Social Icons

.

Pages

30 Mayıs 2012

Özgür Gündem’den Sansür! Bu Yazımı Yayımlamadılar, Sebep: Çok Özgürlükçüsün


Son günlerde yaşanan çatışmalı süreçte bir daha görüldü ki başbakanımızın ve iktidar partisinin özgürlüklerini kısıtlamaya yönelik “Batı tandanslı, ahlaksızlar” merkezli anayasal baskı ve mahalle baskısı var. Mesela başbakanımız, ulusumuzun geleceğini tehlikede görüyor. Bunu her fırsatta dile getiriyor. Sanırım  Türk nüfusunun azaltılması gibi bir insanlık suçunu tüm uluslararası devlet kurumları, sivil toplum dernekleri, insan hakları kuruluşları, basın örgütleri MOSSAD ve KCK’nin başını  çektiği istihbarat ve silahsız örgütler planlı ve sinsi bir çalışma olarak yürütüyorlar. Başbakanımızın düşüncesini ifade etme hürriyetini kısıtlıyorlar. Bunu yaparken içerideki komprador, işbirlikçi, hain kişi ve kurumları seçiyorlar. Zaten bu hainlerin geçmişi araştırılsa bir şekilde 2.göbek Lenin’e, Trocki’ye 3.göbek bir başka Yahudi olan Marx’a çıkar. Elbette başbakanımızın sinirli, öfkeli hali eleştirilecek bir durumdur. Ama Tanrı aşkına BDP’nin çıkıp Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinden söz etmesinin yanında bu patlamaya hazır bomba gibi  görüntü veren başbakanımızın suratının ne önemi olabilir ki? Tarihte, başbakanının ağzı köpürüyor, salya sümük azınlık partisine saldırıyor diye hangi millet yıkılmış? Ama açın Alman tarihini okuyunuz,  kürtaj yaptıkları için ikiye bölünmüşler.

25 Mayıs 2012

En Çok Dokunulan İsim: Oscar Romero


1979 ilkbaharında El Salvador Başpiskoposu Oscar Arnulfo Romero, Vatikan’ı ziyaret etti. Papa II. Jean Pul ile bir görüşme ayarlamak için rica etti, yalvardı, yakardı:
-         -  Sıranı bekle.
-          - Söz veremeyiz.
-          - Yarına gel…
En sonunda kutsanmak için sıraya girmiş olan insanların arasına karışarak Kutsal Efendisine sürpriz yaptı. Ve onun birkaç dakikasını çalabildi. Rapor, fotoğraf ve tanıklıklardan oluşan kalın bir dosyayı ona teslim etmek istedi, ama Papa bu isteği geri çevirdi.
-         -  Benim bu kadar şeyi okuyacak vaktim yok.
Bunun üzerine Romero, binlerce Salvadorlunun askeri güçler tarafından yapılan işkenceler ve işlenen cinayetlere maruz kaldığını, bunların arasında çok sayıda Katolik ve beş papazın bulunduğunu ve sadece dün, yani görüşmenin arifesinde, ordunun 25 kişiyi katedralin kapısında delik deşik ettiğini kekeleyerek dile getirdi.
Kilisenin şefi sertçe onun sözünü kesti:
-         -  Abartmayın sayın Başpiskopos!
Görüşme kısa bir sürfe daha sürdü. Aziz Petrus’un mirasçısı istedi, talep etti, emretti:
-          Sizler hükümetle iyi geçinmek zorundasınız. İyi Bir Hıristiyan yetkili otoriteye sorun yaratmaz! Kilise barış ve uyum istiyor!
Bu görüşmeden on ay sonra Başpiskopos Romero, San Salvador’daki küçük bir kilisede kurşunlanarak öldürüldü. Kurşun, ayinin tam ortasında, kutsanmış ekmeği havaya kaldırdığı an onu yere serdi.
Papa, Roma’da cinayeti kınadı.
Ancak canileri kınamayı unuttu.
Yıllar sonra Cuscatlan Parkı’nda sonsuza kadar uzayan bir duvar iç savaşta ölenleri hatırlatır. Siyah mermerin üzerinde beyazla oyulmuş halde binlerce insan ismi vardır. Ama bir tek Başpiskopos Romero’nun isminin üzeri aşınmıştır. İnsanların parmakları aşındırmıştır o mermeri!
Aynalar, Eduardo Galeano
Bu yazıyı özellikle bu dönemde alıntılamamın bir sebebi genelde Kürtlerin temel hak ve taleplerine, özelde Roboski katliamı karşısındaki Türk din insanlarının, özellikle entelektüel insanlarının tutumlarıdır. En büyük “hizmet” insanı Amerika’dan ordusuna yola gelmeyen Kürtlerin kökünü kurutmanın emirlerini veriyor, en entelektüelleri Türkiye’den AKP iktidarından bir asr-ı saadet temsili çıkarma apolojisinde. Kürdistan’da İslami duyarlılıkları yüksek birçok imam bu devletin kontra rejimince öldürülmüştür. Tıpkı El Salvador’da, Nikaragua’da, Uruguay’da öldürülen Cizvit Rahipler gibi… Şimdi doğru soru şu: Siz yerli II. Jean Paul’un temsilleri mi olacaksınız yoksa Oscar Romero’nun şahsında somutlaşan evrensel dindar mı olacaksınız? Romero’nun askerlere talimatı: “Üstleriniz size, ‘İnsanları öldürünüz!’ talimatı verdiğinde siz, ‘Tanrının öldürmeyeceksiniz’ emrini hatırlayınız.”  Herhangi bir dine mensup olmasam da Tanrının modern insan aklıyla örülmüş bu vampir devlet ve onun kurumlarını koruyup kollayacağına inanmadığımı belirtmek isterim. Buna tüm içtenliğimle inanıyorum. 

23 Mayıs 2012

Guatemala’nın Roboski’si


İki Kez Ölen Piskopos
Hatıralar müzelerde tutsak edilmiş ve dışarıya çıkış izinleri yok. Piskopos Juan Gerardi, Guatemala’daki terör soruşturmasını yönetti. Piskopos, bin kişinin tanıklıklarına dayanan bin dört yüz sayfa tutan sonuçları, bir 1998 ilkbahar gecesi, katedralin avlusunda açıkladı. Ve şöyle dedi:
-        -  Gayet iyi biliyoruz ki bu yol hatıraların yolu, tehlikelerle doludur.
İki gece sonra, kafatası taşlarla parçalanmış halde kendi kanının üzerine uzanmış olarak bulundu. Sonra ne sihirdir ne keramet kanlar yıkandı ve izler silindi. Bazı itiraflar dolaştı ortalıkta, ama bunlar daha ziyade kafa karıştırmaya yönelik açıklamalardı. Ve bütün bunların ardından cinayeti içinden çıkılmaz bir labirente dönüştürmek için devasa bir uluslararası operasyon başlatıldı.
  Ve piskoposun ikinci kez ölümü bu şekilde gerçekleşti. Bu kirli göreve avukatlar, gazeteciler, yazarlar ve kiralık kriminologlar iştirak ettiler. Her gün yeni suçlular ve yeni hikayeler uyduruluyor,  daha iki yüz bin cinayetin sorumlularının cezadan muaf pozisyonlarını garanti altına almak için kurbanın vücudu hakkında yığınla namussuzluk iftirası ortaya atılıyor ve bunlar ortaya çıktıkları hızla hemen kayboluyorlardı:
-          Aşçı yaptı.
-          İdareci yaptı
-          Kilisenin önünde yatan ayyaş yaptı.
-          Kıskançlık yüzünden oldu.
-          Kafayı parçalamak ibneler arasında tipik bir öldürme yöntemidir.
-          İntikam içindi, bir papaz onu tehdit ediyordu.
-          O bir papaz ve köpekti.
-          O bir orospu çocuğuydu, kızıldı.
-          O….
             Aynalar, Eduardo Galeano…
Faşizm ve çete rejimleri  dünyanın her tarafında bu tip şerefsizliklerle ayakta kalır. Bizdeki karşılığı Roboski katliamından sonra Taraf gazetesinden Emre Uslu, Mehmet Baransu ve avanesidir. Melih Altınok’tur, Hilal Kaplan’dır, ruhat Mengi’dir, Ayşenur’udur vs vs vs ... Ranya katliamını binbir gerekçeyle Türk ordusu ve onun amiri hükümetinden soyutlama çabasındaki Ahmet Altan’dır, Halil Berktay’dır… Aydınlık gazetesidir, onun 3.sınıf ulusalcı eşkıyalardır… Sözcü’dür, Hürriyettir, Milliyet’tir…
Bütünüyle Kürtler üzerinde terörist gerçekliklerini deneyen soytarılar ve ağababalarıdır. 

22 Mayıs 2012

Galeano’dan Sovyet Devrimi ve Devrimcileri Öyküleri


Aleksandra
Aşkın içtiğimiz su gibi doğal ve temiz olması için özgür ve paylaşılır olması gerekir, ancak erkek boyun eğme talep ederse zevki yadsır. Yeni bir ahlak anlayışı ve günlük hayatta radikal bir değişim olmadan, tam serbestlik yaşanamayacaktır. Eğer toplumsal devrim yalan söylemiyorsa yasalar ve gelenekler nezdinde erkeğin kadın üzerindeki mülkiyet hakkını ve yaşamdaki çeşitliliğin düşmanı olan katı normları ortadan kaldırmalıdır.
 Bir kelime eksiği bir kelime fazlasıyla Lenin hükümetindeki tek kadın bakan olan Aleksandra Kollontay’ın talepleri bunlardı. Onun sayesinde homoseksüellik ve kürtaj suç olmaktan, evlilikse ömür boyu çekilmek zorunda kalınan bir ceza olmaktan çıktı. Kadınlar oy kullanma hakkı, ücretlerde eşitlik, parasız çocuk bakımevleri, ortak yemekhaneler ve kolektif çamaşırhaneler elde ettiler.
Yıllar sonra Stalin devrimin kafasını uçurduğunda Aleksandra kellesini korumayı başardı ama bir daha o Aleksandra olamadı…
Stalin
Anavatanı olan Gürcistan dilinde yazmayı öğrendi, ama papaz okulundaki rahipler onu Rusça konuşmaya mecbur ettiler. Yıllar sonra Moskova’da, Kafkasya’nın güneyine özgü aksanı fark ediliyordu. O dönem Ruslardan daha Rus olmaya karar verdi. Aslen Korsikalı olan Napolyon Fransızlardan daha Fransız olmamış mıydı? Ve aslen Alman olan Rus Kraliçesi Katherine Ruslardan daha Rus olma mışmıydı? İosif Dzhugashvili kendisine bir Rus ismi seçti. Adı çelik anlamına gelen Stalin oldu. Çelik adamın oğlunun da tabi çelikten olması gerekiyordu. Stalin’in oğlu Yakov çocukluğundan itibaren ateşe ve buza maruz kaldı, çelik darbeleriyle şekillendi. Ama bütün bunlar bir işe yaramadı. O, annesine çekmişti. Ve on dokuz yaşında artık daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı, tetiği çekti. Mermi onu öldüremedi. Hastanede göslerini açtı. Yatağın ayakucunda duran babası onun yaptığını şöyle yorumladı:
-          Bunu bile beceremiyorsun.
Fotoğraflar: Halk düşmanları
Moskova Bolşoy Tiyatrosu Meydanı, Mayıs 1920
Lenin, Polonya ordusuna karşı savaşmak üzere Ukrayna cephesine hareket eden Sovyet askerlerine nutuk çeker.  Kalabalığın üzerinde yükselen podyumda Lenin’in yanında günün diğer konuşmacısı Lev Trocki ve Lev Kamanev bulunmaktadır.
G.P Goldshtein’in fotoğrafı komünist devrimin uluslararası bir sembolüne dönüşür. Ancak birkaç yıl sonra Trocki’yle Kamanev hem fotoğraftan hem de hayattan silineceklerdir.
Onları fotoğraftan silip yerlerine dört tahta basamak koyanlar rötüşçuydu, hayattan silenler ise cellatlar…
 Stalin Döneminde Engizisyon
İsaac Babel yasaklı bir yazardı. Şöyle diyordu:
-          Ben yeni tarz icat ettim: Sessizlik…
1939’da tutuklandı, ertesi yıl yargılandı. Duruşması 20 dakika sürdü. Devrimci gerçekliği çarpıtan küçük burjuva bakışının hakim olduğu kitaplar yazdığını itiraf etti. Sovyetlere karşı suçlar işlediğini itiraf etti. Yabancı casuslarla konuştuğunu da… Yurtdışı yolculuklarında Trockistlerle görüştüğünü söyledi. Yoldaş Stalin’i öldürmek üzere hazırlanan bir komploda haberdar olduğunu ama bunu ihbar etmediğini itiraf etti.  Ülke düşmanlarının etkisi altında kaldığını itiraf etti.
İtiraf ettiği her şeyin uydurma olduğunu da itiraf etti. Aynı günün gecesi onu kurşuna dizdiler. Karısı bunu on beş yıl sonra öğrendi.
                                       Aynalar, Eduardo Galeano 

20 Mayıs 2012

Umursamama Unutmanın Akrabasıdır


Osmanlı İmparatorluğu lime lime dağılıyordu ve kabak Ermenilerin başında patladı. Birinci Dünya Savaşı'nın sürdüğü sırada hükümet tarafından zemini hazırlanan bir can pazarı Türkiye Ermenilerinin yarısının hayatına mal oldu
   Yağmalanan ve yakılan evler,
aç susuz yollara saçılan gariban kervanları,
köy meydanında gündüz vakti tecavüze uğrayan kadınlar,
nehirlerde yüzen insan cesetleri...
Açlıktan, susuzluktan ya da soğuktan ölmeyenler bıçak ya da kurşundan gittiler. Ya da darağacını boyladılar. Ya da dumandan zehirlendiler: Türkiye'den kovulan Ermeniler, Suriye Çöllerinde mağaralara kapatıldılar ve dumanla boğuldular. Bu olay Nazi Almanya'sındaki gaz odalarının habercisi gibi bir şeydi. 
Yirmi yıl sonra Hitler, danışmanlarıyla Polonya'nın işgalini planlamaktaydı. Hitler, operasyonun artılarını ve eksilerini tartarken bazı protestoların olacağını ve uluslararası alanda biraz gürültü koparılacağını kabul ettikten sonra, bunların çok uzun sürmeyeceğinin garantisini verdi. Bu savını bu soruyla güçlendirdi:
- Bugün Ermenileri hatırlayan var mı?
   Aynalar, Eduardo Galeano, sayfa 307-308

13 Mayıs 2012

Kürtlerin Self Determinasyonu ve Egemenlik Haklarına Dair


Self Determinasyon: Bu kavram,  Avrupa’da birçok halk hareketinin ulusal hareketlere dönüşmesinden sonra 17.yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Daha önce Tarihte Özgürlük Bildirileri başlığı altında kısa alıntılarla tarihçeyi anlaşılır kılmıştım halk hareketlerinin.  http://cengizchefikir.blogspot.com/2012/02/tarihte-ozgurluk-bildirileri.html  bu linkteki yazımda kısmen değinilmiştir.
Genel Tanımlar:
1.       Bir etnik dil ya da din grubunun ulusal egemenlik kurma amacıyla var olan ulusal sınırlar içinde bir araya gelerek bağımsızlık, özerklik gibi yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel coğrfayada kurumlaşması demektir. 
2.      Federal sistemdeki bir yapının federasyondan koparak bağımsız, “egemen” devlet olma yolundaki sınır ve siyasi düzenlemesi olarak anlaşılabilir. 
3.      Yalnızca bir egemen devlet içerisinde yaşayan etnik, dilsel  bir grubun egemen-devlet hakkından feragat ederek daha geniş bir otonomiyle belli bazı demokratik haklar elde ederek devlet oluşturmaksızın bu hakkı kullanabilmeleri durumu…
Kavram,  özellikle liberal demokrasilerin ulusal sorunların çözümüne dair anahtar bir kavramıdır. Wilson deklarasyonu bunun en bari örneği. Stalin’in Marxizm ve Milli Mesele kitapçığında bir doktrin halini almış ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı diye sosyalist öğretide formülize edilmiştir. Bu yönlü yaşanan Marxizm içi tartışmalar daha çok tekniktir. Bu arada Stalin’in bu meseleye bakış açısı 1913 menşeilidir. İktidarı dönemindeki sıkıntılar da şimdilik konumuz dışındadır. Sovyet sisteminin Finlandiya ve Ukrayna sorunlarını çözme yöntemi bu çerçevededir. Wilson ilkeleri ve Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki görüşleri ise 20.yüzyılın en büyük demokratik kazanımları sayılabilir. Amerika ve benzeri devletlerin emperyalist paylaşım emelleri bu gerçeği değiştirmez. Bu, başka bir tartışma konusu. 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti, self-determinasyon ilkesini benimsemiş ve Polonya, Macaristan, Çekoslovakya bu haktan yararlanmışlardır. 1917 yılında Rusya’dan ayrılan Finlandiya Sovyet Devriminden sonra Lenin’in ilkeleri doğrultusunda referanduma gitmiş ve tam egemen devlet statüsü kazanmıştır.
    2.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, yani 1 eylül 1939 yılında Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle Amerika ve İngiltere işgal ve ilhaka uğrayan ulusların egemenlik hakları olduğunu Atlantik Beyannamesi'nde belirteceklerdir.  şurada ( http://www.turkermanga.net/konugoster.asp?id=28467 ) Ulusların özgür iradesi olmadıkça sınır değişikliği yapılmayacak ve her ulus özgür koşullarda istediği hükümeti seçecektir, ilkeleriyle Faşizmin dünyayı işgal etme girişimlerine karşı kesinkes tavır koymuşlardır. ( Bu arada 1921 yılındaki İrlanda sorununu da Churchill İrlandalı militanlarla görüşerek çözme yoluna gitmiştir. Büyük kusurları olmasına rağmen İrlanda bir siyasi statüye kavuşmuş, serbest seçimler için zemin oluşmuştur.) Birleşmiş Milletlerin savaş sonrası, 1945 yılında yayınladığı antlaşmada ulusların ve halkların self determinasyon haklarına saygı özellikle 55. Maddede belirtilmiştir. Bu savaştan sona halkların öz yönetimi anlamına gelen self determinasyon hakkını Tunus, Fas, Cezayir BM antlaşmasının  55.maddesine dayanarak kullanıp egemen devlet olmuşlardır. 1960 yılında BM genel kurulu, “Bütün halkların self determinasyon hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini serbestçe belirler ve özgürce kendi sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmelerini sağlamaya çalışırlar.” maddesiyle önceki atıflara oranla daha demokratik bir ilke benimsenmiştir. 1960 sonrası tüm uluslararası sorunlarda bu ilke hukuksal belirleyicilik kazanmıştır.
De Facto Devlet: Gerçkete, uygulamada ya da fiili olarak kendi kendisini yöneten halkın kurduğu ama BM tarafından egemenlik hakkı “henüz” tanınmayan devlet demektir.
De Jure Devlet: Uluslararası sözleşmelerden doğan haklarını hukuki veya yasal olarak kullanan devlet demek.
   Bugünkü Kürdistan Bölgesel yönetimi ( Kurdistan Regional Government, KRG) 1970 yılında Saddam Hüseyin yönetimiyle Kürt gruplar arasında yapılan özerklik anlaşması sonucu ortaya çıkmış devletsel bir yapıdır. Daha sonra tam bağımsızlık savaşı için mücadele eden KDP ve YNK Saddam rejimine karşı sert bir direniş göstermiş, Halepçe katliamıyla Kürdistan, Irak’ın işgaline maruz kalmıştır. Ortadoğu’daki Körfez Savaşı’ndan sonra BM ve Amerika’nın uçuş yasağı kararından sonra 1992 yılında özerk Kürdistan yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. 2003 Irak-Nato savaşından sonra Saddam rejimi tüm sonuçlarıyla yıkılınca Kürtler, bölgede federal de facto bir duruma geçtiler. Bugün ise Güneyli Kürtler tam bağımsızlığı tartışıyorlar. Eğer Federal Kürdistan’a yönelik Irak devletinin tutumu değişmezse hem 1970’lerdeki özerklik anlaşmasına hem de Montevideo Konvasiyonuna dayanarak de jure bir devlet ilan edilebilir. Bunun için konjonktürel durumun olgunlaşması gerekecektir.
    Kuzey Kürdistan yani en yumuşak deyimle Türkiye Kürdistanı ise güneydekinden farklı  bir mücadele deneyimine sahiptir. Kürt isyanlarının kanlı bastırılması sonucu tüm Kürtlerin sosyal, kültürel ve ekonomik haklarının gaspı yanı sıra özgür siyaset yapma hakları da TC’nin anayasal baskısı sonucu ellerinden alınmış ve tarihte eşi görülmemiş bir asimilasyona tabi tutulmuşlardır. PKK, bağımsızlık hedefiyle ortaya çıkmasına rağmen dönemsel pardigmalara göre belli siyasi yönelimlere gitmiş federalizm, özerklik statülerine razı konuma gelmiştir. Bağımsızlık hakkı korunmak şartıyla mücadeleyi alabildiğince politikleştirme gayretindeki PKK, demokratik özerklik çıkışıyla uluslararası reel meşruiyete uygun koşullar yarattı. PKK’nin ve Öcalan’ın resmi asimilasyon yasaları dışında sığındıkları tek yasa 1921 anayasasıdır ki statü ve egemenlik haklarını bu yasaya dayandırmıştır. Aslında 1921 anayasasının Kürtler açısından tek olumlu özelliği Türkiye tanımıdır. Henüz Kürdistan’a doğu ve gneydoğu bölgesi denmemiştir. Türk, Türklük tanımları anayasaya girmemiştir. Türkiye Devleti ve Türkiye vilayetleri  tanımı vardır. Kürdistan sorunu kesinlikle Osmanlı döneminde vilayet ötesi bir sorundur ve bölgeseldir. Kürtlerin Montevideo Konvasiyonuna sunacakları bu durum BM’yi uyandırabilir. Kuzeyli Kürtlerin hali hazırda ilan ettikleri Demokratik Özerklik var. Bu kuzey halkının iradesini de jure olarak Türk meclisine de facto olarak Demokratik toplum Kongresine yansımıştır. Kürt halkının büyük çoğunluğu PKK’nin işaret ettiği partilere oy verir. Bunun dışındaki tartışmalar tekniktir. Demokratik özerklik, federal sistem herhangi bağımsız devletleşmeyi reddetmediği gibi demokrasiyi örgütleyerek devletleşme sürecini başlatma ise belki de dünyada ilk demokratik toplum modelini ortaya çıkaracaktır. Sınıfsal olarak burjuva ya da bir işçi devleti değil toplumun değişik sınıf ve sosyal katmanlarının katılımını esas alacak bir sistem… Devletleşme hakkı ise “Her hakkı saklıdır.” şeklinde okunabilir. Benim Cemil Bayık’ın tezlerinden anladığım bu. Hasan Bildirici veya değişik Kürt grupları ne anladı bilmiyorum, kendilerine Montevideo Konvasiyonunu okumalarını ve devletlerin Web sitelerinde kurulmadığını hatırlatırım.
Montevideo Konvasiyonu Temel İlkesi: Bir ulusun devlet kurma hakkı toprak, halk, hükümet ve diğer devletlerle diplomatik, ekonomik, siyasi ilişki kurabilme yeteneğine bağlıdır. Kürtler açısından sadece hükümet sorunu var. PKK’nin girişimiyle 1992 yılında Kürdistan Ulusal Meclisi sürgünde kurulmuş ama diğer Kürt gruplarının tasfiyeci rolü bu girişimi başarısız kılacak daha sonra Kongre Gel şeklinde bir örgütlenme modeline gidilmiştir. Demokratik Toplum Kongresi ise bu açığı ülke içinde kapatma gayretindedir. Yapılması gereken ana gövdesini BDP geleneğinin oluşturduğu bu de facto özerk modeli desteklemektir, demokratik katılımla geliştirmektir, dindarından, liberaline, soyalistinden ekolojistine kadar…
   Yazıyı geliştirme adına yorum yaparsanız sevinirim. Hem teknik hem içerik tartışması olarak yürütülebilir.

10 Mayıs 2012

Twitter “Delik” Gözetleyiciliğine Cevaben


1. Toplumsal ve tanrısal ahlakı reddeden biri olarak bu konudaki tüm ahlaki zırhlar benim için yok hükmündedir.
2. Koşulsuz özgürlüğün bir yönü de kişinin duygusal, zihinsel ve fiziksel olarak tümden birey olma fikriyle yaşadığıma inanan biri olarak bu konuda yapılacak her türlü ahlaki yargılamayı gülünç buluyorum.
3. Toplumsal projelendirmenin düzen içi yeniden ürettiği “devlet için, millet için, halk için, falan grup için, falan parti için doğru, ilkeli, ahlaklı yaşamayı” kesinkes elimin tersiyle itiyorum. “Ahlaksız” biri olarak herhangi bir konuda politik fikir üretme, benimseme, yayma özgürlüğümü de sonuna kadar kullanıyorum. Bundan gocunanların tekeline değer, ahlak, vicdan gibi kavramları bırakıyor, onların ulvi amaçlarına ulaşmaları en büyük dileğimdir!
4. Kişisel olarak doğal bulduklarımı yaygın toplumsal inanışlar, ahlaklar, zırhlar farklı bilir. Beni bağlamaz. Çok eşliliği, eşcinselliği, belki daha uç cinsel yaşantıları olağan ve doğal buluyorum. Duygusal yetkinlik, zihinsel olgunluk  olması kaydıyla “gönüllü, karşılıklı, rızaya dayalı” olması şartıyla her türlü yaşantı bana evlenmek, çocuk yapmak, su içmek kadar doğal geliyor. Buradan dedikodu üretip sağa sola ahlak satmak da sizin tekelinizde olsun. Sizi yasalar, tanrı, güçlüler, toplumlar koruyor… Bol şanslar
5. Yaşadıklarımı öykü, deneme, roman gibi kurmaca metinlerde tümden gerçek hayatın varlıklarından (ad, gerçek kişi vs. ) soyutlayarak anlatırım. Genelde yazılı metinlerde bunu yaparım. Bunun dışında kimseye bir şey anlatmadım. Bunu düşünmek bile incitici, rahatsızlık verici… Artık başkasının yatak odasını, bilgisayarını “ahlaki deliklerinizden izlemeyi bırakını” derim. Bunun size bir katkısı yok. Kişilik problemlerinizi Lermontovc üzerinden tamir tadilat edemesiniz…
6. En itici davranış tarzı, “Senin hakkında böyle bir şey söylendi bana” tavrıdır. Kimden duyduysan onunla hal et. Benle ilgisi ne? Duyduğun şahıs benim Çakal Krlos, Trocki’nin reenkarnasyonu olduğumu da iddia edebilir, Rocco Şifredi’nin de… Seni herhangi bir şekilde inandırma derdim yok. İnanırsın benle iletişimin varsa kesersin. Ha benimle iletişim geliştirmek istiyorsan öncellikle “delik” gözetleyicisinin ağzının payını vermen gerekecek. Bu dedikoduları yayanlara genelde ağır küfürler ediyorum. Bu da benim yetmezliğim...
7. Kariyer planımda anaakım Türk medyasının herhangi bir vasıtasında çalışmak gibi bir hedefim yok.  Bu yönlü duyduklarınızın hepsi birer sanrı. Hedeflerimi bazı dostlarla paylaşmışımdır. Bazı yeteneklerimin olduğunun farkındayım, nasıl kullanacağıma ben karar veriyorum.
8. Çoğunuzun sıkıcı özel iletişim biçimlerinden sıkılınca bu, diğer fikirlerinizi önemsiz bulduğum anlamına gelmez. Özel iletişimi kesmenin bin bir biçimi vardır ve çoğu pedagojik yöntemlerdir. Ben de bildiğim kadarıyla uyguluyorum.

5 Mayıs 2012

Jean Paul Sartre’nin “Yeryüzünün Lanetlileri, Frantz Fanon” kitabının ön sözünden bazı bölümler:


Bu ön sözün tamamı çok değerli fikirler içeriyor kuşkusuz. Ben kısa ve birbirinden kopuk bazı bölümler aldım. Türkiye'de hala Kürt şiddetini her türlü çarpıtmaya açık şekilde devletin denklemlerine uygun açıklayanlar var. Şiddet eleştirisinden ziyade kendi sömürgeci kibrini kıran doğal, haklı bir patlamayı terör sayan Berktaygiller, Altangiller, Oğurgiller, Özdil-Özkökgiller, Eyüp Cangillere...
“Bu işe yaramaz bıktırıcı sözler ve mide bulandırıcı taklitlerle boşuna zaman harcamayalım. Ağzından insan sözünü düşürmeyen, ama her rastladığı yerde, kendi sokaklarının her köşesinde, dünyanın her yerinde insanı katleden bu Avrupa’yı terk edelim. Sözde ruhsal macera uğruna Avrupa tüm insanlığı boğuyor.
Edit: Sartre’nin bu değerlendirmesinden Türk devleti ve Türk coğrafyası muaf değildir.
O halde bu kitabı neden fırlatıp atmıyoruz diyeceksiniz. Bizim için yazılmamışsa neden okuyalım ki? İki nedenle: Birincisi, Fanon sizi kardeşlerine açıklıyor ve onlara bizi kendimize yabancılaştıran mekanizmayı gösteriyor; bundan yararlanın ve gerçeğin ışığında kendinizi nesnel olarak görün. Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyor ve kanıtı çürütülmez yapan gerçek de bu. Kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize göstermeleri yeterli. Fakat bunun bir yararı var mı? Evet, çünkü Avrupa ölümün eşiğinde. Fakat diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyor ve onun aşırılıklarını onaylamıyoruz. Bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha iyi değilsiniz. Çünkü öncüler sizdendi; onları deniz aşırı ülkelere yollayan sizdiniz, onlar da sizi zenginleştirdiler. Çok fazla kan dökerlerse onlara sahip çıkmayacağınız yolunda uyarı yaptınız. Fakat sahip çıkmamanız şuna benzer: Her devlet diğer ülkelerde ajitatörler, ajan-provokatörler ve casuslar besler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmaz. Bu kadar liberal ve bu kadar insancıl olan, kültüre bu kadar abartılı ve yapmacık bir ilgi duyan siz, siz sömürgeleriniz olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş görünüyorsunuz. Fanon yoldaşlarına -özellikle fazlasıyla Batılılaşmış olanlara- anavatan halkının sömürgelerdeki temsilcileriyle dayanışmasını anlatıyor. Bu kitabı okuma cesaretini gösterin, çünkü ilk anda sizi utandıracaktır ve Marks'ın dediği gibi utanç devrimci bir duygudur. Görüyorsunuz, ben de öznel yanılsamalardan kendimi kurtaramıyorum; ben de size, "Herşey bitmiş, ancak..." diyorum. Bir Avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor ve bu kitaptan Avrupa için bir kurtulma, çaresi yaratıyorum. 
Böylece büyücü ve fetişlerin devri bitecek; savaşmak zorunda kalacaksınız, yoksa toplama kamplarında çürürsünüz. Bu diyalektiğin sonudur; bu savaşı yargılıyorsunuz, fakat gene de Cezayirli savaşçıların yanında olduğunuzu söylemeye de cesaret edemiyorsunuz; hiç korkmayın; sömürgecilere ve paralı askerlere güvenebilirsiniz; onlar sizi ite kaka götürürler. Sonra belki sırtınız duvara dayandığında, eski, sık sık yinelenen suçlarla içinizde büyüyen bu yeni şiddetin dizginlerini sonunda bırakırsınız. Fakat, hep derler ya, bu başka bir hikaye: insanlığın tarihi. Bu tarihi yaratanların saflarına katılacağımız zamanın yaklaştığına eminim.”

4 Mayıs 2012

Karanlığın Haydutları: Ali Kırcalar, Doktorlar, Polisler, Aydınlar


   Yıllar önce Kürdistan’ın herhangi bir yerleşim birimine hangi amaçla gelirse gelsin bir tapu memuru ya da bir jandarma mutlaka Kürt köylüleri tarafından kuzu, koyun veya keçi kesilerek karşılanırdı. En kötü ihtimalle yörenin en lezzetli yemeklerinden ikram edilir, selam ile konuk edilirdi. Şehirlerde de durum farklı değildi. Daha kibar yöntemlerle, daha incelikli davranışlarla Türk devlet memuru ile esnaf, öğrenci, yerli memurlar arasında bu ilişki örülürdü. Devletin memuru ile yoksul ya da zengin Kürt yurttaşlar arasındaki bu ilişki “resmi ve gayri resmi”  aydın çevrelerce “Anadolu konukseverliği, Müslüman hoşgörüsü, yoksulların feodal babacanlığı” gibi afili nitelemelerle ifade ediliyordu. Oysa Kürdistan’daki bu durum ne konuk severlikti, ne babacanlıktı, ne de hoşgörüydü. Bir şekilde problem yaşamış köylünün devletin memurundan işkence görmemesinin rüşvetiydi. Türkçe derdini ifade edemediği için  jandarmaya, polise, savcıya, doktora, yargıça, gazeteciye sadece kötü muamele görmemesi karşılığında Kürt yoksulları onlara ikramlarda bulunuyor, tanrılara sundukları gibi kurban sunuyorlardı. Çocuğu Türkçe konuşamadığı için ailesi, öğretmene bile süt, yumurta, et ikramında bulunurdu ki çocuk dayak yemesin, hırpalanmasın, hor görülmesin. Sorunlar bu ikramları aşan düzeyde oldu mu bu defa sözünü ettiğim sömürgeci memur-aydınlar, “Bırakınız, içlerini döksünler, havlayan köpek ısırmaz.” şeklinde psikolojik yönlendirmelerle idari ilişki geliştiriyorlardı. Kürt hareketinin silahlı olarak ortaya çıkmasından sonra sömürgeci aydın-memur (Kürdistan’da bu aydınlar, hakim, savcı, yargıç, doktor, subay, polis, öğretmen ve benzerleridir.) Kürt işçisinden, Kürt köylüsünden harekete ilgi duyan çocuklarını ihbar etmesini ve bunun karşılığında “işkence yapmama” garantisi veriyordu. Doktorların önemli bir kesimi dünyanın diğer yerlerinde yerlilere nasıl davranıyorsa Kürtlere de öyle davranıyorlardı. Henüz bir istatistik yapılmamıştır, ama iddia ediyorum yapılsa derdini Türkçe anlatmaya çalıştıkları için (Kürtçe anlatmaları yasaklandığından) çok sayıda yurttaşın ciddi sağlık sorunlarıyla yaşadığı görülecektir. Belki binlerce, belki onbinlerce… Her birimiz Türk eğitim sisteminin birer neferi olma yarışıyla başladığımız okulda, Türkçe bilmediğimiz için defalarca dayak yemişizdir. Hakarete uğramışızdır, sağlık çalışanlarına derdimizi anlatamadığımız için hasta dönmüşüzdür evlerimize. Türk metropollerinde aşağılanmışızdır. Bu durum aynı hızla devam ediyor. Kürt tarafı, siyasi, sosyal ve askeri hareketi sayesinde sömürgeci bu davranışlara artık kolektif irade olarak karşı koymayı öğrendi. Bugün bu karşı koyuş bu sömürgeci davranış sahiplerini öylesine zor durumda bırakmış ki kibirleri yerle bir oldukça Kürtlere yönelik daha kötücül düşmanlıklar geliştirme yoluna gidiyorlar. (Roboski, Kortek katliamları, Kürt çocuklara tecavüz, daha nice baskı) Kürtleri dinsel  davranışlarla sınamak isteyen “devlet-imam” tutumundan tutalım, onların sanat bilgi ve birikimlerinin olmadığını televizyonlarda teşhir etme heyecanı yaşayan aşağılık TV sunucularına, Kürtlerin sosyalist fikirleri ancak Türk aydın ve devrimcilerinden öğrenebileceklerine inanan bir yığın hanzo-kaba maço solcuya, devlet-birey ilişkisinde liberal yaklaşımları Kürtlere öğrenmeye kalkışan hödük Türkçü-milliyetçi liberallere kadar geniş bir alana yayılmıştır. Kibri Kafdağı’nda değil götünde olan bu psikolojik süreciyle Türk aydınlanmacılığı, her geçen gün daha zavallı bir konuma düşüyor: Her konuda çuvallayan Ali Kırcalarıyla, bir vekilimizden yediği tokadı devlet-millet-meslek gururu yapan doktorlarıyla, tüm engellemelere rağmen çocuklarının cenazelerini inadına savunan kadınlara, gençlere öfke duyan Melih Altınoklarıyla, evrensel normlarda ancak bir karakol olabilecek üniversiteleri Türklük ve devletçilikle yüzleşme okuluna çeviren öğrencilere nefret saçan rektörleriyle, devletin imamlarına karşı açık alanlarda kendi “mele’leriyle” yaptıkları ibadetlere tepki duyan başbakanlarıyla her gün biraz daha geriliyor bu modern dönemlerin  “apartheid” haydutlukları…
    Sartre, Yeryüzünün Lanetlileri kitabına yazdığı ön sözde şöyle der: “Ey Avrupalılar, Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde toplanmış yabancıları göreceksiniz. Yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize ve paralı askerlerinize layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar.”  Bugün de bu karanlıklarda ateşin çevresinde gördükleri Kürtleri yıllar önce zombilere benzeten Türklerin, bir başka şafağın doğacağı bu yeni karanlıkların zombilere dönüşmemesi için  artık ölülerini, öldürdüklerini uzaktan izleyip birilerine bela okumak, diğerine lanet okuma gibi ırkçı politik alışkanlıkları terk etmeleri elzemdir..
   Cin fikirli Müslüman, solcu, sağcı, liberal aydınlar 80’lerin subayca, doktorca, polisçe, savcıca, öğretmence davranışlarınızı terk etme zamanı gelmedi mi? Kürt sorunu aynı zamanda siyasi, sosyal, ekonomik  sorunların ötesidir. Sizin zombi psikolojilerinizin  dayattığı davranışların ortaya çıkardığı şiddet sürecidir de... Vekil tayin eden polislerinizin, hasta tedavi etmeyen doktorlarınızın, Kürtçe öğretmeyi dünyanın sonu sayan öğretmenlerinizin gördüğü muameleyi ben trajik buluyorum ama ... O tokadın büyüğü devletinize atılmalıydı, o küfrün en alası hakimiyet kibrinize yapılmalıydı... 

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.