Social Icons

.

Pages

31 Aralık 2012

Öcalan'ı hafife almak


    Bugün hürriyet gazetesinde bir haber vardı: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22264471.asp  iddialara göre Öcalan ile MİT arasında bir görüşme var, görüşmenin bir takvim şeklinde ilerlemesi planlanıyor. Türk basınının bir görüşmeyi çarpıtma ihtimaline rağmen bazı değerlendirmelere ihtiyaç var. Haberde, MİT yöneticileri, 2013’ün ilk aylarında kamuoyunun karşısına çözüm bildirimi ile çıkılması hedefiyle Abdullah Öcalan bir araya geldi.” ifaedesi de var ki en çok dikkatimi çeken bu oldu. Bunun bir başka açıklaması “çözüm bildirimi”nin kamuoyuna açıklanmasını herhalde hükumet ve PKK( BDP/KCK )yapacaktır. MİT ile HPG’nin yapacak hali yok. Hükumet adına belki başbakan değil, ama başbakanı siyasetten temsil edecek bir isim bu bildirimi yapacaktır. Temennimiz bu görüşmelerin kamuoyu ile paylaşılıp “müzakereye” dönüşmesidir. Bu görüşmeleri 
       Türkiye ve Kürdistan kamuoyuna bazı çevreler, bunu “müzakere” diye yansıtacaklardır. Bu cenahı dikkate almasak bile  iyi niyetli grup ya da kişilerde de bir kafa karışıklığı mevcut...Bazı kestirmelerde bulunmak mümkün:
1.    Öcalan ile şu anda yürütülen görüşmeler müzakere değil, bir tür ön görüşme ya da müzakerelere hazırlık safhası olarak adlandırılabilir. (Erdoğan hükumetinin kuyruğu dik tutma endişesiyle milliyetçi kesimleri kaygılandırmama “politikasızlığı” eğer devreye girmese bugüne kadar dünyada bu işler nasıl çözüldüyse ona benzer bir süreçle çözüm yoluna gidilecektir gibi…)
2.    Uluslararası gelişmelerin seyrine göre Erdoğan hükumeti bu görüşmeleri sürdürüp sürdüremeyeceğini deklare edecektir.
3.    Hükumetin planında, aynı anda hem tasfiye hem de gerçekten müzakere seçeneği olabilir. Bunu şimdiden kesin bir dille hangisinin olacağını belirtmek saflık olur .  Erdoğan, yerel seçimler yaklaşırken bunu yalancı bir adım olarak da kullanabilir.
4.    AKP’yi oluşturan bileşenlerden, özellikle Gülen cemaati ve çevresi bu görüşmeleri dinamitlemek için çeşitli hileler deneyebilir.  
5.    Hükumet bir yandan Kürt ve Kürdistan sorununda herhangi bir adım atmazken diğer yandan Kürtler arasında PKK’nin özerklik hedefini küçümseyerek, diğer küçük Kürt gruplarının bağımsız devletçi argümanlarını kaşıyarak  bölme, bölmeden sonra da tasfiyeyi hedefleyebilir.
Ee, bunları niye mi yazdım? Benim düşündüklerimi Öcalan düşünemiyor mu, o, bu konularda kaba saba Türk politikacılarının niyetlerini okuyamıyor mu? Bunlara cevap için yazdım. Öcalan’ı ne sanıyorsunuz ki?
    Kapalı kapılar ardında görüşme olur mu?
Evet, bu tip çatışmaların yaşandığı tüm ülkelerde eğer güçler dengesi biri lehine muazzam bir kırılma yaratmamışsa görüşmeler böyle başlar, tıkanır, yeniden başlar, tekrar tıkanır, bir yerden sonra kalıcı bir barış sürecine evirlir. Hükumet anayasal güvencelerle Kürt silahlı muhalefetini “al ver” (haklar ve şiddetten feraget mübadelesi) çerçevesinde yeni oluşturulacak yasal çerçeveye çekmek için bir adım atabilir. Silahlı Kürt muhalefeti  anayasal güvencelerle, uluslararası gözlemciler garantörlüğünde kaba silahlı şiddeti sonlandırabilir. Demokratik zeminde siyaset yapmanın yolunu arayabilir. İrlanda’da, Güney Afrika’da da, Cezayir’de de silahlı örgüt liderleriyle bu tip temaslar oldu. Tıkandı, tekrar başladı, tıkandı , sonunda süreç kalıcı barışa vardı. En yakın tarihi deneyim Filipinler devleti ve MİLF arasında yaşanan ve barış anlaşmasıyla sonuçlanan özerklik projesi oldu. FARC ile Kolombiya devleti arasında da süreç devam ediyor. 1996'dan beri barışma süreci hep çatallı gelişiyor.
   Öcalan, niye MİT ile görüşüyor da hükumeti niye doğrudan muhatap alacak iradeyi göstermiyor? O halde MİT’i de Öcalan reddetsin…
    Anladığım kadarıyla Öcalan birçok defa bu tip görüşmeleri reddetmiştir. Birçok defa da kabul etmiştir. Süreci belirleyen aslında Öcalan, çünkü yeni tekliflere, yeni gündemle görüşmeyi talep eden taraf muhtemelen hükumetten siyasi yetki alıp giden MİT’tir. Bu, hep MİT’le olmaz. Girişte de görüşmelerin kamuoyuna açıklanmasının bildirimi ifadesini vermiştim. Öcalan daha önceki görüşmelerde de bu tip bir talebi vazgeçilmez olarak belirlemişti. Erdoğan’a ve hükumete   kamuoyuna çözüm iradesi yönünde açıklama yapmasını dayatmıştı. Erdoğan ise bu dayefelenerek reddetmiş,  protokolleri imzalamamıştı. (2010-2011 görüşme süreci) Eğer Erdoğan hükumeti görüşmede kararlı olursa bunu politik arenaya anlatmak zorunda kalacaktır ya da Öcalan görüşmeleri bitirecektir. Bu arada 2000’li yıllara kadar bile Barzani ve Talabani Türk devleti nezdinde hep istihbarat ve güvenlik düzeyinde karşılanmıştır. Kimi zaman kamuoyunda gizli görüşmeler yapılmıştır. Bu, kötü mü oldu? Hayır, bilakis iyi oldu, bir sürecin bilinçlice atılan adımlarıydı.
   Gerilla, çatışma, barışma…
Eğer işin içinde değilsek, yani savaşma sürecinin aktif öznelerinden biri değilsek, bir örgütün hiyerarşik yapısı içinde değilsek dışarıdan gerillaya çatışması gerekliliği ya da barışması gerekliliğini söylemek, dayatmak etik değildir. Gerillanın mensubu olduğu hareket, (siyasi yapının) alacağı kararları küçümsemek  ya da abartmanın anlamı yok. bağımsızlık için savaşılan dönemlerde “bir avuç maceraperest” dedikten sonra, bunca siyasi imkan doğduktan sonra gerillayı özerkçi diye küçümsemek de Burkay kurnazlığı olsa gerek. Burkay dedim çünkü sınıfsal, siyasal bir adı yok bunun… Kar kış, dağ, yar gerillanın sırtına ayrıca yük bindirmenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Onlar zaten yeterince yüklü… Muhtemelen ne yaptıklarını bilen birileri tarafından yönetiliyorlar.  Sert Kürdistan kışı dikkate alındığında Öcalan ile MİT arasındaki bu görüşmeler,  Öcalan açısından da -devlet samimi değilse - taktik olarak değerlendirilebilir. Ben, buna bahara yumuşak geçiş diyorum.
   Tam bu satırları yazdığım an Amed kırsalında çatışma başladı… Türk devletinde oyun bitmiyor, ama Öcalan da bunu fark edecek kadar zeki değil mi? En azından bizim fark ettiğimizi o da fark edemiyor mu? Ya bizden fazlasını fark ediyor ve görüyorsa? 

29 Aralık 2012

"Osmanlı leaks"- Stephan Gerlach'ın gözlemleri (1572-1575)


       Devşirme çocuklar
I574 yılının Ocak ayında 8.000 çocuk getirmişler. Bunlar başlarına sarı, sivri külahlar geçirirler, her sene kendilerine dayanıklı mavi kumaştan giysiler verirler. Acemioğlanlar, başlangıçta iki akçe gündelik alırlar ve bu miktar sürekli artırılır. Gençlerin bazıları  el sanatları öğrenirler, bazıları hayvanların bakımında ve gözetiminde kullanılırlar, bazıları da hizmet etmeleri için kibar ailelerin yanına verilip, orada nazik ve terbiyeli davranmayı öğrenirler, sonunda da padişahın hizmetine girerler. Bu gençler Türklerden de beterdir, çünkü hepsi hiçbir işe yaramayan serseri takımıdır, Hıristiyanlara ve Yahudilere her türlü eziyeti yaparlar ve evlerine girip savaştaki yağmacılar gibi davranırlar. Onlara bir taler verildiğinde hiç tanımadıkları bir insanı fena halde, hatta öldürünceye kadar döverler. Yeniçerilerden ölen ya da öldürülen olursa, onun yerine bu gençlerden birini geçirirler.
        Padişahın seks hayatı
Türklerin hükümdarı bir kadına ihtiyaç duyduğu zaman, kadınlarının  yaşadığı bölüme [harem] gider, düzenli bir biçimde karşısında dizili duran cariyelerini gözden geçirir ve en çok hoşlandığı cariyeye mendilini atar, o da bu işareti anlar ve padişahın eşinin yanına giderek mendili ona gösterir. Padişahın eşi onu giydirip kuşatır, süsler ve padişaha yollar. Bizim kadınlarımız böyle bir şeyi asla yapmazlar.
           Sadrazam- suç ceza
Türk devleti  vezir - paşa tarafından yönetilmektedir. [Sokullu] Mehmed Paşa, padişahtan sonra gelen en önemli yöneticidir. Diğer paşalar, beylerbeyi, sancakbeyi gibi yöneticiler ve görevliler hep ona tabidirler. Mehmed Paşa, Hırvatistan'dan gelme yaşlı, uzun boylu, iriyarı bir adamdır. Padişah onu kızıyla evlendirmiştir. Üstelik bütün Alman asilzadelerinden daha zengindir. Konstantinopolis'te tümüyle mermerden çok güzel bir cami ve ona bağlı çeşitli binalar yaptırmıştır. Bergasch'da da [Lüleburgaz] bir cami ve olağanüstü güzellikte bir kervansaray, başka yerlerde de bunlara benzer mükemmel binalar inşa ettirmiştir. Türkiye' deki bütün işler onun denetiminden geçer. Bugün yalancı şahitlik eden dört kişiyi cezalandırmak amacıyla eşeğe ters bindirip ellerine dizgin yerine eşeğin kuyruğunu verdiler ve bu şekilde kentin sokaklarında dolaştırdılar. Ayrıca yanaklarını ve alnını dağlayarak birer işaret kondurdular ve yüzlerini de boyadılar. Bu cezanın sebebi de şu:
           Bir Türk kadını evlenirken kendisine babasının verdiği (ve kocasının kendi ihtiyaçları için harcamak hakkına sahip olmadığı) paranın bir bölümünü kocasına belli bir süre için borç vermiş. Bu süre bitince, kadın parasını geri istemiş. Ama adam bu parayı bir süre önce iade ettiğini ileri sürmüş. Olay bir davaya dönüşmüş ve kadıya başvuruImuş. Adam kendini doğrulayacak dört tanık bulmuş. (Macaristan'da olduğu gibi, Türkiye' de de az bir para karşılığında konu hakkında hiçbir bilgileri olmadığı halde tanıklık yapacak dört, beş ya da altı kişi bulmak çok yaygın bir uygulamadır.) Kadı tanıklara dava konusunda bazı ayrıntıları sorunca (ki bu çok ender rastlanan bir olaydır, çünkü bazen kadılar da tanıklar gibi para karşılığında istenileni yaparlar), tanıkların yalan söylediği ve adamın kansına borcunu ödemediği anlaşılmış. Bundan kısa süre önce bir Yahudi, sattığı kumaşlara çok yüksek fiyat koyduğu için, ceza olarak burnunun alt kısmından bir bağ ipi geçirildi ve bir görevli bu ipten tutarak onu kentin sokaklarında dolaştırdı. Bu cezanın kendisine hangi nedenle verildiği anlaşılsın diye adam kumaşı da elinde taşımak zorundaydı. Herhangi bir kötü davranışla ilgili dava görüleceği zaman, davalı ya da suçlu kişi, Divan toplantısının yapıldığı yerin yakınlarında bulunan küçük bir odacığa götürülür ve orada itirafta bulununcaya kadar kendisine işkence uygulanır veya tabanlarına birkaç yüz sopa vurulur [falakal.) Davalı suçunu itiraf eder etmez, iş fazla uzatılmadan, suçlu ya ipe çekilir, ya da çengele asılır. Bu yöntemle bazı kişiler, işkence sırasında çektikleri acılara dayanamayıp, çoğu zaman işlemedikleri bir suçu üstlenirler. İşte davalar burada böyle süratle yürütülüyor. Birisi hırsızlıkla ya da cinayetle suçlanırsa, ona gerçeği itiraf etmesi için dokuz çeşit işkence uygulanıyor. Etle tırnak aralarına uzun, sivri çubuklar sokuyorlar, ağzını zorla açıp boğazından aşağı su dolu ince temiz bir bez indiriyorlar, daha doğrusu bu beze su akıtarak gövdesinin içinde dolmasını sağladıktan sonra bezi hızla dışarıya çekiyorlar. Bu durumda çoğu kez zanlının boğazından kanlar gelir. Bazılarının da kollarını, bacaklarını çarka bağlayıp geriyorlar ve daha buna benzer pek çok işkenceler yaparak tutukluyu itirafa zorluyorlar. Hemen arkasından da hiç vakit kaybetmeden suçluyu ya darağacında sallandırıyorlar, ya kazığa oturtuyorlar veya çengele asıyorlar, ya da ayağına taş bağlayıp denize atıyorlar. Tutukluların pek çoğu işkence sırasında can verir. Eğer birisi suçsuz olarak tutuklanır ve işkencenin şiddetine dayanamayıp ölürse, alınyazısı böyleymiş diyerek işin içinden çıkarlar.

28 Aralık 2012

"Osmanlı Leaks" Osmanlı ve Roma arasında kısa bir istihbarat savaşıı


Stephan Gerlach’ın Türkiye Günlüğü kitabından istihbarat notları…

     Gerlach    İstanbul'a elçi olarak gönderilen "Sonnegk ve Preyburg Kontu" David Ungnad ile beraber, sefaret heyetinin protestan vaizi olarak geldi ve beş seneden fazla İstanbul’da kaldı. kaldı. “Efendim” dediği kişi David Ungnad’dır. Kendisi Kutsal Roma-Germen imparatoru I. Maximilian‘ın barış elçisidir.
     Saygıdeğer efendime habercilerinden birinin verdiği kesin bilgiye göre, Mehmed Paşa, Budin ve Temeşvar'daki paşalara bir mektup göndermiş ve onlara, silah ve erzaklarını takviye etmeleri talimatını vermiş. Hıristiyanlara karşı savaşıldığı dönemden beri toz toprak içinde bekletilmiş olan topları ortaya çıkartıp yeniden dökmelerini, Sava ırmağı kıyısında bulunan
Belgrad ve Budin'in erzak depolarını yiyecekle doldurmalarını buyurmuş. Demek ki onların barışı koruyacaklarına güvenmemek gerek.  Saygıdeğer efendim, Türklerin bize karşı uyguladıkları bu gibi kurnazca yöntemleri keşfedebilmek için masraftan kaçınmamaktadır.
Kendisinden önce gönderilen elçilerden hiçbiri bunu yapmamıştır. Böylece kah para ödeyerek, kah çeşitli akıl almaz yollardan, bu meseleleri bilen veya başkalarından öğrenebilen kişilerden, Türklerin başvurdukları hileler hakkında bilgi toplamaktadır. Türklerden Venedik, Lehistan, ErdeL,  Fransa, İspanya ve Macaristan ile ilişkilerine dair haberler de edinmektedir. Bu bilgi kaynaklarının arasında iki Macar var ki, ilişkilerini ve haberlerini hemen hemen her gün Latince ve Macarca olarak efendime göndermektedirler.
    Budin paşasının buradaki temsilcisi olan Peşteli bir kitip (secretarius), buradan efendisine gönderilen bütün mektupların bir kopyasını bize vereceğine ve böylece bizimkilerin bu bilgiler doğrultusunda önlem almalarını sağlayacağına söz verdi. Aynı şekilde padişahın zindanında bulunan bir Alman da, tutsaklarla mektup alışverişini gizlice sağlamaktadır. Budin' deki bir sipahi ve 'bir yeniçeri aracılığıyla da Gomorra' da bulunan Kielmann ile mektuplaşmak mümkün olmaktadır.
         Efendim, buradan dışarıya mektup göndermek için pek çok yollar bulmuştur. Bir Türk haberci, ileteceği mektupları bir kazmanın sapına gizlemektedir. Kanije' deki yöneticinin hizmetkarı olan bir Ragusalı, tüccar kılığına bürünüp, üzerine şüphe çekmeden başka Ragusalılarla birlikte bütün Türkiye'yi dolaşmaktadır. Ragusa ve Venedik ile ilgili başka haberciler de vardır.
    Bugün Erdel'deki bir çavuştan mektup aldık. Lehistan'daki seçimlere altı aday katılmış ve sonunda bir Lehistanlı asilzade seçilmiş. Ama seçilen kişi Lehistan tacını kabul etmek istemeyince, Erdel voyvodasını [Stephan Batory] seçmişler.
      Fark edilme riskine karşı limonlu kağıtlar
    12 Şubat'ta paşa, efendimden bir talepte bulundu: İmparatora gönderilen mektuplar önce paşaya okutulmalıymış. 14 Şubat'ta efendimin imparatora yollayacağı mektupların Türkçeye
çevrilmesi için paşa, [Divan tercümanı Frankfurtlu Ali Bey'i bizim elçiliğe gönderdi. Mektuplarda sakıncalı saydıkları herhangi bir ifade bulamadılar. Oysa tartışılan konular ve yaşanan olaylar bütün ayrıntılarıyla başka kağıtlara limon suyu ile yazdırıp Türklerin gözüne batmayacak bir biçimde gizlendi. Kağıdın üzerinde bir tek harf bile görülmüyordu. Efendim nişanlısına armağan olarak gönderdiği çeşit çeşit ipek kumaşlan bu kağıtlara sardı. İmparatora gönderilen mektubun satırları arasına da bildirilmesini gerekli gördüğü
bazı haberleri gene limon suyu ile yazdırdı. Paşa bunları fark etmedi.
Bugün efendimden öğrendiğime göre, Budin'de bulunan yedi çavuş onun hizmetindeymiş ve bunlar mektupları  iletmekle görevlendirilmiş olup, bu için her birine IS veya 20 taler ödeniyormuş. Eğer gizli bir mesaj getirirler ya da götürürlerse, kendisine bunu bildiren bir not bırakmaları tembihlenmiş. Padişahın armağanları geldiğinde, efendim paşadan bu çavuşların maaşlarını artırmasını rica edeceğine dair söz vermiş, bu vaatle onlara kendi işini yaptırıyormuş. Efendimin mektuplarını iletmek için Venedik üzerinden geçen yol tercih ediliyor. Çünkü evvelce mektupların alıcının eline geçmesi aylarca sürüyordu. Ama şimdi balta saplarına, şişelere veya temiz kağıt üzerine limon suyu ile yazılıp ipekli kumaşlara sarılarak 15 veya 10 günde yerine varmaları mümkün oluyor…

27 Aralık 2012

Başbakan bu defa haklı


Bu aralar Stephan Gerlach’ın 1573 ile 1576 yılları arasındaki Osmanlı topraklarında geçirdiği zaman tuttuğu günlükleri okuyorum. Türkis Noyan’nın çevirip Kemal Beydilli’nin editlediği Türkiye Günlüğü, iki ciltten oluşmaktadır. Gerlach, Roma-Germen imparatorunun barış elçisi olarak İstanbul’a yaklaşık yüz kişilik bir heyetle gönderilmiştir. Kitabın her satırı tarihsel açıdan muhteşem bilgilerle dolu. Ben, şimdilik sadece İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman ve Sarı Selim dönemindeki dinsei özgürlük durumunu konu edinen bölümlerden birkaç anekdotu alıntılıyorum. Sanırım Başbakan Erdoğan ve kimi Osmanlıcı aydınlar bazı görüşlerinde haklılar. Anti tezleri de destekleyecek birçok şey kitapta mevcut olmasına rağmen Kanuni’nin neden Muhteşem Süleyman olarak anıldığı  Gerlach’ın gözlemlerinden, notlarından anlaşılmaktadır. Gerlach üstelik çok büyük önyargılar ve Türklere düşmanlık duygularıyla yola çıkmış anladığım kadarıyla… Aynen alıntılıyorum:
   Yahudiler, kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmek için birtakım okullar ya da Sinagoglar kurmuşlardır. Bunların her birine belli bir miktar vergi ödeme yükümlülüğü getirilmiştir. Yahudiler bu parayı kendi aralarında paylaşırlar. Zenginler çok para öder, yoksullar ise ödemez, hatta bazılarının geçimleri bile bu okullar tarafından sağlanır. Kadılar hangi okulun zengin, hangisinin fakir olduğunu bilirler ve ona göre para isterler. Türklerde de belli camilerin belli cemaati vardır ve herkes hangi camiye bağlı olduğunu, nerede dua edeceğini ve her yıl hangi camiye ödeme yapacağını bilir. Her caminin yakınında bir kadı bulunur ve o cemaatteki anlaşmazlıklar çözüme kavuşturur, kadının yardımcıları, öldürme vakalarını önlemekle görevlidirler. Her caminin kendine ait bir geliri ve vakıfları da vardır. Hükümdarlar, paşalar ve zengin Türkler, camiye bağışta bulundukları gibi, camiye ait olup zanaatkârlara ve tüccarlara kiralanan dükkân ve işliklerden de gelir sağlanır. Bu yüzden Konstantinopolis'te bina ya da dükkân sahibi kimselere nadiren rastlanır, hemen hemen her işyeri bir caminin vakfına aittir ve orayı kullanan kişi, vakfa her yıl belli bir para öder. Her caminin kendine bağlı belli bir cemaati vardır ve bu insanlar günde beş kez camiye gidip dua etmek zorundadırlar. Duyduğuma göre, Hıristiyan dinini inkâr etmiş ve Müslüman olmuş oldukları halde Türklerin camilerine gitmek istemeyen, din konusunda özgür olmayı yeğleyen
"renegati Christiani" [dönme] diye adlandırılan kişiler (ki bunların sayısı çoktur), her gün kendileri adına camiye gidip dua edecek olan birisine yarım akçe verirler ya da bu parayı ceza olarak öderler.

      Bekârlar, hükümdarın hizmetinde olanlar, örneğin sipahiler vb. bu bakımdan serbesttirler, onlar isteklerine göre, camiye giderler veya gitmezler. Ama evi ve ailesi olup da evlerinin dışında uzun süre vakit geçirdikleri halde camiye gitmeyenler, oruç tutmayanlar, bütün komşularının düşmanlığını üzerlerine çekerler ve mahalle halkı, dinin icaplarını yerine getirmediği için ondan hesap sorar. Buna karşın kendi dört duvarı arasında inzivaya çekilmiş olanlar (solitari) ya da başkalarının yanına sığınmış olarak yaşayan kimseler bu konuda daha fazla özgürlüğe sahiptirler ve kendilerini savunmaları daha kolaydır. Sakız adasını ele geçirmiş olan Cenevizli tüccarlar, ada halkına her türlü eziyeti yapıyorlar, kızlarına, kadınlarına karşı ahlaksızca davranıyorlarmış. Ada halkının bu yüzden kendi istekleriyle Türklerin himayesine sığınmış oldukları tahmin ediliyor. Türkler Malta'dan dönerken [1566], onlara adada kimsenin silahlı olmadığını, tüccarların da kendilerini güvencede bildiklerini haber vermişler ve hemen gelip bir hamlede adayı işgal etmelerini önermişler. Türkler de bu öneriyi değerlendirmişler. Bu adanın tüccarların eline geçmesi hakkında da şu öyküyü anlattılar: Bir zamanlar Cenevizlilerin çok miktarda paraya gereksinimleri olmuş ve para temin etmek için bu adayı tüccarlara rehin vermişler. Gösterişli binaları, çok güzel kadınları, gürül gürül akan şirin derelerle sulanan verimli meyve bahçeleri olan bu adada bol bol nar, zeytin, limon, portakal gibi çeşitli meyveler yetişir. Orada 1 pferinig karşılığında 48 - 50 portakal satın almak mümkündür. Almanya'ya gönderilen Mastix ve Malvasier şaraplan burada yetişen üzümlerden yapılır. Adada pek az Türk yaşamaktadır. Ada halkı Türklerin yönetimini başkalarına tercih ettiği için, buradaki Hristiyanlara büyük özgürlükler tanınmıştır. Bu paşadan önce başvezirlik makamında Rüstem Paşa bulunuyormuş. Bu adam Sultan Süleyman'ı memleketinde sadece bir tek dine izin vermeye, özellikle de faydadan çok zarara neden olan Yahudileri ülkeden kovmaya ikna etmek istemiş. Bunun üzerine
       Sultan Süleyman beyaz ve sarı yapraklı bir çiçek koparmış ve paşaya, bu çiçeği beğenip beğenmediğini sormuş. Paşa da, elbette beğendiğini, çünkü onu bu biçimiyle yaratanın Tanrı olduğunu söylemiş. Bu sefer Sultan Süleyman çiçeğin bütün sarı yapraklarını yolmuş ve paşaya, çiçeği şimdi nasıl bulduğunu sormuş. Paşa da yanıt olarak, çiçeğin artık bütünlüğünden yoksun ve renksiz olduğunu söylemiş. Padişah bir başka çiçek koparmış ve onun da beyaz yapraklarını yolmuş, sonra da az önceki sorusunu yinelemiş. Paşa gene aynı cevabı vermiş. O zaman padişah demiş ki: "Madem çiçeklerin renkli olmalarını bir mükemmeliyet olarak kabul edip bundan hoşlanıyorsun, neden Tanrı'nın yaratmış olduğu insanların da çeşitliliklerini kabul etmiyorsun? Bir çiçekte ne kadar çok renk olursa, o kadar güzel görünür. Tıpkı bunun gibi Türkler beyaz, Müslümanlar yeşil, Rumlar mavi, Ermeniler beyaz, kırmızı ve mavi veya siyah renklerin karışımı, Yahudiler de sarı renkte sarık kullanırlar. Bu renklilik nasıl hoşa gidiyorsa, Tanrı da dinlerin çeşitliliğinden hoşlanır."
              TÜRKiYE GÜNLÜĞÜ
13 "Mühürlü toprak": Avrupalıların
"terra sigillata", Osmanlıların
"tıyn-ı mahtOm" adını verdikleri
bu toprağın şifa verici
özelliğine inanılırdı. Bu toprak
her yıl 6 Ağustos tarihinde belli
yerlerden kazılarak özel bir yörenle
çıkartılırdı. Sözü edilen
havari Yuhanna'dır -ç.n.

25 Aralık 2012

Özet Geçiyorum 4

Bu aralar oldukça yoğun bir şekilde Türk klasik romanlarını (Tanzimat dönemi) editliyorum, tashih yapıyorum. Haliyle sosyal ağlarda bulunmak fazlalık olurdu. Ama basından falan gelişmeleri izliyorum, değerlendiriyorum. Keşke bu romancılık üstüne bir şeyler yazsaydım. Hepimize bir dönem zorla okutulan bu romanları twitterden tarihçi bir arkadaşımla mail yoluyla bayağı çözümledik. İlginç detaylar çıktı, dönemin siyasi, sosyal yaşantılarına dair. Bir ara ilginç birkaç anekdot yazacağım.
1.       Rektörlerin ODTÜ öğrencilerinin protesto ve gösteri haklarına yönelik yaptığı açıklama birkaç olayla tarihsel bağ kurmama vesile oldu. Bunların başında “Alman olamayan ruha” karşı 1933 mayısında düzenlenen Nazi kitap yakma seremonilerini anımsattı. 1 Mayıs 1933 yılında      Nürnberg üniversitesi rektörü olarak atanan Heideger, 10 Mayıs’taki kitap yakma törenlerini organize eder,  yakılmasına göz yumar. Yine hocası Edmund Husserl’i Yahudi olduğu gerekçesiyle üniversite kütüphanesine almaz. Birçok Yahudi hoca ve öğrenciyi üniversiteden kovar. Komünist öğrencilerin şiddet görmesine engel olmadığı gibi kışkırtır da… (Rivayet ediliyor.)  Alman Öğrenci Birliği tarafından 10 Mayıs ile 21 Haziran 1933 tarihleri arasında düzenlenen bu kitap avında Bertolt Brecht, Lion Feuchtwanger ve Alfred Kerr gibi Alman yazarlarla Hemingway ile Helen Keller gibi ABD’li yazarların da eserleri vardı. Helen Keller, çocukluğundan itibaren kör, sağır ve dilsizdir. Bu kitap avında bence en dikkat çekici isimdir. Keller, tüm bu engellere rağmen müthiş bir yaşama sevincine sahiptir. Amerikalı sosyalistlerden de biridir. Nazilerin, Keller’i hedef yapmasında hem onun sosyalist kimliği hem de engelli oluşu etkilidir. Zira saf, temiz, engelsiz, ahlaklı toplum ideali kitap yakan güruhun ortak amacıydı.
2.       Kişisel hikayemde de Stalinci sola duyduğum tepkinin ilk nüveleri Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’sunu  okuduktan sonra lise son sınıftayken atılmıştı. Ergani Öğretmen Lisesinde okurken Ergani’de liseler arası bilgi yarışması düzenlenmişti. Liseyi temsilen okul idaresi benle 2 arkadaşı seçmişti. Fakat seçilen diğer iki arkadaşın Hizbullahçı örgütlenmelerle ilgisi olduğu gerekçesiyle yarışmaya katılamayacağımı idareye bildirdim, idare de zaten günlerdir 6/Mat sınıfı olarak sürdürdüğümüz ders boykotlarını da kırmak istiyordu. 17 gerillanın Siirt kırsalında vurulmasıyla buna katliam deyip boykot etmiştik dersleri. Neyse sonunda istediğim iki arkadaşı alarak yarışmaya katıldım. Eser, radikal bir arkadaşımdı. Siirt - Baykanlıydı. Kürtlükle yeni tanışıyor Şeyh Sait çizgisinin kurtuluş olduğuna inanıyordu. Burhan ise sosyalist bir Kürt’tü. Silvan’ın sosyalist ailelerinden birinin çocuğuydu. Bilgi yarışmasında lise olarak birinci olmuştuk. Ayrıca ben de kişisel düzeyde ödüllendirilmiştim Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından. Bana da Doktor Jivago kitabı hediye edilmişti, bir de bir kalem… Derken kitabı okudum. (Aklımda hala Tonya, Lara ve Jivago üçgeni var.) kitaptan sonra arkadaşlarımdan gizli gizli kütüphaneye giriyor, sürekli Stalin dönemini araştırmaya başlamıştım. Araştırdıkça korkunç şeylerle karşılaşıyordum. Solcu kimya öğretmenimiz Zeki Bey’e de durumu sürekli soruyordum. Zeki Bey, kişilere, olaylara değil fikre takılmam gerektiğini belirtiyordu. İkna da oluyordum. Sonra araştırdıkça Stalin ve Kruşçev’in tepkisini çeken Pasternak’ın diktatörün işaret fişeğiyle yüzlerce Sovyet yazarının gözünde hain olduğunu öğrenecektim. Bunlara Şolohov dahildi. Yüzlerce yazar Stalin’in, sonradan Kruşçev’in sonra da Pravda gazetesinin işareti üzerine Pasternak karşıtı bildiri yayınlıyorlar, Pasternak’ın lincini alkışlıyorlar. ODTÜ’de en demokratik haklarını kullanan öğrencilere Türk rektörlerin bildirisini görünce yüzümde acı bir ifade belirdi. Pasternak’ı linç edenlerle ODTÜ’lü öğrencileri linç eden temel mantık devlet ve iktidar mantığıdır sonucunu tekrar tekrar hafızama kazıdım. (Bu arada bilgi yarışmasındaki arkadaşlarımdan Eser ve Burhan da, ikisi de dağa gittiler, sonradan öğrendim. Eser yaşamını yitirdi, Burhan teslim oldu. Burhan ile karşılaşma imkânı bulmuştum, bana, “1990lar Kürt hareketi için aynı zamanda düşmanına benzeme dönemidir.” demişti. Bana birkaç Pasternak benzeri hikâye de anlattı.
   Roboski’nin failleri kimlerdir? (Yıldıray Oğur’a cevaben)
-          Emre Uslu’nun komplolarını inceltip sunmana gerek yok Yıldıraycım. Evet bir devlet var, bu devlet de kuruluş amacı ve felsefesi gereği yer yer, zaman zaman derin olmak durumundadır. Bundan muaf değildir AKP hükümeti ve cemaat… Yüksekova (GEVER), Hakkari (Çolemerg) ve Diyarbakır’da gösteriler olduğunda, Newroz için yüzbinlerce kişi ayağa kalktığında helikopterleri, uçakları kim devlet gücünü göstermek için kaldırıp Kürdistan’da uçurtuyorsa Roboski’yi de o ya da onlar bombalattı.  Bu sorunun cevabı bu kadar basit. Geçmişte Başbuğlar, Işık paşalar günümüzde Özeller falan… Kahin olmaya gerek yok, sokağa dökülen insanlara uçak ve helikopter sortileriyle gözdağı veren devlet (hükümeti, genelkurmayı, istihbaratıyla) ortak bir karar alıp Roboski’i bombalattı. Ha 34 sivil değil de PKK’li vurulsaydı da bu, bir katliamdır. Sen ve avenen bu şekliyle bir insanlığa ulaştığınızda bir daha görüşelim, devlet ve derinliği hakkında.  


self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.