Social Icons

.

Pages

23 Eylül 2010

Ben Küçük Bir Faşistim, "Çocuk Kalbin"de Generalim-2

Önceki bölümü Enrico’nun en sevdiği arkadaşlarından Garrone’den söz etmiştik. İri kafası, kocaman götü ile Benito’nun (Musollini) neredeyse minyatür hali. Giydiği gömlek, pantolon ve kazak o cüssesine dar geliyormuş. Böyle cüsseye bakmıyoruz tabii. Onun taralı saçları, kocaman ayakkabıları ve minik Enrico’yu aşka getiren bir de siki olmalı ki derste arada bir Garrone'ye bakıp ondan gülücük almasına vesile olmuştur. Enrico bunu, “Sevgili Garrone seni sevmek için bir kere yüzüne bakmak yeter.”diye hayal eder iç sayıklamalarında. Yazar Edmondo, artık "iyi - kötü" kriterlerini belirlediğine göre Enrico’ya “Garrone’nin iyilerin hamisi, kötülerin korkulu rüyası” dedirtmiştir. Anlıyoruz ki bir okul olmasına rağmen Garrone’nin sedef saplı bıçağı ile burayı kışlaya çevirme düşüncesi vardır. Garrone, burayı ciddi bir “bozkurt” (İtalya’da bu tosuncuklara kara itler dendiği de oluyormuş.)yuvası yapmıştır. Enrcio’nun Garrone sevgisi de bu güce hayranlık duymasından kaynaklanıyor. Garrone’ye bir suçlanmada bulunulduğu zaman gözlerinden ateş saçar, sıraları yumruklar, bağırır, çağırırmış. (Bakınız, Benito’nun 1925 yılındaki tarihi konuşmasına... Yasadışı çeteleri Faşist Parti’nin hizmetine sokmakla suçlandığı için meclis kürsüsünü yumrukluyor, sesini yükseltiyor, kızıl kahpe dediği komünistleri küçük birer böcek olmakla suçluyordu. Meclisteki kışkırmış çoğunluk da onu delicesine alkışlıyordu.) Garrone öküzünün anlatıldığı bölümde şöyle bir ifade var, “Bir arkadaşının hayatını kurtarmak için ölümü bile göze alacağından o kadar eminim ki…”şeklinde Enrico’nun aşkını depreştiren de bu fedakarlığı...


Bu bölümden sonra artık karşımızda bir de sert karakterli, dik başlı, zengin, gururlu bir İtalyan baba var. Oğlu Nobis’in yoksul bir çocukla kavga etmesinde iyi ahlakı sayesinde tüm sınıfa, öğretmenin deyimiyle “yılın dersini vermiş” bir pre-faşist baba…Ardından sokağın birinde karşılaştığı arkadaşı Koretti ile, Koretti’nin yoksul hayatıyla tanışıyoruz. Koretti’nin annesi hastadır. Ziyaretlerine gittiklerinde minik faşo Enrico soğuk, duygusuz ve sürekli gözleri evde bir şeyler arayan bir sincap şaşkınlığındadır. Onun, Koretti’yi sevmesi için az sonra duvarın birinde asılı duran Koretti’nin babasının asker üniformalı resmini görmesi gerekecek, öyle de oluyor, olmasa şaşardım. Ben de tam “Nerde lan bu puşt subay babanın 1866 yılındaki Fransızlarla yapılan savaştaki resmi?”diye sorarken imdadıma yetişiyor. Cezalandırıcı öğretmenler olmamasına rağmen okulundaki eğitimciler her daim büyük ceza tehditleriyle, mevzide düşman askerini bekleyen savaşçı titizliğiyle tetikte beklerler. Enrico ya da yazar Edmondo şimdilik savaşı başlatmadı, bunun için henüz bir zemin yok ama ileride ciddi ölüm ve yaralanma vakıaları yaşanabilir. Benden söylemesi…

Az sonra alıyoruz ki Enrico'nun okul müdürünü sevme gerekçesi yine bir askerlik ve savaş olayı. "Müdürün oğlu savaşta vurulduğu için müdür sevilmeliydi." Onun dışındaki tüm sevme gerekçeleri bu minik İtalyan’a göre değil.
Enrico’nun, müdür ve askerleri sevmesine sebep paragraf:

Bir kaldırımda durup bakıyorduk, Garrone her zamanki gibi ekmeğini dişliyordu. Her zaman iyi giyenen, durmadan elbisesindeki tozları silkeleyen Votini, babasının ceketini giyinen demircinin oğlu Precossi, küçük kızıl saçlarıyla Krossi yusyuvarlak yüzüyle Fronti ve topçu yüzbaşının oğlu Robetti … Hepimiz, hepimiz piyade alayının o şanlı geçit törenini izlemek için buradayız. Fronti, topallayan bir askerin yüzüne bakıp kahkaha ile güldü. Ama tam o sırada birisinin omzuna el koyduğunu hissederek dönüp baktı. Müdürümüz:


-Yaptığına dikkat et, diyordu Fronti’ye taburdaki sırasında bir askerle alay etmek elleri bağlı bir adama hakaret etmek gibidir.” Aynı müdür, askerlere saygı duyulmasını ister az sonra nara atarak...1848 yılından bu yana bu askerlerin büyük İtalya birliği için savaştıklarını, tek var olma nedenlerinin vatan savunması olduğu ajitasyonunu yapar. Bu anın korkunç militar sahnesine dayanamayan Garrone, heyecandan ağzı salyalı şekilde bağırır: “İşte bayraaaak!” tüm yavru kurtlar, müdürlerinin talimatına uyarak ellerini alınlarına götürdüler ve bayrağı selamladılar. Küçükken selam duran çocuklar büyüyünce onu eserken bile inciten rüzgarın amına koyma psikolojisine erişmişlerdir. Artık İtalya bu küçük yavru kara itlerin omzunda yükselecek…

   Bu bölümde şunu anlıyoruz: Faşizm öncesi duygu selinin tüm bir benliği sarıp sarmaladığı çocukluğun bir olayı, bir nesneyi, bir hastayı, bir yürüyüşü, bir müdürü, bir askeri sevmesi için tek geçerli koşul savaşmaktır. Bu savaşı da simgeleyecek olan bayraktır. Bunun dışındaki tüm arayışlar beyhudedir. İyilik, iyi ahlak, yardım ancak asker imgeli bir olay ve olgu karşısında dile gelebilir. Bir arkadaşınızı sevecekseniz onun bayrağa asker selamı vermesi, asker geçit törenlerinde çocukluğun en sevimli ve doğal hali olan eğlencenin değil, asker bir gururun ifadesi olmalı… Evet, dostlar bu küçük faşist generalin büyüdükçe neler düşündüğüne, neler yaptığına, neler için fedakarlık gösterdiğine, niçin bir şeyi sevmesi gerektiğine, bir varlığa saygı duyması gerektiğine, emeğin kişisel özgürlükler için maddi bir temel mi yoksa ortak milli duygular için bir meta mı olduğuna tanık olacağız. Ben şimdiden, “Sikerim lan böyle vatan sevgisine, böyle millet sevgisinin beynine tüküreyim.”dedim. Daha sonra devam edeceğiz.
                  

21 Eylül 2010

Ben Küçük Bir Faşistim, "Çocuk Kalbin"de Generalim

Roma’yı kimler kurdu, kimler imara, tarıma, yaşama açtı bilinmez ama bir grup Türk’ün gidip Roma şehrine aşk, sevgi, din, iman, seks, pozisyon zenginliği öğrettiği bilgisi de sanırım 1926 yılında bizim memlekete girdi. Önemli bir tarih mi, evet önemli bir tarih…Bennito o koca kafasıyla fasciolarda, korporasyonlarda, siyah gömlekli militanlarına “kızıl kahpeleri” dövdürürken, o meşhur meclis konuşmasından tam 1 yıl sonra Edmondo De Amics’in küçük generalinin dünyaya sevgi mi nefret mi yaydığı belli belirsiz kitabı da bizde yayınlanmış bulunmaktaydı. Cumhuriyet gazetesinin “Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam.”manşetinden muhtemelen birkaç yıl önce…Tabi bu kitabın yayınlanmasından sonra Etrsuklar teorisi de gırla gidiyordu. Andolu’dan fi tarihinde göçen her ailenin Türk olduğu varsayımına Halikarnas Balıkçısı bile inanıyor, buna rağmen hapse girmemekten kurtulamıyordu. Belki de Ata’mızın “Her Türk asker doğar.”vecizesi de küçük Enrcio’nun o şaşalı asker-çocuk deneyimlerinden sonra söylendi. Biz biliyoruz ki Türkmen aşiretlerin Osmanlı ordusunda yeri ve gücü sınırlıdır. Sınırlarda yem diye bırakıldılar, oradan oraya sürülüp bırakıldılar. Devşirmelerden askeri birlikler kurulunca hepsini doğal Türk kabul etmek durumunda kalıyoruz. Neyse konumuz Türklerin siyasal tarihi olmadığına göre bu konuda daha fazla ahkam kesmek sanırım hadsizlik olur.


Theodosis’in ölümünden yüzyıllar sonra Roma Birliği yeniden düşünülmüş, Vizigotların, Galyalıların, Vandalların, Ostrogotların, son olarak Avusturyalı hergelelerin Po ovasının zenginliklerinden yararlanma emelleri İtalyanları da tarihsel bir hınçla doldurup 1841 yılındaki Viyana Kongresine sürmüştür. 1831 yılında “Genç İtalya” gizli örgütünü kuran Gusippe Mazini, Carlo Alberto ile bir anlaşma yapıp hayalindeki İtalyan Birliğini canlandırmaya çalıştı. Ama bu hayali kısa sürede fiyaskoyla sonuçlandı. Bundan sonrası kanlı bir tarihtir. Kralın “statuto fondamantel”(anayasa) çıkarması bu kanlı ayaklanmaların sonunda geldi. Tüm bu çalkantılar içinde kalan papa bilmem kaçıncı şey ikide bir Verona, Napoli ve Po dukalıklarına yeni herifler atıyor, liberal eğilimleri desteklemeye başlamıştı. En son Roma senatosuna atadığı liberal Pelegrino Rossi 1848 yılı8nda öldürülür. Nihayet 1861 yılındaki siyasi birlikle artık komşularının zararına topraklarını genişletmeyi başardılar. Bu andan sonra ciddi cephe savaşları başladı. İşte vatansever Edmondo bu savaşlara katıldı. Büyük yararlılıklar gösterdi, savaşı bırakıp yazı yazmaya başlayınca da askeri kültü yücelten “Yüce Trestina sen İtalya’nın şirin bir şehrisin” şarkıları eşliğinde gök-mavi bayrağa selam vermeyen güvercinleri çocuklara vurdurtmaya başladı. Sapan yetmezmiş gibi bomba bile kullanmaya gönüllü çocukların yetişmesini sağlayacak, ülkü birliğine dayalı vatansever çocuk fenomeniyle Avrupa’yı titretecek, 1926 yılından 40 koca yıl önce tüm İtalya Mazzini’in ulusalcı sol hükümetiyle “Avrupa’dan Afrika’ya bir çizme gibi giren” şiirleri eşliğinde İtalyanların gönlünü alacaktı.

Küçük Enrico okulun ikinci gününde annesini kaybetmiş bir öğretmenle karşılaşmış, onu çok sevmiştir. Henüz 3.sınıf öğrencisi olan Enrico, yazar (yani babası Edmondo) aracalığıyla iyi ile kötüyü fark etmiştir. Sınıf öğretmeni sıra üstünde dans eden çocuğa bile ceza vermemiş ama daha da kötüsü üstü örtülü tehditlerle cezanın alasını hissettirmiştir. (-Sınıfımız bir aile ocağı olsun, kimseyi cezalandırmak istemiyorum. İyi çocuklar olduğunuzu gösterin.and içmenizi istiyorum. Umuyorum ki tümünüz bana katılıyorsunuz.) bu konuşmadan etkilenen dansçı öğrenci “dans etmenin” kesinlikle kötü olduğunu kavrıyor ve öğretmeninden özür diliyor. Kalabrialı bir çocuk olan bir başka Enrico, Torontolu Ernesto ile karşılaşması ise idealize edilmiş İtalyan Birliğinin masum askeri törenleri gibi. 14 yaşındaki Garrone ise geniş omuzları, kocaman başıyla Bennito’nun fiziksel varlığının adeta öncesi…Garrone hakkında öğreneceğimiz önemli bir bilgi de tüccar babasının üç savaştan aldığı madalyalar…İşte, ertesi gün bu Bennito kılıklı Garrone, sebze kabuğu fırlatan arkadaşlarının “suçunu” üstlenir ve yaramaz arkadaşlarının öğretmenin hışmından kurtarınca dört çocuk adi, aşağılık olur, Garrone yüce bir kişilik olur. Garrone yoksul İtalyan çocuklarının, zayıf, çelimsiz Nelly gibi çocukların da koruyucusudur. Enrcio, kız kardeşi Sylvia ve annesi kendilerini yardıma çağıran Torinolu bir kadına yardıma gittiklerinde ise ona kullanılmış çamaşır götürürler. Bu kadın sebze satıcısı, sarışın, zayıf bir kadındır. Enrico’nun sınıf arkadaşı felçli Krossi’nin de annesidir. (Zaten şaşardım, yoksul bir çocuğun felçli olmamasına, kusurlu olmamasına… Öyle olmalı ki güçlü, zengin İtalyanların hükmünü ve yardımlarından bir bok anlasınlar) Bu arada küçük Enrico, Krossi’nin o güçsüzlüğüne rağmen sürekli ders çalışmasına şaşıran annesi ve babası tarafından fırçalanır. 1 haftalık günlükler sonunda Enrcio’nun aylık öyküsü karşımıza çıkar. En büyük hayali cesur bir asker olmak. Okul-öğretmen-aile-yoksulluk demek bu askerin yetişmesinde birer araçmış. (Varlığı bizim minik militar Mehmetçik öğrencilerimize armağan olsun.) Nihayet “yurtsever” öğretmen asıl meramını anlatmaya başlıyor. Enrico’nun küçük general olma hayalleri de bu andan itibaren başlıyor. Padovalı Yurtsever Çocuk’un öyküsü… Padovalı çocukla eğlenen, Fransız, İspanyol, İsviçreli ve Avusturyalı birkaç züppe önce Padovalı yoksul çocukla bir gemi yolculuğunda dalga geçiyorlar, sonra ona para veriyorlar, o da İtalyan ekonomisine katkı yapmayı düşündüğü an onların, “Cahil İtalyanlar, hırsız ve haydut Cenovalılar.” Laflarından sonra yoksul kalmaya devam ediyor ve aldığı paraları iade ediyordu. Böylece Enrico ilk düşmanlarıyla tanışmaya başlıyor. Küçük Enrico artık gönüllü bir minik vatanseverdir. Padovalı çocuğun hikayesinin yazılı halini kız kardeşi Sylivia’nın okulundaki kızlara ve öğretmenlere dağıtıyor. Bir anda küçük bir kızın kaybettiği patronunun parasını denkleştirmek için Torinolu zengin bir kızın öncülüğünde 30 bin Liret toplanır ve baca temizleyicisi kızın hayatı kurtulur. Böylece parasını kaybettiği için küçük kızın hayatını söndürecek “vatansever” patronun da parası…

Bu bölümü burada bitiriyorken Bennito öncülü Garrone ile Enrico arasında reislik muhabbeti başlamıştır. Artık Garrone yiğit bir “dev-kurttur.” Enrico, onda geleceğin İtalya birliğini sağlayacak azameti görür…

Devamı başka güne… Sikik faşizmin kodlarını çözmeye devam…
   

18 Eylül 2010

Faşizmin Bir Ruh Hali: Komplo teorisi

Faşizmin genel tanımı dışında bir de daha öznel bir tanımı yapılsa şöyle bir sonuç çıkar karşımıza: demokratik eşitlikçiliğin ve sosyalizmin aynı anda ve kesin reddedilmesine dayanan, bu açıdan da diğer politik-ekonomik düzenlerden farklılık gösteren korporatif birliklerin merkezi rejimidir de…


Hemen faşizmin birkaç özelliğini sayıp asıl konumuza dönelim. Faşizm, sadece milliyetçi bir yükselişle anlamlandırılamaz, milliyetçi yükseliş, faşizmin demagojisi, afyonudur. Esas temelleri sermayeyi korporatif birliklerin sırtından yükseltip tekeller kurmak. Bu tekellerin desteğiyle faşist parti kontrolünü siyasal, sosyal, askeri, ekonomik ve bürokratik alanlarda genişletmek…Devlet aynı zamanda iletişim ve basın araçlarına ya doğrudan ya da dolaylı olarak sahiptir, egemendir. Sistematik biçimde düzenli törenler, resmi geçitler, fener alayları, önemli günlere dair merasimler düzenler. Mutlaka içeride her sosyal ya da farklı etnik kökenden düşmanların olması lazım ki diğerlerine karşı merasimler, aidiyet duygusunu canlı tutsun. Nazilikte “devlet-lider-ırk” argümanları üzerine propaganda inşa edilirken Franco’culukta “ordu-kilise-milli değerler” üzerinden bir süreç başlatılmıştır. Gelişim süreci ise şöyle devam eder: Faşist parti önce kendini yoksul sınıflar üzerinden ifade eder, sonra vatanseverlik demagojisiyle orta sınıfı avlar, siyasi yapısı geliştikçe büyük sermaye ile işbirliği halinde eski dostlarına güzel bir “aslan ve diğerleri” şöleni düzenler. Bu defa yoksulluğun, sınıfın bir değeri kalmamıştır, artık ulus vardır, ırk vardır, devlet vardır, din-diyanet vardır, lider vardır…(Bunları aklınızda tutun.)

• Gobbels’in faşist iktidarın pekiştiği ilk yılda, 1933’te ortaya attığı ilk komplo teorisi, Alman nüfusunun bir süre sonra yok olacağı ve karma bir ırkın bütün bir Almanya’yı yok edeceği üzerineydi. Ona göre, 1900 yılında 2 milyon saf Alman dünyaya gelmiştir ama bu sayı 1933’te 1 milyona inmiştir, acil yapılması gereken tüm Alman kadınlarını evlere kapatıp, “milli anne” rolüyle onlardan çocuklar doğurtmaktır. Bu sert düşüşe göre 1955 yılında Alman nüfusu sadece 3 milyon olacakmış. Ondan sonrası kıyametmiş. 1900 yılında her ailede ortalama 7 çocuk varken, 1933’te 4’e inmiş, 1988 yılına sadece 1’e inecekmiş ve Alman soyu tükenecekmiş.( Ben buna sik ve am milliyetçiliği diyorum. Ancak bir sik ve bir am kadar aklı olmak diyorum.) Tüm bunları da Yahudiler, komünistler, feministler, eşcinseller ve liberaller planlıyormuş. Dünya o zamanlar bunların boynuzları ya da sikleri üzerinden dönüyormuş. (Bizim Başbakanın 3 çocuk isteği de böyle bir hesaptan kaynaklanmıştır. Yüzyıl sonrasını gören müthiş lider özellikler denir buna, asla faşizm denmez, dedirtmez kontrollü basın.)

• İkinci propaganda miti ırk üzerinedir ki bu konuda ilmihaller yazılmıştır. Alman Milli İlmihalinde ırk dillerdeki benzer sözcüklerden tayin edilebiliyormuş şöyle:

Baba: (Alm.) Vater, (Fr) papa, (Latince) baba, (İng.) baba, (yun.) baba (Bakınız sadece Almancada farklıdır, diğerlerinde aynı demek, Almanlar farklı millet, üstün ırk. (Bizdeki karşılığı ise yoğurt, baklava, kebap, rakı milliyetçilikleri…

Nasyonal Alman ırkının temel düşmanı kim? –Elbette Yahudiler…(olmazsa olmaz) Bizde eskiden Ermenilerdi, şimdi Kürtler… Yeni dönemde Ermenilere şefkate aldanmayın hükümetin, 30 bin kişi kalınca haliyle merhametli olmalıyız, onlar şükür etmeli bize ki o binleri yaşatmışız, o halde biz anlı şanlı bir neslin evlatlarıyız, masalları konuşulacak. Bundan bile yücelik devşirmek sadece Türk faşizmine mi ait bilmiyorum…Yahudi ruhunun amacı birleşik bir İsrail devleti yaratmaktır, yapıcı değil, yıkıcı bir ruhtur.(Bizdeki karşılığı Kürtler, pis kokar, amları kıllı kadınları, götleri kıllı erkekleri vardır, onlar fetih şehirlerimizi ele geçirirse ortalık mikrop olur, Türk yurdu yaşanamaz yer olur. Dünyadaki tüm buluşların babası üstün ırk Türk ırkıdır, kağıdı, seks pozisyonlarındaki zenginliği bile biz bulduk. Blow-jobun “blo blo yapmak suretiyle ağızdan çıkan enfes Juanjuan atalarımızın adıdır da…) Makul Yahudi, kızı için orospu diyen, ataları için pis lağım fareleri diyebilen, karısı için götünde bok durmaz bir sürtük diyendir Almanlar için.(Bizdeki karşılığı aynıdır. Atasına, karısına, kızına, komşusuna, komünistine küfür eden, onları ispiyonlayan, vuran, Kürt, “makul” diğerleri kötü Kürt’tür. Bu yüzden hükümet Kürt sorununu siyasi temsilcileriyle değil kötü Kürtlerle çözme gayretinde. )



Bu arada tüm Alman basını kötü Yahudi karakterleri çiziyor, onları aşağılık bir domuzdan farksız görüyordur. (Bizdeki karşılığı “kıro” edebiyatı.)

Gizli Sion protokolleri ve Tevrattan bol bol alıntı yapılarak Almanya üzerindeki kötü Yahudilerin komünizmi yayacağı ve bundan sonra büyük İsrail devleti özlemini giderecekleri de yazılıp çiziliyor.(Ne çok benziyor bizim basına, sanki Alman siklerinden düşmüş halleri var, Kürtler, Amerikalılarla, İngilizlerle, Ruslarla, bazı cahil kesimlerce Sovyetlerle bile günümüzde işbirliği halinde olarak gösterilirler. Bu yüzden Apoist-Kemalist-Stalinist-Maoist, Seksist, Sik-ist, Am-sist, Göt-sist gibi ne kadar melanet varsa bu Kürt aydınlarında vardır düşüncesi yığınlarca geri zekalı tarafından işlenir.


Böylece Hakkari’nin Geçitli köyünde açık saçık hangi çeteler tarafından döşendiği bilinen ve on kişiyi katleden mayınlar konusunda müthiş bir bilgi kirliliği yaşanır. Çanta niye özellikle oraya bırakılmış, 2 adet Rus yapımı mayın varmış, klaşnikov mermileri varmış, gibisinden pislik bulandırmalarla olayı ayrıntıya boğarlar. Oysa çok basit cevabı var:

Söz konusu malzemenin seri numaraları orda duruyor, 2saatlik bir araştırmayla o malzemenin kime, nereye ait olduğu bulunur, olayın failleri de açığa çıkarılır.

Hem PKK’yi Ergenekon ve Jitemci olmakla suçlayan yukarıdaki Alman domuzu kafasıyla hem de PKK’nin referandum sürecindeki ateşkesini görmezden geleceksin. Nasıl bir Ergenekon ya da Jitemci ki en zayıf anında hükümeti vurmasın, oyları aşağı çekmesin?

Ek not: Bennito, 1927 ve 36 yılları arasında 4700 muhalifi hapsettirdi. Bizdeki sayıyı öğrenebilir miyiz? Son 8 yılda acaba kaç kişi tutuklanmıştır?

11 Eylül 2010

Plehanov’u Okuyorum, İkna oluyorum


Ülkede Elif Şafak mistisizmi alıp başını gidince bir tek Elif Şafak kitabı okumuş bir garip olarak diğerlerini okumadan da bir fikrim olacağı kanısına vardım ve cahillik edip cesaretle bunu yazıyorum. Önce soyut nesnelere “yücelik” atfedip sonra o yüceliğe herkesin ulaşamayacağı fikrini işleyerek belli sembollerle, simgelerle anlatma işine giren 19.yüzyıl Fransız sembolistlerini aratmayacak bir tarzdır mistizm bir bakıma. Sözgelimi Kuran-Kerim’de cennette bol şarap vaadediliyorsa mistik olan bu şarabın günümüzdeki şarpalarla ilgisi olmadığını, o yüce yaratıcının özel bir şarabı olduğu düşüncesi zaten toplumda hakim. Mistik yazarın işi burda akılsızlık edip toplumun inanmışlık ve adanmşılıkla akıl-dışı kabullenmişliğinin gerekçelerini hazırlamak oluyor. Kimi zaman şarap, soyut, herkesin ulaşamayacağı bir nesne olarak sunulur, kimi zaman da bazılarının ulaşabileceği kolaylık olarak yansıtılır.  Yani somut bir nesneyi soyutlama işi olduğu kadar, aşk gibi soyut bir meseleyi somutlayarak okur için ulaşılmaz kılmak da söz konusu.
  
 “ Mistisizm, aklın uzlaşamaz düşmanıdır.” der Plehanov. Fakat aklın düşmanları yalnızca mistisizm yoluna dizilenler  değildir, bazen aklın yanında olanlar da eserlerine sindirdiklerleri çelişkilerle bu düşmanlığa ortak olurlar. Şimdi gelelim bu düşmanlığın başını çeken yazara… Plehanov’a göre bu tip düşmanlıkların başında Knut Hamsun geliyor.
“Krallığın Eşiğinde adlı oynun kahramanı İvar Karenon’un şahsında –Knut Hamsun’un kendi kanılarını temsil etmektedir- bir yandan kendilerini proleterleşemeye doğru iten kapitalist rejime karşı başkaldırır, devrimci tavırlar takınırken diğer yandan dar mülkiyet anlayışı yüzünden işçi sınıfından ve sosyalizmden korku ve nefretle uzak duran, hatta giderek toplumsal irticanın peşine takılarak, işçi sınıfının yok edilmesini, işçilerin taleplerini yok sayacak terörcü bir diktatörün gelmesini arzulamaya varacak kadar bir ruh halini savunmaktadır.” ( Bu bölüm bizdeki bir kesim solcu küçük burjuva ruh hallerini yansıtıyor. Baktılar sorun merkezinde olan sorunlulular çok, onların taleplerini dillendirmek zor, hemen yan çizip egemenlerle işbirliği halinde parçalı demokrasi taleplerini sürekli devrim talebi olarak sunmaya başladılar. Bu defa yaşadılkları ruh hali giderek talep eden Kürt’ün, Alevinin, işçinin, eşcinselin, Ermeninin yok olması için mesih beklemeye başladılar. Bu kesimin çoğu da mistisizmin akıl-dışı hurafelerinden beslenir. Sanırım Erdoğan, bu kesimin mesihi…)Plehanov yukarıdaki tespiti yaparken açık faşist rejimler hala Avrupa’da yüznü göstermemiştir. Ama faşizmin piskolojik köklerini aydınlatmak için ışık olabilecek tespitler yapmıştır. Daha sonra görülecektir ki faşizmin açık milis gücü sosyalizmden hoşnut olmayan bu küçük burjuva sürü olacaktır.
   
 “Flaubert, Gerog Sand’a yazdığı 8 Eylül 1871 tarihli mektubunda şöyle der:  ‘Kalabalığın, sürünün daima nefrete müstehak olacağına inanıyorum. Önemli olan daima aynı kalan ve meşaleyi elden ele devreden bir avuç kafalı insandır.” Genel oy hakkının “insan aklının yüzkarası” olduğu, çünkü onun sayesinde paraya bile hükmetmenin yoksullar arasında gelişeceği tehlikesi muhfazakar Flaubert’i çileden çıkarmaştır. (Bizdeki muhafazakarların günümüzde taze bir gelinin sike sayıldığı gibi oya ve sandığa sarıldıklarına bakmayın siz, bu tip haklar yüzyıl öncesinde muhafazakarların, soyluların, büyük sermayelerin karşısında olduğu tehlikeli haklardı. Şimdilerde ise bu yolla sahip oldukları egemenlik alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. )

7 Eylül 2010

Trocki’nin “Sol”umuzla Derdi




Sanırım toplum olarak tüm zihinsel süreçlerimiz prematüre… Önce Trocki ve Trockiciliği sonra da Mill liberalizmini bilgi ve yorum düzeyinde siz değerli okurlarıma aktarmak istiyorum.
Önce Trocki: Ata’mızdan iki yıl önce doğmuş, Selanik değil ondan hayli uzak Rusya’nın Yanovka diye bir bölgesinde doğmuştur. Ata’mızdan da iki yıl sonra öldürüldü. Yüksek öğrenim hayatını sürdürürken Marksçı fikirlerle tanışır. Atamızın aklına düştüğü gibi düşmüyor fikir Trocki’nin aklına. Nikolayev şehrinde işçilerle tanışır, onlarla iletişim kurar ve Marks’ın işçi teorilerini keşfeder. On dokuz yaşındayken tutuklanır. Hapis yatar, sürgün edilir, ama o, bir yolunu bulup kaçar. Lev Davidovic Bronstein olan adı, bu sırada Trocki diye değişir. Önce Avusturya, oradan da Londra’ya gider. Burada Mortow ve Lenin ile tanıştıktan sonra İskra gazetesini yönetir. O, artık dünyanın gidişatını değiştirecek bir partinin üyesidir, RSDİP’nin… Avrupa’yı adım adım dolaşır, gittiği her yerde fikirlerini ateşli bir şekilde anlatır. 1903 yılındaki Londra RSDİP Kongresi’nde Menşeviklerden yana tavır alır. Parvus’un etkisiyle Menşeviklerden uzaklaşır ve sürekli devrim teorisini oluşturur. İşte işin püf noktası burada: Sürekli Devrim, Rusya’daki burjuva devrim sürecini adım adım işçi devrimine dönüştürmek ve bu dönüşümü de sürekli uluslar arası alanlara yaymak fikriydi. Rusya’daki işçi sınıfı iktidarını parti devletine dönüştürmemek adına Avrupalı dostlarla işbirliği aramak ve devrimin kalıcılığını sağlamak hedefini açıklar. 1905 Devrimiyle tekrar ülkeye dönse de yine tutuklanır ve sürgüne gönderilir, bir yolunu bulup yine kaçar. Bu arada kısa bir dönem Saint Petersburg Sovyet’inde başkanlık yapar. 1907 2.Londra Kongresi sonrası Menşevik-Bolşevik çatışmasında merkezde durmasına rağmen Lenin’i hiç terk etmedi. Fransa, İsviçre, Kanada ve Amerika derken 1917 yılı mayıs ayında Rusya’ya döner ve Lenin tarafından Askeri Devrim Konseyi başkanlığına getirilir. Hayatı hakkında bazı kronolojik maddeler sıralayıp esas düşünce dünyasını yazayım diyorum:

1. Kızıl ordu örgütleyicisidir.
2. Devrim sürecinde askeri konsey başkanlığı yapar.
3. Kronştad isyanını bastırır.

4. Komüntern’in politbüro üyeliğini yapar.

5. Lenin ile ilk ciddi fikir ayrılığı Almanlarla Brest Litovsk anlaşmasında yapar. Anlaşmayı imzalamayı reddeder. Ama NEP konusunda Lenin’e ciddi ciddi ideolojik politik tavır alır. Diktatörlük belirtileri başlayınca kendi düşüncelerini yaymaya başlar. 1927’de bir grup arkadaşıyla partiden atılır. Sonrası bizim bildiğimiz, göç hikâyesi...
Meksika’dayken “Ucube Bürokratik Yozlaşmalar” adlı kitabıyla adeta 68 Prag Baharını ve kapitalizme geriye dönüşün öngörüsünü anlatır. Sosyalistler açısından ilk dönem parti öncülüğünde işçi devleti, pek romantik görünse de bürokrasinin kısa sürede hâkim olacağını, polis-ordu-yargı vesayetinin sosyalist demokrasi önünde engel olduğunu yazar kitapta. Bazı somut verilerle kapitalist üretimdeki rekabetin yarattığı kalite lüks tüketim ürünlerine dikkat çekmiştir. Sosyalist üretimin giderek bürokratik devletin belirleyeceği hantal ekonomi çıktıları olduğunu söyleyip yazacaktır.
Sürekli Devrim Teorisi ne değildir?
a. Bürokratik oligarşi ve korporatif rejim iktidarlarına bel bağlayıp biz bunlarla gidelim, bunlar bizim önümüzü açar demek değildir.
b. Devrimsel gelişmeler hep mücadeleyle gerçekleşir, bu yüzden her türlü ilerici, muhalif sendikal mücadele alanları geliştirme yerine hükümet yanlısı, hükümetin egemenlik alanını genişletmeye yönelik işbirliği değildir.

c. Sosyalist mücadele, sermaye ve onun bürokratik yapısının karşısındaki kesimlerin ve sınıfların mücadelesi olup, egemenlerin klik çatışmalarında taraf olmak değildir.

d. Egemenlerin partilerinden birinin ticaret-sermaye-cemaat-polis-ordu-yargı-bürokrasi alanını genişletmeye yönelik referandumunda iktidar yanlısı olmak değildir.
Nedir? Alabildiğine sistem karşıtı cepheyi öncelikler işçi, memur, öğrencilerle genişletmek; liberaller, sosyal demokratlar, ilericiler, anarşistler ve benzeri siyasi gruplarla işbirliği yapmak ve bu süreci alabildiğine geniş bir coğrafyaya yayıp egemenler arasındaki anlaşmazlıklardan kazanım yaratmaktır. Kesintisiz devrimin bilinçlendirici öğesini alıp içe kapanmacı, devlet kapitalizmini kapı dışarı etmektir.


                                                   

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.