Social Icons

.

Pages

18 Temmuz 2012

Direnişin İrlandacası: The Wind That Shakes the Barley (Özgürlük Rüzgarı)


Loach’ın karakterlerinden en çok hangisini sevdin?” diye bir soru yöneltilse bana, sanırım hayatımın en zor cevabı olacaktır. Mesela Carla’s Song’daki eski CİA ajanı desem yine aynı filmdeki Glasgowlu otobüs şoförü George Lennox’e haksızlık olur. Carla’nın kendisi ise sanki biz Kürtlere pek yabancı olmayan bir hikâyesi olduğu için sıradan geliyor, teyzemizin kızı, sevgilimiz, kardeşimiz, arkadaşımız, belki de tanımadığımız ama bağrımıza bastığımız esmer bedenlilerden sadece biri...  Loach’ın bir başka filminde ele aldığı  hikâye de biz Kürtlerin hikâyesine benzerlik gösterse de sanki hiç yaşanmamış, ilk defa karşılaşıyormuşum hissine kapıldım izlerken. Özgürlük Rüzgarı (The Wind That Shakes the Barley) filminde Loach bizi 1920 İrlanda’sına götürüyor diyeceğim, fakat bir dönem filminden ziyade 800 yıllık Ayrişlerin insanlık tarihine geçen
inatçılıklarının yanı sıra yumuşak yürekliliklerinin de çelişkisini orta yere seren bir yapıt. Loach, altını çizmiyor, gösteriyor biz izleyicilere ,” Siz istediğiniz karakterin, ilginç bulduğunuz sahnenin altını çiziniz.” diyor. Filmi izlerken haliyle İngiliz sömürgeciliğine karşı Ayrişlerin tarafındasınız, bu anlaşılır bir taraftarlık, zor olan İrlandalıların da içinde de birilerine taraf olmak zorunda kendinizi buluyor oluşunuz.  Henüz filmin başında Marxist  demiryolu sendikacısını tutuyorsunuz, çünkü Londra’ya gitmek üzere olan tıp fakültesi 5.sınıf öğrencisi Damien’i birkaç dakikalık bir direnişle etkiliyor. Oysa Damien, henüz birkaç gün önce İngiliz askerlerinin bir köy baskınına tanık olmuş, kardeşi ve dostlarının yoğun ısrarlarına rağmen IRA saflarına katılmayı reddetmiştir. Ama tren garında İrlanda Demiryolu Sendikasına mensup bir grup işçinin İngiliz askerlerine yönelik tavrı Damien’i Londra yolundan alıkoyacaktır. O artık James Conolly’nin arkadaşı Marxist bir sendikacının yoldaşı, kardeşi Teddy’nin de en sıkı militanlarından biridir. Köy baskınında kardeşi Michael’i kaybeden Sinead ise yüreğinizi burkan bir acının ta ortasından çıkıp gelmiş masal karakteri gibi… Damien ile Sinead artık hem yoldaş hem de sevgilidirler. Bu ilişkiyi fark ettiğiniz an hemen evlenip çoluk çocuğa karışsınlar fikri düşüyor aklınıza. Bu defa ayıplıyorsunuz, Chris bile o çocuk yaşıyla İngilizlere karşı dövüşüyorken Damien’in okulunu yarım bırakması, Sinead ile evlenip evlenmeyeceği  çok tali sorunlar olarak kalıyor. Ama ikisinin de özgür İrlanda’dan sonra evlenme umutları var var olmasına da maddi ve duygusal hayatımızdaki her ayrıntı, her beklenti her yaşantı bir nebze politik hassasiyetler barındırıyor içinde.  İngiliz sömürgecilerini yenmek için onların görevlendirdikleri İrlandalılardan başlamalısınız öldürmeye, düşüncesi birçok İrlandalıyı ikna etmiş. Savaşın bu trajik yönü bir tarafa, IRA içinde de ajanlaşmış yoksul bir İrlandalı çocuk Chris’i infaz etmek diğer tarafa, bu infazı gerçekleştirmek de neden Damien’e düşer, diye öfkeleniyorsunuz.  Sinead ile ilişkisinin en ateşli yerinde bu infazı gerçekleştirmek  Damien adına  inanılmaz zor bir karar olacaktır, ama  Chris'in 3 İrlandalı devrimcinin idam edilmesindeki rolü de izleyicinin tüm şiddet karşıtı duygularını negatif yönde kaşıyor. Açıkçası böyle bir durumda olsaydım, bu infazı yapmak durumunda kalsaydım o örgütten ayrılmak benim için kaçınılmaz olacaktı. Bunu hangi gerçeklik hangi şartla teorize edersek edelim bir dönekliğin anatomisi çıkar sonuçta. Öfkelenmek kadar korkmak da  insani bir duygu nihayetinde... Tam bu çelişkiyi  çözümlüyorken Dublin’in bazı kasabalarındaki kurtarılmış bölgelerde İrlandalıların öz  yönetimi içindeki bir başka tartışmaya, bir başka çelişkiye odaklanıp kalıyorsunuz. Sosyalist IRA’lılarla vatansever IRA’lılar… Savaş döneminde en sert, en keskin vatansever, milliyetçi Ayrişler İngilizlerle anlaşmadan sonra bir anda küçük ideallerin insanları olup çıkıyor. Bu küçük ideallerini de şatafatlı bayrak-vatan-millet kavramlarıyla mantığa bürüyorlar. Bu noktada milletlerin öz yönetim haklarının bağlayıcılığı giriyor işin içine. Aslında İrlandalı olmadığınız için Ayriş milliyetçilerin fikirlerine kendinizi ikna etmiş oluyorsunuz. Referandumda oy çoğunluğuyla kabul edilmiş  bir anlaşmayı siz de onaylıyorsunuz, buna rağmen Damien ve yoldaşlarının sosyalist İrlanda hayallerine yabancı kalmıyorsunuz. Sinead’ı da eşitlikçi sosyalist saflarda gördükçe heyecanınız artıyor haliyle. Bu çelişki giderek  milliyetçi  Teddy ve ekibinin kardeş-yoldaş Damien'i   tasfiye etmesi ile çözülmesi ise  bir başka bahara sosyalizm, repliğini anımsatıyor. Sonrasını insan, kalbi sıkışa sıkışa izliyor.
   Ken Loach sosyalist-milliyetçi çelişkisini filmde gösterirken sizi taraf tutmaya zorlamıyor, kendi yeri de sosyalistlerin yanı olmasına rağmen karşı tarafın argümanlarını en derinlikli, en inandırıcı biçimde veriyor.
   Ayrıca böyle bir hikâye Türk sinemacıların elinden çıkmadığı için kendimizi şanslı birer izleyici sayabiliriz. Press, Min Dit ve Sonbahar’ı yapan sinemacılar dışında bu tip hikayelere el atacak sinemacı da bulunmaz sanırım…

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.