Yıllar önce
Kürdistan’ın herhangi bir yerleşim birimine hangi amaçla gelirse gelsin bir tapu
memuru ya da bir jandarma mutlaka Kürt köylüleri tarafından kuzu, koyun veya
keçi kesilerek karşılanırdı. En kötü ihtimalle yörenin en lezzetli
yemeklerinden ikram edilir, selam ile konuk edilirdi. Şehirlerde de durum
farklı değildi. Daha kibar yöntemlerle, daha incelikli davranışlarla Türk
devlet memuru ile esnaf, öğrenci, yerli memurlar arasında bu ilişki örülürdü.
Devletin memuru ile yoksul ya da zengin Kürt yurttaşlar arasındaki bu ilişki “resmi
ve gayri resmi” aydın çevrelerce “Anadolu
konukseverliği, Müslüman hoşgörüsü, yoksulların feodal babacanlığı” gibi afili
nitelemelerle ifade ediliyordu. Oysa Kürdistan’daki bu durum ne konuk
severlikti, ne babacanlıktı, ne de hoşgörüydü. Bir şekilde problem yaşamış
köylünün devletin memurundan işkence görmemesinin rüşvetiydi. Türkçe derdini
ifade edemediği için jandarmaya,
polise, savcıya, doktora, yargıça, gazeteciye sadece kötü muamele görmemesi
karşılığında Kürt yoksulları onlara ikramlarda bulunuyor, tanrılara sundukları
gibi kurban sunuyorlardı. Çocuğu Türkçe konuşamadığı için ailesi,
öğretmene bile süt, yumurta, et ikramında bulunurdu ki çocuk dayak yemesin,
hırpalanmasın, hor görülmesin. Sorunlar bu ikramları aşan düzeyde oldu mu bu
defa sözünü ettiğim sömürgeci memur-aydınlar, “Bırakınız, içlerini döksünler,
havlayan köpek ısırmaz.” şeklinde psikolojik yönlendirmelerle idari ilişki
geliştiriyorlardı. Kürt hareketinin silahlı olarak ortaya çıkmasından sonra
sömürgeci aydın-memur (Kürdistan’da bu
aydınlar, hakim, savcı, yargıç, doktor, subay, polis, öğretmen ve benzerleridir.)
Kürt işçisinden, Kürt köylüsünden harekete ilgi duyan çocuklarını ihbar
etmesini ve bunun karşılığında “işkence
yapmama” garantisi veriyordu. Doktorların önemli bir kesimi dünyanın diğer
yerlerinde yerlilere nasıl davranıyorsa Kürtlere de öyle davranıyorlardı. Henüz
bir istatistik yapılmamıştır, ama iddia ediyorum yapılsa derdini Türkçe
anlatmaya çalıştıkları için (Kürtçe
anlatmaları yasaklandığından) çok sayıda yurttaşın ciddi sağlık
sorunlarıyla yaşadığı görülecektir. Belki binlerce, belki onbinlerce… Her
birimiz Türk eğitim sisteminin birer neferi olma yarışıyla başladığımız okulda,
Türkçe bilmediğimiz için defalarca dayak yemişizdir. Hakarete uğramışızdır,
sağlık çalışanlarına derdimizi anlatamadığımız için hasta dönmüşüzdür
evlerimize. Türk metropollerinde aşağılanmışızdır. Bu durum aynı hızla devam
ediyor. Kürt tarafı, siyasi, sosyal ve askeri hareketi sayesinde sömürgeci bu
davranışlara artık kolektif irade olarak karşı koymayı öğrendi. Bugün bu karşı
koyuş bu sömürgeci davranış sahiplerini öylesine zor durumda bırakmış ki
kibirleri yerle bir oldukça Kürtlere yönelik daha kötücül düşmanlıklar
geliştirme yoluna gidiyorlar. (Roboski,
Kortek katliamları, Kürt çocuklara tecavüz, daha nice baskı) Kürtleri
dinsel davranışlarla sınamak isteyen “devlet-imam”
tutumundan tutalım, onların sanat bilgi ve birikimlerinin olmadığını
televizyonlarda teşhir etme heyecanı yaşayan aşağılık TV sunucularına,
Kürtlerin sosyalist fikirleri ancak Türk aydın ve devrimcilerinden
öğrenebileceklerine inanan bir yığın hanzo-kaba maço solcuya, devlet-birey
ilişkisinde liberal yaklaşımları Kürtlere öğrenmeye kalkışan hödük
Türkçü-milliyetçi liberallere kadar geniş bir alana yayılmıştır. Kibri Kafdağı’nda
değil götünde olan bu psikolojik süreciyle Türk aydınlanmacılığı, her geçen gün
daha zavallı bir konuma düşüyor: Her konuda çuvallayan Ali Kırcalarıyla, bir vekilimizden yediği
tokadı devlet-millet-meslek gururu yapan doktorlarıyla, tüm engellemelere
rağmen çocuklarının cenazelerini inadına savunan kadınlara, gençlere öfke duyan Melih Altınoklarıyla, evrensel
normlarda ancak bir karakol olabilecek üniversiteleri Türklük ve devletçilikle
yüzleşme okuluna çeviren öğrencilere nefret saçan rektörleriyle, devletin imamlarına karşı açık
alanlarda kendi “mele’leriyle” yaptıkları ibadetlere tepki duyan başbakanlarıyla her gün biraz daha
geriliyor bu modern dönemlerin “apartheid” haydutlukları…
Sartre, Yeryüzünün Lanetlileri kitabına
yazdığı ön sözde şöyle der: “Ey
Avrupalılar, Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde
toplanmış yabancıları göreceksiniz. Yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize
ve paralı askerlerinize layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar.” Bugün de bu karanlıklarda ateşin çevresinde
gördükleri Kürtleri yıllar önce zombilere benzeten Türklerin, bir başka şafağın
doğacağı bu yeni karanlıkların zombilere dönüşmemesi için artık ölülerini,
öldürdüklerini uzaktan izleyip birilerine bela okumak, diğerine lanet okuma gibi ırkçı politik alışkanlıkları terk etmeleri elzemdir..
Cin fikirli Müslüman, solcu, sağcı, liberal
aydınlar 80’lerin subayca, doktorca, polisçe, savcıca, öğretmence davranışlarınızı terk
etme zamanı gelmedi mi? Kürt sorunu aynı zamanda siyasi, sosyal, ekonomik sorunların ötesidir. Sizin zombi psikolojilerinizin dayattığı davranışların ortaya çıkardığı şiddet sürecidir de... Vekil tayin eden polislerinizin,
hasta tedavi etmeyen doktorlarınızın, Kürtçe öğretmeyi dünyanın sonu sayan öğretmenlerinizin
gördüğü muameleyi ben trajik buluyorum ama ... O tokadın büyüğü
devletinize atılmalıydı, o küfrün en alası hakimiyet kibrinize yapılmalıydı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder