Social Icons

.

Pages

9 Ocak 2010

Çalgıcı Smiçkov'un Kır Fantezileri

Prens Bibulov’un konağına bir çalgıcı olarak davet edilmekten daha gurur okşayıcı ne olabilir, diye sorsalar muhtemelen günümüzde Carla Burini’nin yaşadığı eve konuk olarak çağrılmak gibi bir şey olur derim. Smiçkov, omzunda deri kaplı bir mahfaza ve kocaman bir kontrbasla bu davetin ruhunda yarattığı hoşnutlukla bir nehir kenarında yürüyordu. O anda şairce duyguları şaha kalkmış safkan bir Arap atı gibi gönlünü perperişan etmiştir. İkindi vakti, nehir suyunun durgun olduğu bir yerde yıkanması gerektiğini düşünür ve hayatını değiştirecek gelişmeler başlamıştır.


Vücudunu serin sulara gömmesiyle akşam güneşinin suya aksiyle romantik dalgalanmalara meyilli Smiçkov birkaç kulaçtan sonra nehir kıyısının dik bir yerinde güzel bir kızın oturarak balık tuttuğunu fark eder. Tüm geçmiş yaşamı bir anda gözünün önünden geçer. Açlık, yoksulluk, aşk… Sevip de evlendiği karısı flütçü Sobakin’le kaçtıktan sonra sosyal insanlığa küsmüştür oysa. Balık tutan güzel kızın uyuduğunu fark eder etmez içinden sökün sökün harekete geçen duyguları iradesi dışında depreşmeye başladı. Bir süre, kızı gözleriyle yiyerek karşısında durur. Adeta şiirlerden fırlayıp gelmiş kızlarınki gibi bir masumiyeti vardı. Beyaz bir tayf gibi siyah nehir sularında dolaşıp durmuş da günün bu anında nehir kenarında yine siyah geceyi bekleyen bir prenses misali... Smiçkov, kızın göğüslerini rüzgârdan etkilenen bir ağacın açılan bir çift yaprağına, saçlarını dere kenarı söğütlerinin sarkmış dallarına benzetir. Sihirli bir şarkılar aklına gelir Smiçkov’un bu manzara karşısında. (Smiçkov’un kız hakkında düşündüğü betimleme tümden bana aittir. Çehov asla böyle bir şey yazmadı. Ama Çehov’un öykülerine konu olan bu dürüst yoksul erkeklerin de zengin, romantik ve şatafatlı bir dünyaları olması gerektiğini düşünüyorum. Çehov, karakterlerine asla kötülük yapmadı, tüm karakterlerini sevdi, belki Tolstoy gibi kent insanının derin dünyasını yazmadı ama ömrü taşrada hekim olarak geçen bir şair yoksulluğu yerinde gördü, yazdı; bugün yaşasaydı kesinlikle nehir kenarına indirdiği kızı benim gibi betimler, bu betimlemeyi de Smiçkov’un duygularına yükleyerek onu zenginleştirirdi.) Smiçkov’un dünyası alt üst olmuştur, uzaklaşmak ister, arkasını dönüp gitmek üzereyken ona bir hediye bırakması gerektiğini düşünür. (Burası da günümüzde yaşansaydı dere kenarında çıplak balıkçı bir kızı gören nice koç yiğidin hediye bırakma isteğinden ziyade pozisyon zenginliği yaşatmak isteyeceklerinden eminim. Hatta olmadı, önce şekilden şekle sokup bir güzel düzerler, sonra da cesedini iki parçaya ayırıp dereye atarlardı. Bu cinayetin arka planıyla ilgili komplo teorisi üretilir, kızın Rum casusu olabileceği, istihbarat savaşları sonucu öldürüldüğü, iyi çocukların kendi aralarında bir hesaplaşması olduğu öne sürülebilirdi.) Neyse ki böyle bir şey olmadı ve Smiçkov usulca kıyıya doğru yüzer ve kır çiçekleriyle su çiçeklerinden bir demet yapıp, ebegümeçlerinin sapıyla bağlayıp uyuyan kızın oltasına takıp oradan hemen uzaklaşır. Çiçekler su aldıkça şişer ve olta, mantarını da çekmeye başlar. (Normalde romantik yazarlar böyle bir öyküyü yazmış olsa bu hikaye bir romanın ya da çok uzun bir öykünün sonu olurdu. Ama Çehov’un hazırladığı akıbet ikisi için de korkunç olacaktır. Doğa kanunlarına aykırı olarak daha gergin bir atmosfer oluşacaktır. Ayrıca Çehov doğaya olduğu kadar kadınlara da düşkün biridir. Ama Çehov’un kadın tutkusu bizi gibi sikine indirgenmiş değildir, sikini beynin ve duygularının bir parçası haline getirmiştir.) Smiçkov hiç karşılıksız bu centilmenliği yapmanın huzuruyla karşı kıyıya döndüğünde bir de ne görsün! Elbiselerinin çalındığını… Smiçkov’a göre elbisesiz kalmak sorun değildi, asıl çıplak dolaşarak genel ahlaka aykırı davranmak büyük bir sorundur. Kontrbasın yanına çömelir, ahlak ve çıplaklık üzerine düşünerekten çare aramaya başlar. En yaratıcı fikir olarak yakında bir yerdeki köprünün altına sığınıp karanlığı beklemek oldu. Öyle de yapar. Hırsızlara küfür ede ede…(Sizi, Smiçkov’un köprü altı kaderiyle baş başa bırakıp balık tutan güzele döneceğim.)

Uykudan uyanan güzel kız, oltasının bir şeye takıldığını fark eder, elbiselerini hafif hafif çıkarır, soyunarak suya girer. Suda bir süre kalır, uyku sonrası garip bir hoşluk çökmüştür kızın ruhuna. Sabırla oltanın kancasını çiçek demetinden kurtarır ve aradan birkaç dakika geçer geçmez, mutlu mesut sudan çıkar. Ama zalim kaderin ona da bir oyunu vardır. Smiçkov2un elbiselerini çalan alçaklar bu güzel kızı da çırılçıplak bırakmışlardı. Güzel kızın da tek derdi genel ahlaka aykırı davranmamasıydı, elbise sorun değildi, zengin bir ailenin kızıydı. Smiçkov’daki sakinlik kızda pek yoktu. Çıplak halde şehre dönmeyi ölmekten beter bir şey olarak gördü. Oracıkta intihar etmeyi düşündü. Afaga ninesi aklına geldi bir an ve ölmekten son anda vazgeçip yakındaki köprünün altına sığınmaya karar verir karanlığa kadar. Smiçkov, bu davetsiz misafiri çıplak halde görünce ne mi yaptı? (Taciz etmedi, orasına burasına bakmadı, oysa kız uzun bacaklı, dolgun kalçalı, dik ve mor memeli, ince belli, yeşil gözlü, başak sarısı saçlarıyla bugün sosyal paylaşım ağlarında bize kendilerini ay parçası gibi anlatan İnternet kızlardan daha güzeldi.) Smiçkov önce kendisini kaçırmaya gelen bir su perisi sandı ama sonra, felaket sonrası yolu köprü altına düşen yetim bir kızdır diye düşündü. İkisi de birbirlerine bakıp çığlık atarlar. Güzel kız bayılır ve kendine geldiğinde Smiçkov’a yalvarır. Ölmek istemediğini, bağışlanması halinde çok para ödeyeceğini söyler. Bilinmeyen hırsızların bu iki mağduru kısa bir süre sonra birbirlerine alıştılar. Kız, Prenses Bibulov olduğunu söyledi. Karanlık bastığında kızı kontbasın kılıfı içine kor ve bibulovların konağına doğru hareket ederler. Aslında Smiçkov için bir sanat aletinin kılıfını böylesine bir durum için kullanmak sanat adına küçültücü bir davranıştı. (Size öyküyü böyle anlatmama kızmayın, Çehov öyküsünü özetlemek ona yapılacak en büyük haksızlıktır. Çehov öykücülüğünde boşluklar vardır, bunu pek önemsemez, okurun doldurması gerektiğini düşünür.)

İçinde güzel prensesin olduğu mahfazayı sırtlayarak Bibulov konağının yolunu tutarak, sırtında yumuşak bir bedenin içinde bıraktığı tatlı bir sızıyla etrafa toz sıçrata sıçrata devam eder. Ayrıca bu badireden bir prensesi kurtardığı için ödül alacağı umudu da vardır. Sokağın birine geldiklerinde ileride iki karaltı görür Smiçkov, hemen aklına bilinmeyen hırsızlar gelir. Hatta ellerinde bohçaya benzer bir şeyler görür. Smiçkov, sırtındaki mahfazayı yolun kenarına indirir ve bu iki karaltıyı kovalamaya başlar. Kovalama işine öylesine dalmıştır ki prensesi unuttu, sokak sokak hırsızları aradı. İşte tam bu sıralarda Smiçkov’un arkadaşları flütçü Juçkov ve klarnetçi Razmhaykin Bibulov’un konağına gitmek üzere rastgele oradan geçiyorlardır. Ayakları mahfazaya çarpınca kontrbas sanırlar ve alıp götürürler. Mahfaza ve içindeki prensesi konağın salonuna bırakan çalgıcılar orkestra sahnesine döndüklerinde Bibulov konağı değişik entelektüel ve müziksever nice Rus’u ağırlıyordu. Napoli’de gördükleri müzik aletlerinden bahsedenler, mızıka gruplarından söz edenler vs vs vs derken şans eseri kontrbası çalmak isteyen bir kişi ve dehşet… (Hikayenin burasını varın siz hayal edin. Çehov böyle sonları çok sever, onun öykücülüğünde okuyucuya değer vardır, bir kimseyi dağ başına kaldırır, yolu, ormanı gösterir ama dağ başında artık bir kişilik olarak kalmasını, zorluklarla baş başa ne yapması gerektiğini okurun düşüncesine bırakır. Okuyucuya her bir olayın mantığını tüm ayrıntılarıyla ortaya koymaz. Okurun zihinsel süreçlerine değer verir. Bu herhangi basit bir yaklaşım değildir, özenle yapılmış bir hekimliğin edebiyat yansımasıdır.) Prenses ve burjuva Rusları burada baş başa bırakırken dönelim Smiçkov’a… Döndüğünde prensesi bıraktığı yerde bulamayan yoksul çalgıcı deliye dönmüştür ve prensesin öldüğünü düşünmüştür. Kafayı yemek üzereyken birkaç sokağı daha arar ve tümüyle umudunu kesince, katil olarak aranmaya başlanacağını düşünerek hayata küstü. Birkaç yıl sonra aynı köye yolu düşen anlatıcıya köylüler şöyle demiştir:”Saçı, sakalına karışmış, silindir şapkalı çıplak bir adamın hala geceleri köprü civarında dolaşıp durduğunu, arada sırada köprü altından kontrbas sesinin geldiğini söylerler.”



Çehov’un yarattığı öykü tipleri öylesine hoştur ki adeta öykünün orta yerinde bir resim belirir. Roman karakteri yaratır gibi, karakterin psikolojik derinliklerine inmekten nefret eder. İşte birkaç örnek;

“Yajov, muşmula gibi buruşuk suratı sert kıllarla kaplı ufak tefek bir adamdı.”

.”Kuryatkin, yıpranmış bir ceketle eski püskü bir pantolon giymiş, kırk yaşlarında, şişmanca

bir adamdı…”

8 Ocak 2010

Sansür



Taraf, 21 Eylül 2009)
Bu yazıdan sonra kıyamet koptu ...
Değer biçmek (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden (/ kensor /) Eski Roma'da hem nüfus hem sansür idaresi ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı Censura (/ kensura /).
Latincenin Kuzey Frengistan vilayetindekonuşulan Taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu Ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. Ince sesliye bitişen / k / sesi önce / TS / sonra / s / diye söylenir olmuş. Geniz / n / sinüs bitişen / e / sesi ağzın gerilerine doğru Kaçıp / a / olmuş. / U / sesi incelip / u / halini almış. Kelime sonundaki bir dişil eki de önce / e / olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük hala aslına yakın bir şekilde tenkit yazıldığı halde / sansür / diye okunuyor.
Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1.900 civarından Daha Eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865'lerde Tasvir-i Efkâr'ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıali'de birileri "fekat bu censure'dür azizim" diye mırıldanmıştır.
*
Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.
Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler Sansüre tabi olmuş. Orduya, Devlete, Yüce Manitu'ya İSTEDİĞİNİ söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.
Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!
Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde.
SEVAN Nişanyan
http://www.facebook.com/notes/sevan-nisanyan/kelimebaza-ne-oldu/237592250674 Bu linkte de Sevan Nişanyan'ın açıklaması mevcut ... Kendi ADIMA bir Taraf okuru olarak Sevan Bey'in açıklamasını baz alıyor, Taraf'ın "ülke basınının namusu" iddiasını sürdüreceğini ümit ediyorum olması. Taraf gazetesinden de bir okur olarak doyurucu bir açıklama bekliyorum. "Kelimebaz" köşesi bir hazineydi, içinde Metinler arasıllığın işlendiği en güzel köşeydi. Popülist siyasi hiçbir kaygı bu haksızlığı tam olarak izah etmez. Sevan Nişanyan'ı biz yine buluruz ama Taraf kaybedecektir. Taraf herhangi bir Misyon gazetesi değildir, biz ötekilerin, biz yurttaşların gazetesidir. Sevan Bey ile tatilde bir miktar sohbetim olmuştur, yüzünden gönlünden ve beyninden akseden tek şey "yaşanılabilir ülke yaşanılabilir dünya" kaygısıydı. Zaten Şirince Evlerindeki mekanlarında bu güveni duyuyor, bu güzel insanın emeğini görüyor, harabeden Yapıt yaratan bu Ermeni'yi sevmek için yeterince gerekçeniz oluyordur.
CENGİZ MAÇOĞLU
Destek veren bloglar: http://lektuel.net/
http://5posta.org/fekat-bu-censure% E2% 80% 99dur-azizim /
http://www.seviyesizsiyaset.com/2010/01/sansur-ve-nisanyan/
http://kenardan.wordpress.com/2010/01/08/sansurden-sansur-dogdu-sevan-nisanyan-olayi/

6 Ocak 2010

Çavuş Prişibeyev'in Adaleti

Prişibeyev uzamış sakalı, buruşuk yüzü ve koca cüssesiyle yaşadığı köyde nam salan, Warşova karargâhında görev yapmış, emekli olduktan sonra itfaiye teşkilatında çalışmış, hastalığından ötürü emekliye ayrılmış vatansever bir Rus çavuşudur. Çavuş Prişibeyev’e göre köylü, milletin efendisi değil; milletin başına bela bir insandır. (Atamızın veciz sözüne muhalif olmasından ötürü de Çehov’un yarattığı bu karaktere ayrıca bir antipati duyuyorum. ) Yine Çavuş Prişibeyev’e göre asker, tüm kanun ve kuralları bilir, felsefeyi en derin biçimiyle anlar; siyaseti, herkesin bilmediğini bilen jandarma komutanları ve yargıçlar yapmalıdır. (Böyle bir öyküyü ben yazmış olsaydım muhtemelen çavuşun itfaiye görevindeyken Platon ve Gazalli okuduğunu belirtirdim. Karargâhta böyle kitapları çavuşlar okumaz, ne zamanları vardır ne de kitaplıkları… Böylece sevgili ülkemin edebiyat sever dostlarına “her şeyi bilen Çavuş bilmem ne karınağrısı Tuğrul’u armağan ederdim.) Bu çavuşu güzel ülkemin “oralarında” bırakıp Prişibeyev’e dönelim. Çavuş, Eylül ayı boyunca polis Jegin’i, muhtar Alyapov’u, ikinci muhtar Etmiov’u, azalar İvanov ve Gavrilov’u dövmekle suçlandığı için mahkeme huzuruna çıkarılmıştır. Durup dururken bunlara hakaret etmiş değil, çavuş; nehir kıyısında asaletli eşi Anifsa ile yürürken toplaşan bir kalabalığa gözü ilişir ve hemen eski bir asker olduğunu anımsayarak “Dağılın lan pis herifler, komünist misiniz, Kürt müsünüz, kanun halkın bir araya toplanmasına izin vermiş midir?” diye haykırarak polise görevini hatırlatmıştır. Olay bununla sınırlı değil elbette. Muhtar Alyapov yargıca şikayetlerini sunarken "çavuşla aynı köyde yaşamanın imkansız olduğunu, düğünlerde ve törenlerde sürekli bağırır, çağırır, çocukların kulaklarını çeker, nara atar, kadınları sahiplenirmiş bir koca gibi…Çavuş için şarkı söylemek, ateş yakmak vs gibi etkinliklerin düzenlenmesi ideolojik içerik taşıyormuş, bunlar için “yapılsın” yönünde bir kanun yokmuş. (Sevgili okurlar, tüm bunlar hikâye unsurları, ben uydurmadım; içinizden birileri ‘ordumuzun değerli paşaları, subayları ve çavuşlarını karalamak” için Çehov’un arkasına sığınan bir zındık diye beni suçlayabilir, yazıyı alıp mahkemeye gidebilir, aklınızda olsun ki sadece öyküyü anlaşılır kılıyorum, size aksettiriyorum. )
Kıyıda kum üstünde yatmış bir ceset söz konusu, cesedin nasıl kıyıya ulaştığı meçhul, bana öyle geliyor ki bu ceset zamane Rus narodniklerinden bir militana ait. Tüm hain emel sahiplerinde olduğu gibi herif asker ya da polis ya da Rusya’daki milliyetçi gençlik tarafından vurulmuş falan değil, Saint Petersburg nehrinden geçerken diğer anarşist narodnikler tarafından gecenin bir anında suya atılmıştır. Cinayet sonrası Rusların önemli fikir ve bilim insanları narodnik hareketin Çar 2. Aleksender suikastının perde arkasında zamane dış güçlerinin iç-mihrak haline getirdiği solcu-narodniklerin kendi iç hesaplaşması sonucu bu ceset kıyıya vurdu. Ertesi gün gazeteler “iç hesaplaşmada acı son, infazı dişi terörist yaptı.”gibi manşetlerle çıktılar piyasaya. İşte bu cesedi saran bunca muammayı fark eden koca kasabada bir tek kişi vardır; o da Çavuş Prişibeyev’dir. Jandarma komutanlarına haber veren köylüyü azarlar, savcılığa haber vermesi gerektiğini söyler, savcı yerine jandarmayı seçen köylülerin yüzyıllardır mürteci gibi yaşadıklarını, savcının kadı olarak bilindiğini, ülkenin korkunç bir ortaçağ karanlığına doğru gittiğini siyasetçilerden önce anlayan tek kişi de yine bu çavuştur. Bu arada polis Jegin’e hakaret etmensin nedeni de polisin, “Bu gibi işlere sulh yargıcının karışmadığını” söylemesidir. Bu sözler, çavuşun kanını beynine sıçratır. Polisin bu tip işleri hep jandarmanın üzerine atamasına gönlü el vermez, oracıkta Jegin’i tokatlar. Ayrıca polis Jegin’in “sulh yargıçlarının işi değil” demesinin altında başka manalar da arar. Güya Jegin, yargıçların Rus anayasası ve ceza hukukunu çarpıttığını falan düşünür. Devletin otoritesini kırmaya milleti açıkça davetiye çıkaran polis Jegin bu anlamda mürteci sayılabilir. Muhtemelen Kont bilmem ne diye birinin İngiltere’de kurduğu vakıftan nemalanıp oradaki kışkırtıcı fikirleri yayma görevi için para alıp işini yürütmektedir. Çavuş Prişibeyev’in bu konudaki hayatta hakiki yolu gösterici olduğuna inandığı söz aynen şöyleydi; “İnsan, budalayı dövmezse vebali kendi boynuna kalır.” Ateş yakıp çevresinde oturmanın siyasal bir anlama sahip olduğunu, yıkıcı bir tutku olduğunu mahkemede ifade eden çavuş, ateş ve ışık yakıp çevresinde şarkı söyleyenleri de ihbar etmeyi ihmal etmez: Savva Mikiforov, Pyotr Pyotrov, bir askerin dul karısı Şustrova, (Bu hatun, Semen Kliskov,adlı bir narodnikle ahlaksızca yaşıyormuş.) büyücü İgnat Sveçkov, cadı Mavra… “ İsim isim gammaz olayını yapmanın haklı gururuyla yargıcı da bunları cezalandırmaya çağırır. Bir anda, gözlükleri alnına kaldırır, yargıca gözleri fara tutulmuş tavşan misali bakar, patlak gözleri parıldar, çevresinden gelen gür kahkahalara sinirlenir, burnu kızarır ve olanca sesiyle bağırır; “Dağılın lan, toplaşmayın, kanunlarda toplaşın diye bir ifade yoktur, herkes evine bakalım.” Hikayenin sonunda yargıç, köy halkını huzursuz ettiği, köylüler arasında ayrım yaptığı, kanun adına türlü türlü fesatlıklar çıkardığı, eski bir asker olmanın avantajını kullanarak sağa sola höykürdüğü; kanun adamlığını sadece emir vermek, andıçlama yapmak, nehir kıyısına askeri malzeme atıp vatandaşı ispiyonlamak, ateşle şarkı söyleyen köylüleri “dağlı-yaratık-kıllı kadınları-hırsız çocukları-eşkıya kocaları olan İngiliz ve Alman ajanı kimseler” olarak suçladığı gerekçesiyle 1 aylık hapse mahkum etmiştir.

Bundan sonrası yine biz okurların hayal gücüne bırakılmıştır, bendeniz yine bir Çehov hikâyesinde; esnediğinde orgazm oluyormuş hissi veren, soran herkese namuslu, ahlaklı, vatansever olduğunu söyleyen, çapkın erkekleri kendi uyurken derin bir hayal alemine yönlendiren, göt çatalından beline uzanan akrep ve am tüylerinin üstünden göbeğine bir kısrak başı gibi uzanan gül dövmeleri olan bir hatun bulamamaktan yığınlarca küfür ettim. Çavuş Prişibeyev, hapis sonrası hayatında muhtemelen eski avantajlı zeminin kaydığını görünce eski askerlerin kurduğu bir partide işçiye zam, polise zam, askere yetki, eşkıyaya ölüm sloganlarının yazılı olduğu afişler asmaktadır Rusya’nın nehir kıyısı olan kentlerinin sokaklarına, duvarlarına…
Aslında bu götüne kadar betimlenmiş hatun mevzusu Çehov’un “BİR ÇALGICININ MACERALARI” adlı öyküsünde inceden ele alınmış. Orda da yazar, Prenses Ubilov, göl kenarında oturup balık avlarken ansızın uyur ve bilinmeyen hırsızlarca elbisesi çalınır. (Yani çıplak kalmış bir kadının durumunu biz yazar sayesinde değil hırsızlar sayesinde hayal ediyoruz. ) Tam hafif hafif elbiselerini çıkarıp takılan oltasını almak isterken, latif vücudu, mermer rengindeki nazik omuzları, yarısı suya gömülmüş bir prensesi bize gösterecekken yazar, o anda karakterlerini dalgaya alıp okuyucunun sinir tellerine dokunmaktadır. Prenses Ubilov ve çalgıcı Smiçkov’un garip hikayesini daha sonra anlatacağım. Ama ben o anlatımda prensesi önden, yandan, arkadan betimlemeye çalışacağım siz değerli okuyucularımın affına sığınarak, hatta prensesi webcam önüne geçirip ufak da bir striptiz şov yaptırıp yurdum erkeklerindeki yıllık salya üretimine tavan yaptıracağım. Kış ortası bile sürekli evinde soyunuk olan, yemek yapmak, tuvalete gitmek ve uyku dışındaki tüm zamanlarında eli bacak arasında sanılan çapkın bir kadın profili çizeceğim…

2 Ocak 2010

ALBAY İVANOVİÇ’İN AHLAK KUMKUMASI HATUNLARI


“Kızlar:
-Piyotr İvanoviç, bize bir şeyler anlatsanıza! Dediler. Albay, kır bıyıklarını burdu, öksürdükten sonra anlatmaya başladı. “ Çehov’un “BU O KADINDI” öyküsü böyle başlar. Albay İvanoviç, tarihin görüp göreceği en çapkın subayıdır. Her ne kadar kızlara bu hikayeyi anlattığı anda “ziftten kararmış bir çubuğa” benzese de gençliğinde tavus kuşu gibi kurumlanan, cilve yapan güzel bir delikanlı, bıyık burup sağa sola mangır savurdu mu etrafında onlarca güzel birikirmiş. (Kendini böyle anlatıyor.) Dünyalar güzeli tripleri yüksek bir gelin bile, genç subayın göz kırpıp mahmuzları şakırdatması ile bir anda çobanına itaat eden kuzuya dönmesi elde değil.(Günümüzde hala burma bıyık, mahmuzlu şövalye hayranı hatun var mıdır bilinmez, varsa bile cüzdan yoklayan bir yanını da zeki ve iş bilir kadın özelliği olarak profiline almıştır.) Fazla kadın dedikodusu yapmadan bu zampara albayımızın gençlik hallerini biraz daha deşelim. Albayİvanoviç, şimdilerde çevresindeki kadınlara hep “bayancıklarım” diye hitap eder, Rusça karşılığı nedir bilmiyorum. Gençliğinde ise “kuzucuklarım” dermiş. (Rus erkeğini hep hanzo bilirdim, şu sikinin uzunluğu sayesinde devrimi bile hızlandırmış, biz Anadolu erkeğine ergenlik dönemlerimizde ayda on defa cetvel kullanmak zorunda bırakmış, uzunluk ölçmeyi sikimiz sayesinde öğrenmişliğimizin müsebbibi Rasputin etkisi olsa gerek.) Genç İvanoviç, sineklerin örümceklere düşkünlüğü kadar “kuzucuklara” düşkündür. Hikayeyi dinleyen kızlara anlattığına göre koynuna giren Lehli ve Yahudi kadınları saymaya kalksa aritmetik yetersiz kalırmış. Kadınların Genç İvanoviç’e ilgisinin nedenleri elbette yakışıklı ve zampara olmasıyla tam olarak açıklanamaz. Yetenekli bir mazurka oyuncusu, bir alayın yaver subayı olmasını da etkisi oldukça fazlaymış. (Neden militarist aşığı yurdum kızlarının çok olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bunun öğrenilmiş bir davranış olduğunu tahmin ediyorum, Rus hatunların ilgi duyduğu karizmayı Asya’dan Anadolu’ya taşıma kaygısı olsa gerek… Gerçi Orta Asya yaylalarından geldiğimize göre Ruslarla ortak bir genimiz var diye düşünüyorum. ) Genç İvanoviç, şimdi daha belirgin bir karakter olmaya başladı; uzun boylu, yağız, geniş omuzlu, kaytan bıyıklı, kıllı göğüslü, iri sikli; centilmen, meslek sahibi (üstelik subay), telepati avcısı, güleç iyi huylu bir Rus.(Böyle bir profile bizim İnternet sitelerindeki erkeklere bile rastlayamazsınız.) Daha sonra öğreniyoruz ki yattığı kadınların kocaları yakaladığı zaman, kadınların kocalarını bile tokatlayan bir maçoymuş aynı zamanda… (Az önce ortak gen teorimi açıklayan temel veri de bu, maçoluk… Anlaşılıyor ki İvanoviç’in dedelerinden biri Türk’tür. Çehov bunu belirtmiyor ama, gizli bir Rus kompleksinden olsa gerek.) İşte bu bin bir türlü olumlu özelliklerin yarattığı genç yaverimiz kızlara anlattığına göre zaman zaman ilçeyi dolaşır, kah yulaf arar, kah saman almaya gider, kah Yahudilerle ve Lehlilerle at satıcılığı yapar, vazifeyi bahane edip Lehli kuzucuklara randevu verir onlarla gönül eğlendirirmiş. Yine bir Noel gecesi, hava dayanılmayacak kadar soğukken, atları bile inleten dondurucu ayazda Çenstohov’dan Şevekli’ye bir vazife ile yola çıkmış. Tam ayaza ve soğuğa alışmışken ansızın tipi başlar ve beyaz bir kefen gibi her yanı sarıp sarmalar kar. Rüzgâr, karısı elinden alınmış bir Rus beyi gibi inliyor ve sürücü ile birlikte yollarını kaybederler. Gecenin o saatinde deliler gibi dolaşıp dururlar ve sonunda zengin bir Lehli olan Kont Bayadlovski’nin şatosunu buluverirler. Bu konuk sever Lehli yabancıları içeri alır sıcak yemekler ikram eder. Kont , Paris’te yaşadığı için vekilharcı Kazimir Haptisnky kabul eder. Aradam bir iki saat  geçmeden Genç İvanoviç, vekilharcının karısıyla kağıt oynamaya başlamıştır bile. (Bu hikayeyi bizim Bulvar gazetesi okurlarından biri yazmış olsaydı yemek faslı olmayacaktı vekilharcının karısı direk misafirin pantolonundaki kabarıklığı fark edecek ve evin kuytu bir yerinde misafirin sikine yumulacaktı. Allahtan Çehov, az sonraki korkunç ahlaksızlığa bir gerekçe bulmuş ve biz yüksek ahlaklı okurları bu illetten kurtarmıştır.) Tabii, vekilharcının evinde yatacak oda olmadığı için Kontun şatosunda bir oda hazırlanıyor ve bu torpilli subay orda geceliyor. Şato hayaletler ve kötü ruhların yaşaması için oldukça uygun bir yermiş. Yemek sonrası şaraplandığı için oldukça neşeli bir hal almıştır. Yine de hayaletlerden biriyle karşılaşmaktansa yüz Kürt ile karşılaşmayı tercih edecek kadar da korkak. (Kürt’ü bendeniz eleştirmeniniz söylüyor, Çehov yüz Çerkez’den söz ediyor.) hikâyenin burasında enfes bir betimleme söz konusu. "Ortalığı tıkırdatan fareler, duvarlarda korkunç aile resimleri, eski zaman silahları, av boynuzları, kuruyan eşya çıtırdıları… Dışarısı ise herhangi bir ölüye Fatiha okutacak rüzgârın şiddetiyle betimlenmekte…" Boş odaları aydınlattığınız zaman Rusya’da karanlık odalardan daha korkunç oluyorlarmış. Bu korkunç uyuma eylemine bir ton da paranoya ve kuşku eşlik ediyor subayın durumuna. Pencereden giren hırsızlar, karyolanın altından çıkacak bir komünist pardon katil, rüzgarın ıslıkladığı hava boşluğundan içeriye sızan bir Kürdün sarhoşluk naraları, omzuna dokunacakmış gibi başucunda bekleyen domuz suratlı, gergedan cüsseli bir Ermeni…Kısacası sizi yatağınızdan etmeye müsait her türlü şeytani oyun… Tüm bu karmaşanın içinden terliklerin şıpşıp sesine benzer bir ses duyulur. Bir anda omzuna kuğu kuşunun tüyleri yumuşaklığında bir çift el dokunur. Sesinin tonu sabah ötüşlü bir serçenin sesi kadar huzur verici… Sıcak nefesiyle genç İvanoviç’in yanağını okşar, kulak memesini ısırır, elleriyle olmadık oyunlar oynar. İvanoviç, bu Lehli kuzucuğa sarıldığı an kalıba dökülmüş gibi ince, sıcak Tanrı’nın on yılda bir sipariş üzerine yarattığı bir kadın belini fark eder. Bir süre daha halvet ederler huşu içinde. Bir gece daha şatoda bu olay yaşanır. Albayın anlattığına göre aşk olmasaymış hayalet korkusuyla oracıkta ölürmüş. İki gecelik bu aşk üçüncü gün yerini genç subayın kadını terk etmesine bırakır. (Bu Çehov denen hınzırın bir de böyle bir özelliği var, biz okurlar tam da bu tip aşklarda entrika, bilmem bin bir türlü oyun beklerken ansızın o aşkı yarım bırakır benim gibi okurlardan bol bol küfür duyar. Bir de erkekler sikine kadar betimlenirken, “kuzucuklar, bayancıklar” romantik ifadelerle ya tavusa, ya serçeye ya da kuğuya benzetilir, öylece bırakılır, en iyi ayrıntı bel olur, kadının dudaklarından, kalçasından, meme ve göt simetrisinden haberdar olmayız.)
Albay Piyotr İvanoviç’i dinleyen kızlar işte bende de beliren bu sabırsızlık ve aymazlıkla sorarlar:”Eee, sonra?”Albay, yanıtlar,”Ertesi gün yola çıktım.” Kızlardan biri yine sorar:” Peki o kadın kimdi?” Albay,” Karımdı” der. Kızlar, arı sokmuş gibi aynı anda tepki verdiler. “Çok vicdansızsın, nasıl olur karın olur?” Albay, “O gece, Şevikli’ye karımla birlikte gittim.”der. Kızlar hayal kırıklığına uğramış serçeler gibi mırıldanıp durdular. Albay, “Demek, siz benimle sikişen kadının karım değil başka bir kadının olmasını istediniz. Tamam, gerçeği söylüyorum vekilharç denen herifin karısıydı.”
Kızlar neşelendi, gözleri pırıl pırıl yandı. Albaya daha çok sokuldular, bir yandan kadehlerine şarap dolduruyorlardı.

Böylece ahlaksızlığın ne güzel bir olgu olduğunu anlamış oldum ben. İşin gerçeği, genç subayın karısından söz etmesi beni de epey kırdı, hayal kırıklığına uğrattı, üzdü. Gerçeği öğrendiğimde de çok sevindim, belki kızlar gibi kırıtmadım ama hayalime bir an aldatabileceğim bir kadın getirmedim desem yalan olur.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.