Social Icons

.

Pages

27 Aralık 2012

Başbakan bu defa haklı


Bu aralar Stephan Gerlach’ın 1573 ile 1576 yılları arasındaki Osmanlı topraklarında geçirdiği zaman tuttuğu günlükleri okuyorum. Türkis Noyan’nın çevirip Kemal Beydilli’nin editlediği Türkiye Günlüğü, iki ciltten oluşmaktadır. Gerlach, Roma-Germen imparatorunun barış elçisi olarak İstanbul’a yaklaşık yüz kişilik bir heyetle gönderilmiştir. Kitabın her satırı tarihsel açıdan muhteşem bilgilerle dolu. Ben, şimdilik sadece İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman ve Sarı Selim dönemindeki dinsei özgürlük durumunu konu edinen bölümlerden birkaç anekdotu alıntılıyorum. Sanırım Başbakan Erdoğan ve kimi Osmanlıcı aydınlar bazı görüşlerinde haklılar. Anti tezleri de destekleyecek birçok şey kitapta mevcut olmasına rağmen Kanuni’nin neden Muhteşem Süleyman olarak anıldığı  Gerlach’ın gözlemlerinden, notlarından anlaşılmaktadır. Gerlach üstelik çok büyük önyargılar ve Türklere düşmanlık duygularıyla yola çıkmış anladığım kadarıyla… Aynen alıntılıyorum:
   Yahudiler, kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmek için birtakım okullar ya da Sinagoglar kurmuşlardır. Bunların her birine belli bir miktar vergi ödeme yükümlülüğü getirilmiştir. Yahudiler bu parayı kendi aralarında paylaşırlar. Zenginler çok para öder, yoksullar ise ödemez, hatta bazılarının geçimleri bile bu okullar tarafından sağlanır. Kadılar hangi okulun zengin, hangisinin fakir olduğunu bilirler ve ona göre para isterler. Türklerde de belli camilerin belli cemaati vardır ve herkes hangi camiye bağlı olduğunu, nerede dua edeceğini ve her yıl hangi camiye ödeme yapacağını bilir. Her caminin yakınında bir kadı bulunur ve o cemaatteki anlaşmazlıklar çözüme kavuşturur, kadının yardımcıları, öldürme vakalarını önlemekle görevlidirler. Her caminin kendine ait bir geliri ve vakıfları da vardır. Hükümdarlar, paşalar ve zengin Türkler, camiye bağışta bulundukları gibi, camiye ait olup zanaatkârlara ve tüccarlara kiralanan dükkân ve işliklerden de gelir sağlanır. Bu yüzden Konstantinopolis'te bina ya da dükkân sahibi kimselere nadiren rastlanır, hemen hemen her işyeri bir caminin vakfına aittir ve orayı kullanan kişi, vakfa her yıl belli bir para öder. Her caminin kendine bağlı belli bir cemaati vardır ve bu insanlar günde beş kez camiye gidip dua etmek zorundadırlar. Duyduğuma göre, Hıristiyan dinini inkâr etmiş ve Müslüman olmuş oldukları halde Türklerin camilerine gitmek istemeyen, din konusunda özgür olmayı yeğleyen
"renegati Christiani" [dönme] diye adlandırılan kişiler (ki bunların sayısı çoktur), her gün kendileri adına camiye gidip dua edecek olan birisine yarım akçe verirler ya da bu parayı ceza olarak öderler.

      Bekârlar, hükümdarın hizmetinde olanlar, örneğin sipahiler vb. bu bakımdan serbesttirler, onlar isteklerine göre, camiye giderler veya gitmezler. Ama evi ve ailesi olup da evlerinin dışında uzun süre vakit geçirdikleri halde camiye gitmeyenler, oruç tutmayanlar, bütün komşularının düşmanlığını üzerlerine çekerler ve mahalle halkı, dinin icaplarını yerine getirmediği için ondan hesap sorar. Buna karşın kendi dört duvarı arasında inzivaya çekilmiş olanlar (solitari) ya da başkalarının yanına sığınmış olarak yaşayan kimseler bu konuda daha fazla özgürlüğe sahiptirler ve kendilerini savunmaları daha kolaydır. Sakız adasını ele geçirmiş olan Cenevizli tüccarlar, ada halkına her türlü eziyeti yapıyorlar, kızlarına, kadınlarına karşı ahlaksızca davranıyorlarmış. Ada halkının bu yüzden kendi istekleriyle Türklerin himayesine sığınmış oldukları tahmin ediliyor. Türkler Malta'dan dönerken [1566], onlara adada kimsenin silahlı olmadığını, tüccarların da kendilerini güvencede bildiklerini haber vermişler ve hemen gelip bir hamlede adayı işgal etmelerini önermişler. Türkler de bu öneriyi değerlendirmişler. Bu adanın tüccarların eline geçmesi hakkında da şu öyküyü anlattılar: Bir zamanlar Cenevizlilerin çok miktarda paraya gereksinimleri olmuş ve para temin etmek için bu adayı tüccarlara rehin vermişler. Gösterişli binaları, çok güzel kadınları, gürül gürül akan şirin derelerle sulanan verimli meyve bahçeleri olan bu adada bol bol nar, zeytin, limon, portakal gibi çeşitli meyveler yetişir. Orada 1 pferinig karşılığında 48 - 50 portakal satın almak mümkündür. Almanya'ya gönderilen Mastix ve Malvasier şaraplan burada yetişen üzümlerden yapılır. Adada pek az Türk yaşamaktadır. Ada halkı Türklerin yönetimini başkalarına tercih ettiği için, buradaki Hristiyanlara büyük özgürlükler tanınmıştır. Bu paşadan önce başvezirlik makamında Rüstem Paşa bulunuyormuş. Bu adam Sultan Süleyman'ı memleketinde sadece bir tek dine izin vermeye, özellikle de faydadan çok zarara neden olan Yahudileri ülkeden kovmaya ikna etmek istemiş. Bunun üzerine
       Sultan Süleyman beyaz ve sarı yapraklı bir çiçek koparmış ve paşaya, bu çiçeği beğenip beğenmediğini sormuş. Paşa da, elbette beğendiğini, çünkü onu bu biçimiyle yaratanın Tanrı olduğunu söylemiş. Bu sefer Sultan Süleyman çiçeğin bütün sarı yapraklarını yolmuş ve paşaya, çiçeği şimdi nasıl bulduğunu sormuş. Paşa da yanıt olarak, çiçeğin artık bütünlüğünden yoksun ve renksiz olduğunu söylemiş. Padişah bir başka çiçek koparmış ve onun da beyaz yapraklarını yolmuş, sonra da az önceki sorusunu yinelemiş. Paşa gene aynı cevabı vermiş. O zaman padişah demiş ki: "Madem çiçeklerin renkli olmalarını bir mükemmeliyet olarak kabul edip bundan hoşlanıyorsun, neden Tanrı'nın yaratmış olduğu insanların da çeşitliliklerini kabul etmiyorsun? Bir çiçekte ne kadar çok renk olursa, o kadar güzel görünür. Tıpkı bunun gibi Türkler beyaz, Müslümanlar yeşil, Rumlar mavi, Ermeniler beyaz, kırmızı ve mavi veya siyah renklerin karışımı, Yahudiler de sarı renkte sarık kullanırlar. Bu renklilik nasıl hoşa gidiyorsa, Tanrı da dinlerin çeşitliliğinden hoşlanır."
              TÜRKiYE GÜNLÜĞÜ
13 "Mühürlü toprak": Avrupalıların
"terra sigillata", Osmanlıların
"tıyn-ı mahtOm" adını verdikleri
bu toprağın şifa verici
özelliğine inanılırdı. Bu toprak
her yıl 6 Ağustos tarihinde belli
yerlerden kazılarak özel bir yörenle
çıkartılırdı. Sözü edilen
havari Yuhanna'dır -ç.n.

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.