. 
Kürt siyasi literatürüne ‘ezilen ulus milliyetçiliği’ olarak geçen tepkisel nasyonalizm yukarda değindiğimiz nasyonalizme alternatif değildir. İkisi arasındaki fark tetikleyici unsurların farklı olmasıdır. Yine de her ikisi de nasyonu temel alır ve ulusun kendi kaderini tayin eden kolektif kimliğin temeli olmasını ister.
Türkiye özelinde Kürtler için dil, kültür ve ekonomik gelişmişlik istemek nasyonalizm sayılamaz. Lakin Türkiye coğrafyası hâlihazırda nasyonalist bir gelişimin sonucudur, sınırları buna göre belirlenmiştir. Kürtlerin ve Türklerin ortak bir yaşamı eşit olarak vatandaşlık bağları ile sağlamasını öngörmeniz dahi Türkiye coğrafyası nasyonalist bir projenin eseri olduğu için ancak sivil (vatandaşlık merkezli) nasyonalizm olabilir. Yine bir hayali cemaat vardır, bu defa birleştirici unsur vatandaşlık bağıdır.

8. Sosyal medyanın Kürtler açısından olumlu kullanıldığını düşünüyor musunuz? Kişisel olarak kendinizin kullanma biçimini nasıl yorumluyorsunuz?
Sanırım Kürtler sosyal medyayı en aktif kullanan toplumlardan biri Ortadoğu’da. Bunun fevkalade olumlu olduğunu düşünüyorum. En sıradan Kürt en tepedeki Kürt siyasetçisine fikrini ulaştırabiliyor, söylemek istediğini bazen binlerce insanla paylaşabiliyor, beklide sokakta rahatlıkla konuşamayacaklarını sahte bir isimle tartışabiliyor… Sosyal medya Kürtleri Kürdistan siyasetinin kitle olarak öznesi olmaktan birey olarak özneleşmeye götürebilme potansiyeli var.  Bu harika bir şey.
Kişisel olarak ben çok başarılı bir kullanıcı olmayabilirim sanırım. Ama çok değerli insanlarla tanışıyorum sürekli ayrıca Kürdistan’ın dört parçasından insanlara aynı anda dokunabilmemi sağlıyor.
9. PKK geleneği dışındaki Kürt grupların başarısızlığını neye bağlarsınız? (Rızgari sitesine bakıyorum bazen Türk milliyetçilerinden, ulusalcılarından aldıkları paralel argümanların ötesine gidemiyorlar.) Bu başarısızlıkların politik ideolojik yönü var mı?
PKK dışı yapıların başarısızlıklarını genel olarak incelemek zor. Lakin PKK nasıl başardı sorusunu çok sordum. Buna vereceğim cevap “doğru zamanda doğru şeyi yapmak” olabilir. Her ne kadar PKK’nin yükseliş noktası olarak 1980 darbesi gösterilse de buna katılmıyorum. Kürdistan siyasi dinamiği 1970lerde artık aktif silah kullanma ve mücadeleyi ideolojik-militan kadrolardan sıradan Kürdistan köylüsüne taşıma evresine ulaşmıştı ve görünen o ki PKK çıkış dönemindeki bu gerçeği kavrayan ve ona uygun davranan tek yapı oldu.
Öte yandan PKK bir şemsiye örgüt oldu ve PKK geleneği dışında kalanlar çoğunlukla zaten PKK içinde yer buldular. Bu diğer geleneklerin PKK’nin var olmaması durumunda kazanacakları insanlar da zaten PKK tarafından kazanıldı.
Kimsenin başarısızlığının politik-ideolojik bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Açıkçası tüm bu örgütlerin aynı anda aktif oldukları dönemlerde aralarında ideolojik farklılıklar çok azdı. Çoğunlukla afakî noktalarda farklı düşünüyorlar, oysa somut pratiklerinde neredeyse benzer fikirler ışığında tutum takındılar. Lakin dediğim gibi bence bu doğru zamanda doğru yerde olup doğru şeyi yapmak ile ilgili. Kuzey Kürdistan bir patlamanın eşiğinde uzun bir süreden sonra ilk kurşunu beklerken o kurşunu atan bu doğal seçim süreci içinde sıyrıldı ve başarılı oldu.
10. Mevcut durumda Kürt sorununa temel bir çözüm öneriniz alınsa bu ne olurdu?
Önerimi kimin alacağına bağlı. Kürtlerin mevcut durumdaki sorunlarını ve ileriki muhtemel sorunlarını çözebilecek yetileri geliştirmeye sorunlarını çözmekten daha çok ihtiyaçları var. Balık vermek ile balık tutmasını öğretmek hikayesi gibi bu. Tüm bunların Kürdistan’da demokratik özerkliğin hayat bulması ile başlayacağını ve Kürtlerin kendi sorunlarına başkalarından “talep eder” konumda olmadan çözüm üretebilecek yetiye kavuşacaklarını düşünüyorum.  Sanırım çözüm önerisini DTK’nın 14 Temmuz 2011 toplantısından sonra hep beraber sunduk.
Ceng Sağnıç




self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.