Social Icons

.

Pages

4 Mayıs 2012

Karanlığın Haydutları: Ali Kırcalar, Doktorlar, Polisler, Aydınlar


   Yıllar önce Kürdistan’ın herhangi bir yerleşim birimine hangi amaçla gelirse gelsin bir tapu memuru ya da bir jandarma mutlaka Kürt köylüleri tarafından kuzu, koyun veya keçi kesilerek karşılanırdı. En kötü ihtimalle yörenin en lezzetli yemeklerinden ikram edilir, selam ile konuk edilirdi. Şehirlerde de durum farklı değildi. Daha kibar yöntemlerle, daha incelikli davranışlarla Türk devlet memuru ile esnaf, öğrenci, yerli memurlar arasında bu ilişki örülürdü. Devletin memuru ile yoksul ya da zengin Kürt yurttaşlar arasındaki bu ilişki “resmi ve gayri resmi”  aydın çevrelerce “Anadolu konukseverliği, Müslüman hoşgörüsü, yoksulların feodal babacanlığı” gibi afili nitelemelerle ifade ediliyordu. Oysa Kürdistan’daki bu durum ne konuk severlikti, ne babacanlıktı, ne de hoşgörüydü. Bir şekilde problem yaşamış köylünün devletin memurundan işkence görmemesinin rüşvetiydi. Türkçe derdini ifade edemediği için  jandarmaya, polise, savcıya, doktora, yargıça, gazeteciye sadece kötü muamele görmemesi karşılığında Kürt yoksulları onlara ikramlarda bulunuyor, tanrılara sundukları gibi kurban sunuyorlardı. Çocuğu Türkçe konuşamadığı için ailesi, öğretmene bile süt, yumurta, et ikramında bulunurdu ki çocuk dayak yemesin, hırpalanmasın, hor görülmesin. Sorunlar bu ikramları aşan düzeyde oldu mu bu defa sözünü ettiğim sömürgeci memur-aydınlar, “Bırakınız, içlerini döksünler, havlayan köpek ısırmaz.” şeklinde psikolojik yönlendirmelerle idari ilişki geliştiriyorlardı. Kürt hareketinin silahlı olarak ortaya çıkmasından sonra sömürgeci aydın-memur (Kürdistan’da bu aydınlar, hakim, savcı, yargıç, doktor, subay, polis, öğretmen ve benzerleridir.) Kürt işçisinden, Kürt köylüsünden harekete ilgi duyan çocuklarını ihbar etmesini ve bunun karşılığında “işkence yapmama” garantisi veriyordu. Doktorların önemli bir kesimi dünyanın diğer yerlerinde yerlilere nasıl davranıyorsa Kürtlere de öyle davranıyorlardı. Henüz bir istatistik yapılmamıştır, ama iddia ediyorum yapılsa derdini Türkçe anlatmaya çalıştıkları için (Kürtçe anlatmaları yasaklandığından) çok sayıda yurttaşın ciddi sağlık sorunlarıyla yaşadığı görülecektir. Belki binlerce, belki onbinlerce… Her birimiz Türk eğitim sisteminin birer neferi olma yarışıyla başladığımız okulda, Türkçe bilmediğimiz için defalarca dayak yemişizdir. Hakarete uğramışızdır, sağlık çalışanlarına derdimizi anlatamadığımız için hasta dönmüşüzdür evlerimize. Türk metropollerinde aşağılanmışızdır. Bu durum aynı hızla devam ediyor. Kürt tarafı, siyasi, sosyal ve askeri hareketi sayesinde sömürgeci bu davranışlara artık kolektif irade olarak karşı koymayı öğrendi. Bugün bu karşı koyuş bu sömürgeci davranış sahiplerini öylesine zor durumda bırakmış ki kibirleri yerle bir oldukça Kürtlere yönelik daha kötücül düşmanlıklar geliştirme yoluna gidiyorlar. (Roboski, Kortek katliamları, Kürt çocuklara tecavüz, daha nice baskı) Kürtleri dinsel  davranışlarla sınamak isteyen “devlet-imam” tutumundan tutalım, onların sanat bilgi ve birikimlerinin olmadığını televizyonlarda teşhir etme heyecanı yaşayan aşağılık TV sunucularına, Kürtlerin sosyalist fikirleri ancak Türk aydın ve devrimcilerinden öğrenebileceklerine inanan bir yığın hanzo-kaba maço solcuya, devlet-birey ilişkisinde liberal yaklaşımları Kürtlere öğrenmeye kalkışan hödük Türkçü-milliyetçi liberallere kadar geniş bir alana yayılmıştır. Kibri Kafdağı’nda değil götünde olan bu psikolojik süreciyle Türk aydınlanmacılığı, her geçen gün daha zavallı bir konuma düşüyor: Her konuda çuvallayan Ali Kırcalarıyla, bir vekilimizden yediği tokadı devlet-millet-meslek gururu yapan doktorlarıyla, tüm engellemelere rağmen çocuklarının cenazelerini inadına savunan kadınlara, gençlere öfke duyan Melih Altınoklarıyla, evrensel normlarda ancak bir karakol olabilecek üniversiteleri Türklük ve devletçilikle yüzleşme okuluna çeviren öğrencilere nefret saçan rektörleriyle, devletin imamlarına karşı açık alanlarda kendi “mele’leriyle” yaptıkları ibadetlere tepki duyan başbakanlarıyla her gün biraz daha geriliyor bu modern dönemlerin  “apartheid” haydutlukları…
    Sartre, Yeryüzünün Lanetlileri kitabına yazdığı ön sözde şöyle der: “Ey Avrupalılar, Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde toplanmış yabancıları göreceksiniz. Yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize ve paralı askerlerinize layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar.”  Bugün de bu karanlıklarda ateşin çevresinde gördükleri Kürtleri yıllar önce zombilere benzeten Türklerin, bir başka şafağın doğacağı bu yeni karanlıkların zombilere dönüşmemesi için  artık ölülerini, öldürdüklerini uzaktan izleyip birilerine bela okumak, diğerine lanet okuma gibi ırkçı politik alışkanlıkları terk etmeleri elzemdir..
   Cin fikirli Müslüman, solcu, sağcı, liberal aydınlar 80’lerin subayca, doktorca, polisçe, savcıca, öğretmence davranışlarınızı terk etme zamanı gelmedi mi? Kürt sorunu aynı zamanda siyasi, sosyal, ekonomik  sorunların ötesidir. Sizin zombi psikolojilerinizin  dayattığı davranışların ortaya çıkardığı şiddet sürecidir de... Vekil tayin eden polislerinizin, hasta tedavi etmeyen doktorlarınızın, Kürtçe öğretmeyi dünyanın sonu sayan öğretmenlerinizin gördüğü muameleyi ben trajik buluyorum ama ... O tokadın büyüğü devletinize atılmalıydı, o küfrün en alası hakimiyet kibrinize yapılmalıydı... 

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.