Bu aralar Stephan
Gerlach’ın 1573 ile 1576 yılları arasındaki Osmanlı topraklarında geçirdiği
zaman tuttuğu günlükleri okuyorum. Türkis Noyan’nın çevirip Kemal Beydilli’nin
editlediği Türkiye Günlüğü, iki ciltten oluşmaktadır. Gerlach, Roma-Germen
imparatorunun barış elçisi olarak İstanbul’a yaklaşık yüz kişilik bir heyetle
gönderilmiştir. Kitabın her satırı tarihsel açıdan muhteşem bilgilerle dolu. Ben,
şimdilik sadece İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman ve Sarı Selim dönemindeki
dinsei özgürlük durumunu konu edinen bölümlerden birkaç anekdotu alıntılıyorum. Sanırım
Başbakan Erdoğan ve kimi Osmanlıcı aydınlar bazı görüşlerinde haklılar. Anti tezleri
de destekleyecek birçok şey kitapta mevcut olmasına rağmen Kanuni’nin neden Muhteşem Süleyman olarak anıldığı Gerlach’ın gözlemlerinden, notlarından anlaşılmaktadır.
Gerlach üstelik çok büyük önyargılar ve Türklere düşmanlık duygularıyla yola
çıkmış anladığım kadarıyla… Aynen alıntılıyorum:
Yahudiler,
kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmek için birtakım okullar ya da
Sinagoglar kurmuşlardır. Bunların
her birine belli bir miktar
vergi ödeme yükümlülüğü getirilmiştir.
Yahudiler bu parayı
kendi aralarında paylaşırlar.
Zenginler çok para öder,
yoksullar ise ödemez, hatta bazılarının geçimleri bile bu okullar tarafından sağlanır. Kadılar hangi
okulun zengin,
hangisinin fakir olduğunu bilirler
ve ona göre para isterler. Türklerde
de belli camilerin belli cemaati vardır
ve
herkes hangi camiye bağlı
olduğunu, nerede dua edeceğini
ve
her yıl hangi
camiye ödeme yapacağını bilir.
Her caminin yakınında bir
kadı bulunur ve o
cemaatteki anlaşmazlıklar çözüme
kavuşturur, kadının yardımcıları, öldürme
vakalarını önlemekle
görevlidirler. Her
caminin kendine ait bir geliri ve vakıfları
da
vardır. Hükümdarlar, paşalar ve zengin Türkler,
camiye bağışta bulundukları
gibi, camiye ait olup
zanaatkârlara ve tüccarlara kiralanan dükkân ve işliklerden de gelir sağlanır. Bu yüzden Konstantinopolis'te bina ya
da dükkân sahibi kimselere nadiren
rastlanır, hemen
hemen her işyeri bir
caminin vakfına aittir
ve orayı kullanan
kişi, vakfa her yıl belli bir para öder. Her caminin kendine bağlı belli bir cemaati vardır ve bu insanlar günde beş kez camiye gidip dua etmek zorundadırlar. Duyduğuma göre, Hıristiyan dinini
inkâr etmiş ve
Müslüman olmuş oldukları
halde Türklerin camilerine
gitmek istemeyen, din konusunda özgür olmayı
yeğleyen
"renegati
Christiani" [dönme] diye adlandırılan kişiler (ki
bunların sayısı çoktur),
her gün kendileri adına camiye
gidip dua edecek olan birisine yarım akçe
verirler ya da bu parayı ceza
olarak öderler.
Bekârlar, hükümdarın hizmetinde olanlar, örneğin sipahiler vb. bu bakımdan serbesttirler, onlar
isteklerine göre, camiye giderler veya gitmezler. Ama evi ve ailesi olup da
evlerinin dışında uzun
süre vakit geçirdikleri halde
camiye
gitmeyenler, oruç tutmayanlar, bütün komşularının
düşmanlığını üzerlerine çekerler ve mahalle halkı, dinin icaplarını
yerine getirmediği için
ondan hesap sorar. Buna karşın
kendi
dört duvarı arasında inzivaya
çekilmiş olanlar (solitari)
ya da başkalarının yanına sığınmış olarak
yaşayan kimseler
bu konuda daha fazla özgürlüğe
sahiptirler
ve kendilerini savunmaları daha kolaydır. Sakız adasını ele geçirmiş olan
Cenevizli tüccarlar, ada halkına her türlü eziyeti yapıyorlar, kızlarına, kadınlarına karşı
ahlaksızca davranıyorlarmış. Ada
halkının bu yüzden kendi istekleriyle Türklerin himayesine sığınmış oldukları tahmin ediliyor. Türkler Malta'dan dönerken
[1566], onlara adada
kimsenin silahlı olmadığını, tüccarların da kendilerini güvencede bildiklerini haber vermişler ve hemen gelip bir hamlede adayı işgal etmelerini önermişler. Türkler de bu öneriyi değerlendirmişler.
Bu adanın tüccarların
eline geçmesi hakkında da şu öyküyü anlattılar: Bir zamanlar Cenevizlilerin
çok miktarda paraya gereksinimleri olmuş
ve para temin etmek için bu adayı tüccarlara
rehin vermişler. Gösterişli binaları, çok güzel kadınları, gürül gürül akan şirin
derelerle sulanan verimli meyve
bahçeleri olan
bu adada bol bol nar, zeytin, limon, portakal gibi çeşitli meyveler yetişir. Orada 1 pferinig karşılığında 48 - 50 portakal satın
almak mümkündür. Almanya'ya gönderilen Mastix ve
Malvasier şaraplan burada yetişen üzümlerden
yapılır. Adada pek az Türk yaşamaktadır.
Ada halkı Türklerin yönetimini başkalarına tercih ettiği
için, buradaki Hristiyanlara büyük özgürlükler tanınmıştır. Bu paşadan önce başvezirlik makamında Rüstem
Paşa bulunuyormuş. Bu
adam Sultan Süleyman'ı memleketinde
sadece bir tek dine izin vermeye, özellikle de faydadan çok zarara neden olan
Yahudileri ülkeden kovmaya ikna etmek istemiş.
Bunun
üzerine
Sultan
Süleyman beyaz ve sarı yapraklı
bir
çiçek koparmış ve
paşaya, bu çiçeği beğenip beğenmediğini sormuş. Paşa da,
elbette beğendiğini, çünkü onu bu biçimiyle yaratanın Tanrı olduğunu söylemiş. Bu
sefer Sultan Süleyman çiçeğin
bütün
sarı yapraklarını yolmuş ve
paşaya, çiçeği şimdi nasıl bulduğunu sormuş. Paşa da
yanıt olarak, çiçeğin artık bütünlüğünden yoksun ve renksiz olduğunu söylemiş. Padişah bir
başka çiçek koparmış ve onun
da beyaz yapraklarını yolmuş, sonra
da az önceki sorusunu yinelemiş. Paşa
gene
aynı cevabı vermiş. O
zaman padişah demiş ki:
"Madem çiçeklerin renkli
olmalarını bir
mükemmeliyet olarak kabul edip bundan hoşlanıyorsun, neden Tanrı'nın yaratmış olduğu insanların da çeşitliliklerini kabul etmiyorsun? Bir çiçekte ne kadar
çok renk olursa, o kadar güzel görünür.
Tıpkı bunun
gibi Türkler beyaz, Müslümanlar yeşil, Rumlar
mavi, Ermeniler
beyaz, kırmızı ve
mavi veya siyah renklerin karışımı, Yahudiler de sarı renkte sarık kullanırlar.
Bu renklilik nasıl
hoşa gidiyorsa, Tanrı da dinlerin çeşitliliğinden
hoşlanır."
TÜRKiYE GÜNLÜĞÜ
13 "Mühürlü toprak": Avrupalıların
"terra
sigillata", Osmanlıların
"tıyn-ı mahtOm"
adını verdikleri
bu toprağın şifa verici
özelliğine inanılırdı. Bu toprak
her yıl 6 Ağustos
tarihinde
belli
yerlerden kazılarak özel bir yörenle
çıkartılırdı. Sözü edilen
havari Yuhanna'dır -ç.n.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder