Social Icons

.

Pages

29 Ekim 2009

“SOYSUZLAR ÇETESİ”NDEN SOYLU ELEŞTİRMENLERE

10/9/2009 · Kategori: Kültür, Sanat
Ve nihayet “Soysuzlar Çetesi” benim de eleştiri alanıma girdi. Anlı şanlı sinema eleştirmenlerimizin akademik-makale tarzındaki eleştirilerinden ziyade izleyici yorumlarını daha çok önemsedim. Beş gün arayla iki defa izleyince iki grup izleyici tepkisiyle karşılaştım. İsterseniz sanatı algılama ve yorumlama biçimi üzerine az da olsa, kıt da olsa “alımlama estetiği” diye bir konudan söz edelim.
  Bir sanat ürününün anlamı ürün içerisinde hazır yiyecek gibi sunulmaz, eserin tamamına parça parça yayılmış ipuçlarından hareketle izleyici ya da okuyucu ya da yorumlayıcı metnin(ürünün) derin anlamını yani arka planını değişik tarihsel göndermeler ve bilgiler, birikimler yoluyla kendisi oluşturur. Ya da oluşturmalıdır diyerek öznel yargılı be gereklilik cümlesi kuralım. İşte okurun ya da izleyicinin kendisince oluşturduğu bu derin anlam olayına biz alımlama estetiği diyoruz. Sahne sanatlarında öteden beri üç ana alılmamadan söz edebiliriz. Klasik alılmama(özdeşlik kurma; bir ideolojik alanın bütün pozitif içeriğiyle bütünleşme)… Modern alımlama ( bir ideolojik alanın içeriğini kişinin işine geleni ayıklayıp sahiplenmesi ve koruması)…Post modern alımlama ( bir ideolojik alanın tüm içeriğine yabancılaşarak objektif tespitlerde bulunma)… Sanat ürünlerinde sözü edilen kişiler, konu edilen olaylar gerçek yaşam dünyasından olmayabilir; Kurmaca bir dünyanın öğeleridir onlar. Ama bu kurmaca dünyanın gerçek yaşamınkine benzeyen standartları,  yaşam biçimleri, inanışları söz konusudur. Kurmaca eser dış dünyayı olduğu gibi yansıtmadığı için gerçeklikle ilişkisi, metin dışı tarihsel, toplumsal, kültürel birikimlerde aranmalıdır.  Kurmaca eserin gerçeklikle ilişkisi ideoloji yönündendir.
    Sinemanın ideolojik unsurlarla bağlantısı birkaç yıl öncesine kadar daha net görülebiliyordu, ama sinema teknolojisi, sinema metni, ve sinema oyunculuğu kalitesi geliştikçe iç içe geçmiş ideolojik unsurlar ayrıştırmada kafa karışıklığı yaşıyoruz ve söz konusu eserin arka planını görmekte zorlanıyoruz. Bir kişi “Bizi güçlü yapacak olan ancak ve ancak güçlü devlettir.”tezine inanıyorsa milliyetçi yönelimli bir izleyici, okur, eleştirmen ya da çevreci” olur. (Burada güçlü ordu güçlü Türkiye sloganındaki saçma faşist art-planı lanetlediğimi de belirtmeden geçemeyeceğim, bu slogan sahipleri de tüm sanatsal ve sinemasal çalışmaları öldürme ve ölme olayını romantize etmenin de ötesinde şiddeti kitlelerin normal kabul edebilecekleri bir indirgemeciliğe dönüştürürler.)Sanatın günümüzdeki toplumsal etkilerini kapitalizmin masalı olarak gören kişi ise sosyalist bir eleştirmen, izleyici, okur ya da çevrecidir. Muhafazakar biri de sanatın ya da sinemanın ancak “kendi köklerimize sıkı sıkıya sarılmakla” kurutulacağına inanır. Kadının sanat ve sinemada hak ettiği yeri alması gerekir ki toplumsal estetik gelişsin mantığını sürdüren feministlere de böyle bir göndermeyi farz sayıp asıl konumuza dönelim.
   İşte her karesinde Tarantino’nun kendi estetiği sinmiş bir sinema filmi; “Soysuzlar Çetesi”… İkinci izleyişimde filmin Türkçe çevirisinin “Şerefsiz Piçler” olması gerektiğini söyleyen anlı şanlı Türk sevgilimin bu kaygısını da anlamlı görmüyor değilim. Filmi izleyen ve yorumlayanların çeşitli açılardan eleştirilerini dikkate alıp kendi estetiğimi oluşturma dışında hiçbir kaygımın da olmadığını belirteyim.
Görüş 1. Tam bir Tarantino Filmi ve Brad Pitt gişe amaçlı kullanılan sarı kafalı bir oyuncu, elit entel filmi.
Karşıt görüş(Benim görüşüm): Tarantino, modern dünyanın kalıpları dışında sinema olayına el atan ciddi bir eleştirmendir de aynı zamanda. Böyle bir yönetmenin sinema yaparken kendi mesajını çok izlenmişlik üzerinden vermesi kadar doğal bir şey olamaz diye düşünüyor ve az önce sözünü ettiğim modern ayıklamacılıkla “işine geleni gör ve öv, sana uymayanı tukaka göster” anlayışından olanın sıradan, ipe sapa gelmez eleştirisi diyorum. Kaldı ki bu tip izleyiciler genelde filmlerde eserin gerçeklikle birebir ilişkisini esas alırlar, yaşadıkları kafa karışıklıkları da aslında modern cehaletlerinde saklı. Sözgelimi, Türkiye’de Kürt sorununu anlatan bir film olsa ve bu filmin ana sorunsalı da “eşit şartlarda yaşamanın sancıları” olsa muhtemelen bin bir inkârla filmin tüm havasını şu veya bu nedenle reddetme telaşına girerler. (Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet eleştirilerine bakınız.) üzerinde pek durulacak eleştirileri değildir.
Görüş 2: Hayatımda izlediğim en kötü üç filmden biriydi. Dağınık, izleyiciyi tamamen yok sayan, kendi egolarını tatmin etmeye çalışıp bunu başaramayan bir yönetmen işi.
Karşıt görüş (Benim görüşüm): Hayat ya da sanat ya da bambaşka bir insani etkinlik bu tip izleyiciler açısından siyah ya da beyazdır. Yaşadıkları zihinsel tembellik bunların temel sorunudur. Oysa ciddi bir sinema izleyiciliği olsa Tarantino’nun çok parçalı ve bir o kadar da çok dağınık konularını nasıl 158 dakikalık bir zaman diliminde toparladığını görür. İşte Klasik alımlamanın esir aldığı zihin tembeli çocukça bir bakış açısı. Oysa zaman kırılmalarıyla enfes anlatımlarla ortaya konan yüzlerce film ya da edebiyat metni vardır. Sondan başlayıp parça parça geriye giden yığınlarca eser vardır. Zaten birkaç bölümden oluşan film bir çatı altındaki muhteşem finaliyle konuyu toparlamış. Tabi 2.Dünya savaşı temalı filmlere göndermeleri de bu bölümlemenin gerekçeleri olabilir. “Sinema tarihindeki birçok yapıttan ödünç alınmış kadrajlar, üsluplar ve göndermelerle dolu bir seyirlik.”
Görüş 3: "Tarantino filmlerini herkes anlayamaz ya da tam bir tarantino başyapıtı" diyen arkadaşların ne kadar Tarantino cahili olduğu ortada. Deathproof filminden sonra en kötü film olarak bu film gelir. Kendi ürünü olduğunu vurgulayabilmek için filme zoraki bir şeyler ekleme çabası, arada kalmış, yarı ciddi yarı Tarantino etiketi, Brad Pitt seyircisi çekme isteği derken son derece sırıtan bir film olmuş. Yahu kardeşim ne kasıyorsun kendini illa kendini imzanı filmden sonra değil de filmde mi atacaksın. Bu Tarantino bir tane ağır bir film çekemeyecek mi? Bari Nazi konulu bir film yaparken de azcık ciddileşemez mi bir insan evladı ? Konusu itibariyle hiç yaratıcı olmayan ve “Schnidlerin Listesi, Piyanist” ya da “Hayat Güzeldir.” filmleri varken niye bu kadar basit seviyede bir senaryoyla yeni bir Nazi filmi çekmeye kasmış Tarantino? seyirci bir türlü anlam veremedi gitti. Brad Pitt oynadığı kumarı kaybetmiştir. Bu filmden büyük para kaldırdı belki Tarantino ile el sıkışarak ancak oyunculuğu son derece gölgede kaldı.
Benim Görüşüm (Karşıt Görüş): Bu eleştiri ilk bakışta sanki sağlam bir izleyici görüşü gibi dursa da en arızalı izleyici görüşü ya da eleştirisi olarak göze çarpar. Bir defa çok bilmişliğiyle! Filmi beğenen izleyiciyi mi eleştiriyor, oyunculuğu mu eleştiriyor yoksa Tarantino çizgisini mi eleştiriyor, belli değil. Hani bu kadar yüksek perdeden yönetmen eleştirisi sahiden arıza zihin ürünü olsa gerek. Sanki sanatın her bir olayı olduğu gibi, en gerçekçi ciddiyetle vermiş olması gerekiyor ki sanat sayılsın mantığı. Bu da tipik modern ayıklamacılık mantığı. Sanatın binbir gösterme yöntemi vardır ki ironik göndermelerle gösterileni en etkilisi ve beğenilenidir. Her güldüğünüzde; gülünç bulduğunuz şeyin ille de komik olması gerekmiyor, acı çekerken bile gülebiliyorsunuz. Tarantino filmde ne yapmış? Bugüne kadar savaş filmlerinde gördüğümüz estetize edilmiş subaycılığın, kişiliğin ve nice anlı şanlı kahramanlığın gülünç de olabileceğini gözümüze sokmuş. (Bu tiplere göre Atatürk, yemez, içmez, sevişmez, karga kovalamaz, seks yapmaz, sıçmaz vs vs) Albay Landa’nın filmin ilk sahnesinde (Christoph Waltz) Perrier LaPadit’in evine mecburi ağırlanacak konuk listesinden girmesi esnasındaki süt içmesindeki tüm ayrıntıları gösterip adeta süt içerken geğiren, böğüren bir Alman subayı sanırım bu tiplerin zoruna gitmiş. Ya da Albay Landa’nın, Von Hammersmark’a (Diana Kruger) olan aşkının korkunç bir sonla gösterilmesi de bu tiplerin anlayamadığı bir albay kompleksinin “acaba kendi ordularındaki albaylara da sirayet etmiş midir?” endişesinden başka bir şey değildir.
    Bu arada çok ünlü şanlı gazeteci tayfası “Soysuzlar Çetesi’nin” gönderme yaptığı birkaç filmi saymış. Alın benden de bir katkı, henüz herhangi bir gazeteciden okumadınız. Bayan Von Hammersmark’ın İngiliz ajan teğmen Archie Hicox ve Soysuzlardan bir ekiple buluşması sahnesi Charlotte Gray filmine de bir göndermedir. Neler geçiyordu o filmde? “Senaryosu Sebastian Faulks'un 'Die Liebe der Charlotte Gray' adlı romanında uyarlanan film, İkinci Dünya Savaşı sırasında genç bir İskoç kadının yaşadıklarını konu ediyor. Charlotte Gray, İngiltere'de bir partide tanıştığı genç pilot Peter'a aşık olur. Ancak savaş devam etmektedir ve görev Peter'i beklemektedir. Peter'in uçağının Fransa'da düştüğü haberini alan Charlotte, İngiliz Özel Operasyon Birliği'ne katılır ve sevgilisini aramak için Fransa'ya gider. Burada Naziler'e karşı faaliyet gösteren komünist bir grupla karşılaşır ve grup lideri Julien'le yakınlaşmaya başlar.” Bu arada Charlotte Gray’i canlandıran hatun Katie Blanchet. Tarantino, bu filmde Yahudi Dreyfus ailesinin bir üyesinin adı da Cahrlotte’dir. Tabii, filmin ilk sahnesinde Dreyfus’ları aramaya gelen “Yahudi avcılarının” gösterilmesi de ilk dakikadan itibaren kovboy filmlerindeki yorgun yankeleri andırmakta ise de Yahudi ailenin “Dreyfuslar” diye adlandırılması da garip bir gönderme olabilir. Yüzbaşı Alfred Dreyfus da yahudiydi. Acaba Tarantino da kendini, Dreyfus Davasında Emile Zola olarak mı görüyor? Diye düşünmeden edemiyorum. Tarantino, bu andan itibaren biz izleyicilere “Siz şiddeti iliklerine kadar görmek istiyorsunuz, ben de size en hasını göstereceğim.”diyerek izleyiciyi aslında birey olarak kendisiyle yüzleştiriyor. İşin özeti bu. Hepimiz görmek isteğimizi görüyoruz, gülmek isteğimize gülüyoruz, ağlamak istediğimize ağlıyoruz. “Walkyrie Operasyonu” filmine gönderme ve Kino Operasyonu ile bu göndermeyi gülünç olarak göstermek da işin başka boyutu. Eminim ciddi savaş sahneleri isteyenler, aslında hayranlık duyduğu kafa derisi yüzenler, beyzbol sopasıyla adam öldürenler ve bir yığın Alman’ı bir sinema salonunda yakan genç ve küstah Yahudi kız Sosshanna’nın hislerinin tercümanı olmuşlardır. Doya doya içlerindeki canavara duygu içirip patlatmışlardır.
Filmdeki uzun diyaloglar ve bu diyalogların içeriği tek bir kelimesi bile kaçırılmayacak derinlikteydi. Hele şu İngiliz ajanlarıyla Alman askerlerinin oyun oynadıkları bardaki diyaloglar olağanüstüydü. Hitler’in, Gobbels’in, Bormann’in Görüng’in aynı mekanda öldürülmeleri ise epey iç rahatlatıcı,… İnsan düşünmeden edemiyor, acaba bu Hitler egosundaki çağımızın savaş çığırtkanlarını bir yerleşkede mi toplamalı diye…!
    Söz konusu film üstüne çokça eleştiri yapıldı gazetelerde, dergilerde, bloglarda, ben size farklı açıdan film eleştirisi yaptım. Eğer işiniz yoksa az da paranız varsa “Soysuzlar Çetesi”ni bir daha izleyin derim bu eleştiriden sonra.
                                          
azan:Bestenegâr | Tarih: 2009-09-12 23:38:32
Konu: film eleştirisi
Sayın Lermontov, teknik olarak filmin teması, derinliği ve verdiği mesaj yönünden söylenecek pek fazla şey bırakmamışsınız bize... Ben, daha çok filmi genel olarak değerlendirmek ve karakterlere değinmek istiyorum... ama sizin de belirttiğiniz gibi film, isim olarak türkiye'de ''Soysuzlar Çetesi'' ismi ile gösterime girerek bir çok filmde olduğu gibi türkçeye yanlış çevrilmiş filmler listesinde yerini almıştır.. orjinal ismi ''Şerefsiz Piçler'' olmalıydı...


geçelim :)


''Quentin Tarantino'nun tarihe kaba bir öpücüğü''


Yüksek kalibreli bir film yapımcısı olarak sinema alanında kendini kanıtlamış olan Quentin Tarantino'nun zekice ve cesurca projelendirdiği bu kanlı ve görkemli film için intikam fantezisi ya da Tarantino' nun arsızca, cüretkârca işlediği ıslak rüyası denilebilir... Filmdeki kanlı şiddet görüntüleri zekice yazılmış diyaloglar ile öyle bir dengelenmiş ki, izlediğiniz işkence görüntülerine gülebiliyor ve hattâ kahkaha atabiliyorsunuz... Bu noktada, film için en iyi savaş filmidir diyenlere şaşıyorum, çünkü bu film savaş filmi değildir, bilâkis bu film şimdiye kadar yapılmış savaş filmlerine karşı bir göndermedir... Tarantino, kendine has yöntem ile kurguladığı bu filmle şimdiye kadar yapılan sayısız tarih ve savaş filmlerini bombardımana tutmuştur...


Film 5 ayrı bölümden oluşuyor... Tarantino daha önceki filmlerinde de olduğu gibi tıpkı bölümlere ayrılan romanlar gibi bu filmi de 5 ayrı bölüme ayırmıştır... Film için çok uzun diyaloglar vardı ve uzun filmdi diyenler aslında bir bütün hâlinde düşünürlerse ilk ve son sahne arasında gelişen tüm bölümler birbirine zekice parçalar hâlinde en uygun şekilde bağlanmış ve geride kalan 2 saatte her şeyi yerleşik şekilde sunulmuş olduğunu göreceklerdir... Her bölümde yer alan gerek uzun diyaloglar, gerekse akıl almaz şiddet görüntüleri olağanüstü telkâri üslup ile disiplinli şekilde dinamik sinematik enerji ile sahnelenen parçaların birer elemanı olarak bezenmiştir...


Filmin 20 dakikalık nefesleri kesen muhteşem açılış sahnesi, 1941 yılında Yahudi avcısı albay Hans Landa' nın (Christoph Waltz) Fransa' da bir çiftlikte sütçülük yapan Yahudi bir aileyi katletmesi ile başlar... Bu katliamdan ailenin üç kızından biri olan Shosanna (Melanie Laurent) kaçmayı başarır... ileriki bölümlerde parise yerleşmiş, uydurma bir kimlikle sinema sahibi olarak karşımıza çıkacaktır...


İkinci bölümde, Teğmen Aldo Raine (Brad Pitt) liderliğinde intikam için yahudi bir gurup asker ile hedefe yönelik eylem girişimleri düzenler...


Bir sonraki bölümde Alman sinema oyuncusu ve aynı zamanda gizli ajan Bridget Von Hammersmark (Diane Kruger) ile Teğmen Aldo Raine'nin (Brad Pitt) yolları kesişir ve iş birliği yaparlar... diğer taraftan sinema sahibi olarak karşımıza çıkan Shosanna (Melanie Laurent) ailesinin intikamı için sinemasında yapılacak olan galayı fırsat bilerek tüm Nazi liderlerinin yer alacağı galada sinema salonunu yakarak hepsini katledeceği dahiyane bir intikam planı geliştirir... Ve film, şimdiye kadar nasıl öldüğü konusunda hâlâ kesin bir bilgi olmayan Hitler' in ve Nazi liderlerinin Paris' te bir sinema salonunda Yahudi askerlerin taramalı tüfeklerle kurşuna dizilerek öldürülmesi ve yakılıp kül edilmesi ile son bulduğu muhteşem bir final sahnesi noktalanıyor...


Film, beş bölüm halinde gösterişli bir doruk sahnesi için dönüşümlü olarak farklı gurupların yolları arasında parçalara ayrılmıştır... tarantino' nun fırçasındaki renklerle muhteşem bir portre resmedilmiştir... ikinci dünya savaşının olaylarından yararlanılan, alternatif bir zaman çizgisinde mizah ve hiciv yönü yüksek dönem filmi diyebiliriz... Tarantino bu filmde sinema ve tarihin bükümlü iç manzarasına zikzaklı bir yolculuk yaparak, feminizm, kadın düşmanlığı, sadizm ve romantizmi çarpıştırarak tuhaf bir bağ kurmuştur...




Karakter analizine değinmekte fayda var... zaten filmde 3 simgesel karakter vardı... Bu üç karakter, Brad Pitt, Christoph Waltz ve Melanie Laurent oynadığı karakterlerdi...




İlk olarak Christoph Waltz' ın muhteşem oyunculuğuna değinmek gerekiyor... İnanılmaz performansı ile filmin en unutulmaz karakteri olmuştur. Yahudi avcısı lakabı ile rolünde neşeli, komik, konuşkan, zeki, görevinde kurnaz, kinci, ırkçı ama neşeli, sevimli ama duygusuz ve sakin üslubu ile izleyeni geren ve kusursuz performansı ile büyüleyen kötü, acımasız ''nazik Nazi'' yi canlandırıyordu... Irkçılığına, zulmüne ve yaptığı katliamlara rağmen bu nazik Nazi lideri öylesine büyülü bir oyunculuk sergiliyordu ki bırakın kızmayı, kin duymayı yer aldığı her sahnede izlerken yüzünüzde gülümsemeye sebep oluyordu... Hiç kuşkusuz filmin başarısında büyük rol oynuyordu bu kusursuz oyunculuk.... Zaten sinemada bilinen bir gerçek vardır: ''Kötü adam ne kadar başarılıysa film de o kadar başarılıdır.''... kısaca diyebilirim ki: bugüne kadar Anthony Hopkins' den sonra izlediğim en iyi kötü adam rolünü canlandırdı Christoph Waltz...


Filmin pilot ismi ise teğmen Aldo Raine rolü ile Brad Pitt' dir... Abartılmış düzgün aksanı ile oldukça sevimli, neşeli ve yer aldığı her sahnede gerek mimikleri ile gerekse ustaca sarp bir küstâhlıkla sergilediği oyunculuğu ile izleyeni kahkahalara boğan bir performans sergiliyor... Öyle ki nazı askerlerinin kafa derisini yüzdükleri, beyzbol sopası ile kafalarını parçaladıkları sahnelere bile kahkaha atabiliyorsunuz... Tarantino' nun kendisine biçtiği mizah gücü yüksek role öyle bir oturmuş ki, yeterliliği aşmış ve rolün yüzeyinde şöyle bir kaymak düşmüş kendisine...




Shosanna rolünü canlandıran Melanie Laurent filmde güzelliği ve cazibesi göz dolduruyordu... Film boyunca eksik etmediği kırmızı ruju ve filmin finalinde zekice planladığı toplu katliam sahnesinde giydiği kırmızı elbise ile filmin diğer bir kilit ismiydi...




Soysuzlar çetesi bana göre derin bir hüzün içeriyordu... seyirciyi, farklı teması, hem konu, hem eylem ve zengin metaforları ile Arap saçının asılı yaprakları gibi seyirciyi çeşitli duygulara gark eden ve çelişkili düşüncelere sevk eden çok güçlü sanat eseri olarak sinemaya damgasını vurmuştur...




Sonuç olarak, Quentin Tarantino gerçek tarihçilerin yazdığı yalan tarih hikâyeleri kadar komik, eğlenceli, neşeli dille eğlendiren, güldüren, keyif veren kendi fantastik alternatif tarih hikâyesini yazıp sahnelemiştir... Tarantino' nun en iyi filmi diyebileceğim bu filmde Tarantino yine izleyiciyi büyülemeyi başarmıştır...


Bu film için aslında kirli bir Oscar yemi diyebilirim... Varsın olsun; varsın daha iyisini yapan çıkana kadar gerek en iyi oyuncu, gerek en iyi yardımcı oyuncu ve en iyi yönetmen dalında tüm Oscar ödüllerini toplasın...


güzel yorumladım kabul edin ;)


self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.