Social Icons

.

Pages

9 Nisan 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 11

Söyleşi konuğum https://twitter.com/#!/cravanart kendisi Avrupa'da. Uzun zamandan beri sosyal ağlar üzerinden tanışıklığım olan bir arkadaş. Dikkatle okunduğunda sol teorinin neden değişim ve gelişim göstermesi gerektiği konusunda ikna edicidir. Marxist bir arkadaşımızdır. 

1. Avrupa'dan Kürtlerin devletle yaşadıkları sorunlar nasıl görünüyor? Liberal demokrasilerde bu tip sorunlarının tarihsel bağlamıyla ortaya konduğunu biliyorum. Bir ara Tarihte Özgürlük Bildirilerini okumuştum çok etkilenmiştim. Bugün hem sosyalistlere hem demokratlara yeni gelen birçok hak talebi bir bakıyoruz 1300'lü yıllarda çatı çatır mücadele edilerek kazanılmıştır. Kürtler, hak talep ederken böyle bir tarihsel arka plan argümanını yeterice kullanıyorlar mı? Ya da kullanmalılar mı? 
   Öncelikle liberal demokrasiler derken günümüzde yekpare bir liberal demokrasi kavramından bahsetmeye pek meyilli olmadığımı belirtmek istiyorum. Sonuçta özellikle Avrupa’da 2. Dünya savaşından sonra oturmuş bazı siyasi normlar olsa da günümüzde bunların çoklukla beylik sözlere indirgenip pratiklerinin sürekli yeniden tanımlandığına şahit olabiliyoruz. Misal ırkçılık hodbin bir biyolojizmden çıkartılarak kültürel ırkçılığa doğru biçimlendiriliyor, buradan da “entegrasyon” gibi içi her türlü doldurulan bir kavramla legitimize ediliyor. Dolayısıyla tarihsel manada bildiğimiz şekliyle belli ideal prensipler doğrultusunda işleyen bir liberalizm bugün çok ufak bazı entelektüel çevreleri saymazsak Avrupa’da da yok. Ondan geriye kalan şey tamamıyla Real politik ve buna göre bugün Kürt meselesi Türkiye’ye karşı bir manevra gerektiğinde masaya sürülecek, Türkiye ile olumlu ilişkiler gerektiren zamanlarda da hasıraltı edilip hoş görülecek bir durum. Avrupa’nın liberal demokrasilerinde bir Kürt göçmenin durumu da buna tekabül eder. Kaşınacak yara arandığında yurtlarından kaçmak zorunda kalan mazlum Kürt göçmenler tematize edilir, ertesi gün de topluca göçmen/yabancı düşmanlığı yapılırken aynı Kürt ayrımcılığa uğrar, hatta bu sefer “Türk” sayılarak ayrımcılığa uğrar. Bu açıdan Avrupa’daki bugünün “liberal” demokrasilerine ve onların liberal değerleri temsil etmesine dayanarak Kürt sorununa bir çözüm aramak çok verimli olmayacaktır. Bunun yakın örnekleri son birkaç yıldaki pek çok sınır ötesi operasyonda Avrupa’nın dudak büker gibi yapması oldu. Çok iyi hatırlıyorum, bu dönemlerde özellikle almanca başında doğru düzgün haber bile yapılmamış, sadece Türkiye’nin kuzey Irak’ı bombaladığına dair birkaç haber çıkmıştı. Hülasa, Kürt sorununun çözülmemesi maalesef hem içerde hem dışarıda, askerinden, popülist siyasetçisine pek çok tarafın işine gelen, pek çok bireyin ve hareketin yeri gelince ekmek yediği, diplomatik manevra sahası bulduğu bir durum. Avrupa demokrasilerinden bir ders alınacaksa bu ders tarihsel federalizm dersi olmalıdır ki, bundan öğrenilecek çok şey var.
    Kürtlerin elbette mücadelelerinde tarihsel arka plan argümanını kullanmadıklarını söyleyemeyiz. En azından şahsen liberal devrimlerin kredosu olan “halkların kendi kaderini tayin hakkı”ndan dem vurulduğuna çokça şahit olmuşumdur. Gelgelelim artık erken kapitalist dönemde yaşamadığımız için kader tayin etmenin parametreleri ortak dil konuşan ve aşağı yukarı aynı kültürel arka planı paylaşan insanların bir araya gelmeleri, bir bayrak dikmeleri ve dış dünyayla şöyle böyle ilişki yürütebilen bir tüccar/zanaatkâr sınıfı yaratmış olmalarından çok daha fazla. Bugünün bilgi ekonomisi dünyasında  kendi kaderini tayin edebilmenin yolu “dengeli” dağılıma sahip bir insan kapitali yaratmaktan, kalifiye işgücüne, buna mukabil üretim altyapısına sahip olmak ve “bilgi üretmekten” geçiyor. Bu bağlamda Türkiye zaten kendisi kendi kaderini tayin edebilecek olgunluğa erişmiş bir ülke değil. Ondan doğacak bir “bağımsız” Kürdistan’ın durumu da doğal olarak daha kötü görünüyor. Bunun dışında Kürt siyasetinin kanımca şu anda en ciddi problemi “konfederasyonalizm” kavramını farklı anlaşılmalara yer bırakmayacak şekilde tanımlayamamak. Bunun altında elbette Kürt siyasi hareketinin de heterojen olması ve henüz kendi içinde bir tanım üzerinde karar kılmamış olması yatıyordur ki bunu ayıplamıyorum. Gelgelelim konfederasyonalizm kavramı tarihsel olarak içinde bir “dış siyaset dâhil” otonomi barındırdığı için şahsen bu modeli, tarihsel anlamı içinde şu durum için çok gerçekçi görmüyorum ve acaba federasyonalizm mi demek istiyorlar diye düşündüğüm oluyor, herhalde kürt siyaseti içinde de bunu böyle tartışanlar vardır. Ek olarak bu “tanımlayamama” durumu bir iletişim problemi yaratıyor. Çok basit bir pazarlama kriteriyle ifade etmem gerekirse: pazara sürdüğünüz ürün ne kadar iyi olursa olsun, alıcı nazarındaki başarısı sizin iletişim başarınıza endekslidir. Bu minvalde, ürünün satılması gereken tüketici kitlesi, Türkiye toplumunun tamamı oluyor. Sonuçta eğer ki barışçı çözüm hedefleniyorsa bu ikna ile olacaktır, silahlar siyaseti bir yere kadar götürür ama sonuçlandırmak sözcüklerin işidir. Eğer Türkiye toplumu, ya da en azından kendini “Türk” tabir eden kitleye bu fikir anlaşılabilir ve bütünlüklü, çelişkisiz biçimde pazarlanmadığı sürece Kürt sorununun herhangi bir şekilde çözülebileceğini sanmıyorum. Bunun için de önce Kürt siyasetinin kendi içinde bir dil ve iletişim siyaseti üzerine uzlaşıp yekpare bir tanım yapabilmesi gerekiyor. Kürt siyaseti bu alanda bir boşluk bıraktığı sürece sağ popülist siyasi rakipler daima bunu istismar edeceklerdir. Bu kaçınılmaz. Buna karşı durabilmenin de yolu da öncelikle tutarlı tanımlamalar ve iletişimden, sonra da senin soruda bahsettiğin “tarihsel” argümanları “doğru” biçimde kullanmaktan geçiyor. Federal bir sistem isteniyorsa federalizmin tarihsel argümanlarına dayanılarak, tarihten ve bugünden örnekler verilerek bu fikir “pazarlanmalıdır”. Yeri gelince Çanakkale, yeri gelince Kurtuluş Savaşı sahiplenilerek, popülist ile onun arenasında boğuşmayı kabullenerek, Osmanlı’nın çöküş döneminde kendiliğinden Balkanlar’da oluşmaya başlayan federalizmi şiddetle bastırmış olan İttihatçı ideolojinin (Troçki’nin Balkan Savaşları eseri bu konuda iyi bir referanstır) içinde yer edinme çabalarıyla olacak bir iş değil yani.
2. Kapitalist sistem kendisine karşı savaşma hedefi koyan sosyalizm, anarşizm hatta sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluşçu öğretiyi kendi hizmetinde kullanacak bir mekanizmaya dönüştürdü. Mesela Arapların kapitalist demokrasilerden aldığı destek, yine reel sosyalist diktatörlüklerin özgürlükçü hedeflerle paramparça edilmesi gibi... Öcalan da tam bu noktada sosyalizmin de ulus-devlet şeklinde örgütlendiğine dair güçlü tespitleri var. Bunun adına kapitalist modernitenin zaferi diyor Öcalan. Kendisinin alternatifi ise ulus-devleti reddederek demokratik toplumcu bir mücadele biçimi geliştirmek... Radikal de olabilir reformist de ama bir mücadele bir alternatif var. Öcalan'în bu yaklaşımlarını gerçekçi buluyor musunuz?
Öcalan’ın bu stratejisinin sadece gerçekçi değil tam da gereken vizyon olduğunu düşünüyorum. Türkiye’yi düze çıkaracağına inandığım model, çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli, devlet yapısı desantralize olmuş, iç işlerinde çok büyük ölçüde otonomlaşmış şehir meclisleri tarafından yerel idare edilen, ordusu gönüllü milis ve profesyonel asker hibrid modelinde örgütlenmiş, her köşesinde her dilin konuşulduğu ve ilköğretimden itibaren öğrenilebildiği, doğrudan demokrasinin lokal ve federal ölçekte son karar mekanizmasını temsil ettiği bir demokratik toplum modelidir. Gelgelelim Kürt siyasi hareketi kendi anatomisini göz önünde bulundurursak (merkezden yönetilen ve hiyerarşik) böyle bir modele kendisi ne kadar hazırdır, bu da sorulması gereken bir soru.
3. Bir önceki soruyla bağlantılı olarak Türkiye'deki durumu ele alabilir miyiz? AKP'nin yüzyıllık statükoya en azından argüman olarak karşı çıkması, birtakım yapısal değişim hedefleri solu bir anda afallattı. Sol ciddi bir teorik krizle karşı karşıya kalmadı sadece, pratikte de nelere nasıl karşı çıkacağını şaşırır oldu. Kürtlerin demokratikleşme ve özgürleşme çabalarına da ancak 1930 model devletçi sosyalist pencereden bakabildi. Solun bu üretkensizliğini neye bağlıyorsunuz? (Genelde Türk rejimi özelde Kürt sorunu çerçevesinde, çok genel bir soru olduğundan parantezi açtım.) 
Solun yaşadığı bu problemler aslında salt Türkiye’ye özgü değil. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte tüm dünyada sol ciddi şekilde geriledi ve gerek teorik gerek pratik düzeyde ciddi bir bunalım dönemine girdi. Gelgelelim bunun Türkiye’deki tezahürü misal bir Batı Avrupa’daki sol örnekten çok daha trajik durumda. Batı Avrupa’daki solu neoliberalizm ile uzlaşmak ile veya orta yol aramak ile eleştirebiliriz, kitlelerden kopmak ile yahut İngiliz argosundan bir deyim ile ifade etmek gerekirse “şampanya sosyalisti” olmak ile eleştirebiliriz. Bunlar kısmen hamasi olabilmekle birlikte büyük ölçüde doğru eleştiriler olurlar (neden kısmen hamasi olduklarını modern kapitalizm üzerine başka bir söyleşiye saklayalım ). Genel manada da ise Batı Avrupa’da solu kıskacına alan problem siyaset yapma inisiyatifini kaybetmek oldu. Bugün baktığımızda aktif siyaseti merkez sağ veya milliyetçi popülist partiler yapmakta, sol partiler de genelde bunları “ayıplayan” karşı manevralar ile var olmaktalar.
       Doğu Avrupa ve Türkiye özeline dönersek daha farklı ve daha hazin bir tabloyla karşılaşıyoruz. Öncelikle eski doğu bloğunun tamamında Sovyetlerin çöküşünden sonra komünist parti kadro ve kitlelerinin nasyonalizme transfer olduğu gerçeği var. Rusya’daki 2006’da kapanan Rodina gibi partiler bu konuda iyi örnekler teşkil ediyorlar. Türkiye’de ise gerek Sovyet geleneğine yakın duran ve dolayısıyla tarihsel olarak hep devletçi bir tona sahip olmuş hareketler hem de üçüncü dünyacılık dediğimiz çizgideki hareketler bu süreçten sonra ciddi anlamda bocaladılar. Aslında Sovyetçi geleneğe yakın olanlar bu sürecin sonunda doğu bloğunun yok olmasıyla doğan boşluktan ötürü üçüncü dünyacılık çizgisine yaklaşmış olduklarını düşünüyorum. Bu minvalde gelişmiş batı kapitalizmini temsil eden her şey “emperyalist” ve düşman, bunun dışında kalan her şey, tüm kirine ve pisine rağmen anti-emperyalist bir doğal müttefik olarak algılanır oldu ki bu noktada Türkiye’deki sol hareketler ile eski Sovyet ülkelerindeki bugünün sol-nasyonalist hareketleri birleşiyor. Kimisi bunu hodbin ırkçı söylemlerden çekinmeden yapıyor, kimisi de Kemalizm’in sularında utangaç biçimde yüzerek yapıyor. Bu tarifin dışında kalanların çok ufak bir azınlık olduğunu düşünüyorum. Gerçi zaten “sol” içine her bir fraksiyonu kattığımızda da çok ufak bir azınlık. Solun bu üretkensizliğinin altında yatan sebepler yukarıda saydığım şeyler oluyor. Milli-Merkezi Devletçilik zihniyetindekiler ile kırsalcılık arasında bölüşülmüş bir sol gelenek var Türkiye’de. Eh kırsalcılık zaten tarihsel olarak sağ popülizmin uzmanlık alanıdır, oradan bir kitleselleşme çıkamadı tabiatıyla. Bunun üzerine merkez sağ bir de kentli yoksulları ve kentli orta sınıfı örgütlemeye el atıp, taşrayı bile bu orta sınıf minvalinde örgütlemeye başlayınca zaten ciddi bir boşluğa düşmüş olan sol siyasetin tümden saf dışı kalması çok garip gelmiyor. Buna bir de “teoriyi pratik gerçekliğe göre düzenlemek” değil “pratiği yalanlayarak kendi teorisine sığdırmaya çalışma” alışkanlığı da eklenince ortaya çıkan sonucun ara sıra birbirini döven en fazla biner üyeli mahalle dernekleri minvalinde bir sol siyaset olmasına şaşırmamak gerek. Bu şartlar altında daha önceleri çokça dediğim gibi hangi fraksiyon olursa olsun, her sol hareketin var olabilmek için Kürt Sorunu’na ve Kürt siyasi hareketine ihtiyacı var. Zira kendileri kitle hareketi değiller ve eklemlenerek kitlesizliklerinin, hasılı siyasetsizliklerinin üstünü örtmenin en geçerli yolu bu. CHP veya şahsi özelinde Kılıçdaroğlu’ndan SOL UMUT yaratma zevzekliğine düşenlere hiç girmeyelim zaten.
4. Öyle görünüyor ki Türk hükümetinin artık somut olarak Kürt sorununa bakış açısı Ortadoğudaki genel sorunların bir parçası oldu. Türkiye'de bazı AKP yanlısı köşe yazarları AKP'nin Suriye siyasetini desteklerken PKK'nin bu süreçten kazançlı çıkma hesaplarını BAAS'a yakın ideolojik politik argümanla açıklamaya çalışıyorlar. Bunun reel teorik siyasette bir karşılığı var mı? Mesela Suriye'nin Kürtlerle zımni uzlaşmasını PKK'nin gizli anlaşması olarak yorumladılar. 

Ben PKK’nın Esad rejimi ile uzlaşmasını “ahlaki” bir siyaset olarak nitelemesem de realpolitik bağlamında buna gene de anlayışla yaklaşabiliyorum. Daha önceleri çokça belirttiğim üzere, PKK de jure bir devlet olmasa bile, de facto bir devlet. Buna mukabil pek çok konuda (totaliter) bir devletin reflekslerini gösterdiği de oluyor. Öte yandan de jure bir devlet olmaması, Kürt hareketinin ve Kürt haklının genel manada her daim ciddi bir tehdit altında olduğu gerçeğini içinde taşıyor. Özetle, PKK’nın Esad’a yaklaşması oportünistçe ve gayri-ahlaki gelebilir ama bunu belli bir çerçeveden bakarak bir nebze moralize edebiliyorum. PKK örneğin Rusya veya İran gibi de jure bir devlet olsa, sürekli bir varlık tehdidi altında mücadele etmese sanırım bu hoşgörüyü de göstermezdim. Öte yandan, bu sebeplerden ötürü PKK ile BAAS’ı ideolojik ikizler olarak göstererek Esad üzerinden PKK’ya vurmayı da ahlaki ve rasyonel bulmuyorum.

5. Türk basınında Kürtlerin demokratikleşme ve özgürlük talepleriyle devletin savaşında barışçıl-liberter ya da barışçıl-sosyalist olarak sizi umutlandıran yayınlar ya da kişilikler var mı? Varsa temel problemleri nedir, çözüm teorileri nedir?

Türkiye basınını özellikle son aylar itibariyle pek takip etmemeye başladım. “Sol” başını zaten ara sıra Evrensel’i açıp orada yazan 1-2 arkadaşım ne yazmış diye bakmak ve dalga geçecek “utangaç ulusalcı” malzemesi aramak için BirGün’ün ınternet sitesine bakmak dışında takip etmiyorum. Bunun dışında liberal başında içtenlikle “demokratikleşme ve özgürlük” talebine sahip olduğunu düşündüğüm insanlar var. Taraf gazetesini bu açıdan genel manada beğeniyorum (haber yapış tarzında çok eksikleri, gedikleri oluyor, bu kesin). Gelgelelim benim liberal başında genel olarak gördüğüm en büyük problem “Derin PKK” temasına fazlaca takmış olmaları. Bu demek değil ki PKK içinde bir derin örgütlenme olamaz. Sonuçta yukarıda dediğimiz gibi PKK dev bir örgüt ve de facto bir devlet. O yüzden, elbette bunun içine sızan ajan da olur, bunun içinde birtakım özel ajandalar peşinde gruplaşmalar da olabilir. olmaz demek bana oldukça mantıksız geliyor. Fakat buradan yola çıkarak da Kürt Sorunu’nun çözümü bağlamında doğru gitmeyen her şeyi Derin PKK ve onun Türk kontrgerillası ile ilişkilerine bağlama eğilimini gerçekçi bulmuyorum, dolayısıyla yapıcı da değil. Türkiye’nin siyasi kültürüne son birkaç yüzyılda sirayet etmiş bazı problemleri dönüp dolaşıp “sadece” 80 yıllık Kemalist rejimle açıklama eğilimi gibi bir hata bu da.
6. Ben yeni hükumetin Kürt sorununa bakış açısını biraz Mussolini'nin 1922 yılının o meşhur Roma yürüyüşündeki tutumuna benzetiyorum.( Burada espri yapabilirsin, 1922 yılının 29 Ekimi'nde İtalya'nın en genç başbakanı oldu-Ata'mızla aziz hatıra denebilir)  Hatırlarsan önce Kral'ı ve liberalleri Komünistlerin iktidarıyla korkuttu. 1925'te de liberalleri saf dışı bıraktı. 1928'de merkez sağcılığı tasfiye etti. 1929'da İtalya Devleti ile kilise arasında imzalanan Patti Lateranensi antlaşmasıyla  meclisi feshetti. Ben hala AKP hükümeti içindeki güvenlikçi kanadın 1929'daki bu hayali canlı tuttuğuna inanıyorum. Bu arada Avrupa'nın en liberal yayın yönetmenlerinden Luigi Albertini, Corriera De La Serra'dan emekli edildi. En büyük pişmanlığı 1922 hükümetine destek vermesi olmuş. (Ahmet Altan'a gönderdim bu pası) Senden de bir bağ kurmanı isteyebilir miyim?
AKP’nin içindeki belli çevrelerin böyle bir hayali olması bana hiç gerçek dışı gelmiyor. Şahsen, dünyanın neresinde olduğundan bağımsız, hegemonyal siyaset içinde yer alan her partinin içinde böyle bir kesim olduğunu ve olacağını düşünüyorum. AKP’nin siyaseten özellikle son 1 yıl zarfında tümden şirazesinin bozulmasının altında ise parti içindeki bu tür kesimlerin güç kazanmasından ziyade AKP iktidarına asıl liberal oryantasyonu veren AB’nin içine düştüğü ekonomik ve kimliksel kaosun yattığını düşünüyorum. Açıkçası bugüne kadar geçen sürede iki taraf da (AKP ve AB) birbirlerine bayıldıkları için bir ittifak halinde zaten değillerdi. Şu geldiği noktada AKP karşısındaki pratik “muhalefetsizlik” gerçeği ve TSK’yı ehlileştirmesi, hasılı devlet aygıtlarına tam manasıyla hakim olabilmesiyle artık içerideki iktidarını gayri-meşru müdahalelere karşı savunabilmek için bir AB’ye ihtiyaç duymuyor. AB’nin de şu içinde bulunduğu durumda AKP hükümetine, şunu yap, bunu yapma diyecek mecali yok. AKP elbette bunu kendi kitlesine Türkiye’nin süper güç olduğu şeklinde pazarlayarak yüzyıllardır yerleşmiş bazı milliyetçi aşağılık komplekslerini kaşıyacaktır. Bu beni şaşırtmıyor. Ama bir gerçek de şu ki, AB geldiği noktada yüzeysel bir kafa acısından Türkiye için bir rol modeli olma işlevini oldukça yitirmiş durumda. Toplumun geneli de yüzeysel baktığı için AKP’nin bu kontrol boşluğunu fütursuzca istismar etmesi durumu görüyorum. Dürüst olmam gerekirse AKP’nin Suriye siyaseti sebebiyle son zamanlarda İran’la mesafelileşmesini bu manada olumlu buluyorum.
    AKP’ye destek verdiği için pişman olacak gazeteciler dersek, aklıma son dönemde oldukça ciddi hayal kırıklıkları yaşayan liberal kanattan bazı isimler elbet geliyor. Özellikle Ahmet Altan’ın “milletin yiğidiydin, devletin falancası oldun” minvalindeki çıkışı kafamda oldukça aktüel. Bu manzarada beni üzen şu ki, bu insanlar AKP ölçeğinde “büyük” siyaset yapan bir partiden idealist tutumlar bekleme hatasına düşmüşler. Oysa bu ölçekteki siyaset yapan her parti içinde yaşadığımız “bu dünyada” kaçınılmaz olarak real politik yapar ve yapacaktır. Bu yüzden yıllardır sosyal medya’da “AKP bir tramvaydır, gidilecek yere varılınca inilir” diye istihza eder dururum ama bir yandan da pek ciddiyimdir. Ana akım siyaset ve siyasi partilere sağlıklı yaklaşımın ancak bu pragmatizmle mümkün olduğunu düşünüyorum. AKP yeni bir kalkışma olarak belli bir krediyi hak ediyordu, çoğunu tüketti ama komik biçimde (bu Türkiye’nin siyasi raşitizminden kaynaklanıyor) hala tek geçerli reel siyasi alternatif.

7. KCK operasyonlarının siyasi operasyonlar olduğunu düşünüyor musunuz? Newroz direnci bu operasyonlara cevap oldu mu?
Evet, şahsen KCK operasyonlarının siyasi operasyonlar olduğunu düşünüyorum. Newroz direnci de herhalde buna bir cevap “olmuştur” diye tahmin ediyorum. Sonuçta Newroz’u Newroz olarak kabul etmek istemeyen bir kafanın ürünü KCK operasyonları da.
8. Türk aydınlarının aslında 1994 yılında sağlam bir tavrı var. Özgür Ülke gazetesi bombalandıktan sonra çıkıp sokaklarda gazete sattılar. Fakat bugün Kürtlere yönelik siyasi operasyonların bir hedefi de Kürt basını, Türk aydınları aynı tavrı koyamadılar. 121'lerin Fransa-Cezayir savaşında Fransa devletinin temel tezlerine kesinkes karşı çıkması deneyimi var tarihte. Türk aydınlarındaki bu tavırsızlığı neye bağlıyorsunuz?
Türk aydınları o sırada sınıfsız domateslerin gezegeninden “Yalçın Küçük” vb. zevat için duruşma tweet’leri falan atmakla meşguldü sanırım, o yüzden vakitleri olmamış olabilir. Onun dışında az sayıdaki Türkiyeli aydın da her zaman olduğu gibi kendi çapında birtakım eylemler ve protestolara kalkıştı diye gözlemledim ama bunların da pratik etkisi maalesef nominal.

9. Bu sorunun çözümünde temel bir öneriniz var mı? Varsa perspektif olacak biçimde özetlesiniz ne dersiniz?
İlk iki soruya cevaplarımda bu konuyu etraflıca anlatabildiğimi umuyorum. Desantralize olmuş, homojen ulus kavramını arkasında bırakmış bir demokratik toplum.
10. Bu sorun üzerine teorik çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?(siyasi-soyolojik-felsefi vs vs vs )
Çeşitli Türkiye halklarını temsilen çok dilli ve kültürlü bir denek grubuyla “doğrudan lokal demokrasi” simülasyonu çerçevesinde bir sosyal psikoloji deneyi yapmayı isterdim. Hatta bu grup ve Türkiye’nin genel halinden alıştığımız türden asimilatif ve baskıcı biçimde örgütlenmiş bir kontrol grubuyla üretim/tüketim ve yönetim bağlamlarında “efficiency” üzerine bir karşılaştırmalı deney çok ilginç olabilirdi. Belki ileride böyle bir şansım olur.
Söyleşi Sözlüğü
Hodbin: Bencil
Legimitize edilmek: Kanunlara, normlara uygun hale getirilmek.( Mantığa bürümek, kılıfına uydurmak gibi de anlaşılabilir). Meşrulaştırmak.
Kredo: İnanç, değer, ilke… ( Burada temel prensiplerden biri anlamında kullanılmıştır)
Desantralize: Yetki dağılımı. Ademi merkeziyetçilik de denebilir.
Siyasi raşitizm: Üretken olmayan, temel politikayı yenilemeyen, zayıf kalmış siyasi düşünce
De jure devlet: Ulusal ve uluslar arası tanınırlığı egemen düzeyde olan devlet. Karşıtı de facto devlet…
 Oryantasyon: Kılavuzluk etme, yönlendirme. Hem pedagojik hem ekonomik hem de siyasi terimdir.
Efficiency: Etki, üzerinde çalışılan şeyden alınan randıman. 
Lokal demokrasi: İsviçre'de olduğu gibi hala izleri görülen temsili demokrasiyi hem öncelleyen hem geliştiren hem de ondan çok önceleri hayata geçmiş demokrasi örnekleri. Bölgesel demokrasi.
Radikal Demokrasi: Geleneksel-modern demokrasilerin toplumu hiyerarşik katmanlarla toplum adına yetki alıp bunu hegemonya biçiminde örgütlemesine karşı içinde post-modern liberalizasyonu ve Avro Sosyalist unsurları da barındıran yeni bir demokrasi anlayışı. Doğrudan demokrasinin "modern ötesi" biçimi de denebilir.Laclau ve Mouffe'nin teorik toparlayıcılığını yaptığı yeni radikal siyasi yaklaşımlar. 
Not: Sözlük çalışması benim kullanıldığı yere göre anlamlandırma çalışmamdır. Katkısı olacak arkadaşlar varsa daha geniş tanım ve açıklamalar yapabilirler.

3 yorum:

Unknown dedi ki...

Aydınlatıcı, yararlı bir söyleşi. Mutlaka okunması gerekir

Adsız dedi ki...

"efficiency" türkçeye daha çok "etkinlik" ya da "verimlilik" diye çevirilir. "kaynakların kullanımından elde edilen verim" demek daha doğru olabilir sanki.

Yıkıcı Tutku dedi ki...

ed-crane, tşkr. Yorum olarak kalsın. düzeltmenin değeri anlaşılsın.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.