“Loach’ın karakterlerinden en çok hangisini sevdin?” diye
bir soru yöneltilse bana, sanırım hayatımın en zor cevabı olacaktır. Mesela Carla’s
Song’daki eski CİA ajanı desem yine aynı filmdeki Glasgowlu otobüs şoförü
George Lennox’e haksızlık olur. Carla’nın kendisi ise sanki biz Kürtlere pek
yabancı olmayan bir hikâyesi olduğu için sıradan geliyor, teyzemizin kızı,
sevgilimiz, kardeşimiz, arkadaşımız, belki de tanımadığımız ama bağrımıza
bastığımız esmer bedenlilerden sadece biri... Loach’ın bir başka filminde ele aldığı hikâye de biz Kürtlerin hikâyesine benzerlik gösterse de sanki hiç
yaşanmamış, ilk defa karşılaşıyormuşum hissine kapıldım izlerken. Özgürlük
Rüzgarı (The Wind That Shakes the Barley) filminde Loach bizi 1920 İrlanda’sına
götürüyor diyeceğim, fakat bir dönem filminden ziyade 800 yıllık Ayrişlerin
insanlık tarihine geçen
inatçılıklarının yanı sıra yumuşak yürekliliklerinin de çelişkisini orta yere seren bir yapıt. Loach, altını çizmiyor, gösteriyor biz izleyicilere ,” Siz istediğiniz karakterin, ilginç bulduğunuz sahnenin altını çiziniz.” diyor. Filmi izlerken haliyle İngiliz sömürgeciliğine karşı Ayrişlerin tarafındasınız, bu anlaşılır bir taraftarlık, zor olan İrlandalıların da içinde de birilerine taraf olmak zorunda kendinizi buluyor oluşunuz. Henüz filmin başında Marxist demiryolu sendikacısını tutuyorsunuz, çünkü Londra’ya gitmek üzere olan tıp fakültesi 5.sınıf öğrencisi Damien’i birkaç dakikalık bir direnişle etkiliyor. Oysa Damien, henüz birkaç gün önce İngiliz askerlerinin bir köy baskınına tanık olmuş, kardeşi ve dostlarının yoğun ısrarlarına rağmen IRA saflarına katılmayı reddetmiştir. Ama tren garında İrlanda Demiryolu Sendikasına mensup bir grup işçinin İngiliz askerlerine yönelik tavrı Damien’i Londra yolundan alıkoyacaktır. O artık James Conolly’nin arkadaşı Marxist bir sendikacının yoldaşı, kardeşi Teddy’nin de en sıkı militanlarından biridir. Köy baskınında kardeşi Michael’i kaybeden Sinead ise yüreğinizi burkan bir acının ta ortasından çıkıp gelmiş masal karakteri gibi… Damien ile Sinead artık hem yoldaş hem de sevgilidirler. Bu ilişkiyi fark ettiğiniz an hemen evlenip çoluk çocuğa karışsınlar fikri düşüyor aklınıza. Bu defa ayıplıyorsunuz, Chris bile o çocuk yaşıyla İngilizlere karşı dövüşüyorken Damien’in okulunu yarım bırakması, Sinead ile evlenip evlenmeyeceği çok tali sorunlar olarak kalıyor. Ama ikisinin de özgür İrlanda’dan sonra evlenme umutları var var olmasına da maddi ve duygusal hayatımızdaki her ayrıntı, her beklenti her yaşantı bir nebze politik hassasiyetler barındırıyor içinde. İngiliz sömürgecilerini yenmek için onların görevlendirdikleri İrlandalılardan başlamalısınız öldürmeye, düşüncesi birçok İrlandalıyı ikna etmiş. Savaşın bu trajik yönü bir tarafa, IRA içinde de ajanlaşmış yoksul bir İrlandalı çocuk Chris’i infaz etmek diğer tarafa, bu infazı gerçekleştirmek de neden Damien’e düşer, diye öfkeleniyorsunuz. Sinead ile ilişkisinin en ateşli yerinde bu infazı gerçekleştirmek Damien adına inanılmaz zor bir karar olacaktır, ama Chris'in 3 İrlandalı devrimcinin idam edilmesindeki rolü de izleyicinin tüm şiddet karşıtı duygularını negatif yönde kaşıyor. Açıkçası böyle bir durumda olsaydım, bu infazı yapmak durumunda kalsaydım o örgütten ayrılmak benim için kaçınılmaz olacaktı. Bunu hangi gerçeklik hangi şartla teorize edersek edelim bir dönekliğin anatomisi çıkar sonuçta. Öfkelenmek kadar korkmak da insani bir duygu nihayetinde... Tam bu çelişkiyi çözümlüyorken Dublin’in bazı kasabalarındaki kurtarılmış bölgelerde İrlandalıların öz yönetimi içindeki bir başka tartışmaya, bir başka çelişkiye odaklanıp kalıyorsunuz. Sosyalist IRA’lılarla vatansever IRA’lılar… Savaş döneminde en sert, en keskin vatansever, milliyetçi Ayrişler İngilizlerle anlaşmadan sonra bir anda küçük ideallerin insanları olup çıkıyor. Bu küçük ideallerini de şatafatlı bayrak-vatan-millet kavramlarıyla mantığa bürüyorlar. Bu noktada milletlerin öz yönetim haklarının bağlayıcılığı giriyor işin içine. Aslında İrlandalı olmadığınız için Ayriş milliyetçilerin fikirlerine kendinizi ikna etmiş oluyorsunuz. Referandumda oy çoğunluğuyla kabul edilmiş bir anlaşmayı siz de onaylıyorsunuz, buna rağmen Damien ve yoldaşlarının sosyalist İrlanda hayallerine yabancı kalmıyorsunuz. Sinead’ı da eşitlikçi sosyalist saflarda gördükçe heyecanınız artıyor haliyle. Bu çelişki giderek milliyetçi Teddy ve ekibinin kardeş-yoldaş Damien'i tasfiye etmesi ile çözülmesi ise bir başka bahara sosyalizm, repliğini anımsatıyor. Sonrasını insan, kalbi sıkışa sıkışa izliyor.
inatçılıklarının yanı sıra yumuşak yürekliliklerinin de çelişkisini orta yere seren bir yapıt. Loach, altını çizmiyor, gösteriyor biz izleyicilere ,” Siz istediğiniz karakterin, ilginç bulduğunuz sahnenin altını çiziniz.” diyor. Filmi izlerken haliyle İngiliz sömürgeciliğine karşı Ayrişlerin tarafındasınız, bu anlaşılır bir taraftarlık, zor olan İrlandalıların da içinde de birilerine taraf olmak zorunda kendinizi buluyor oluşunuz. Henüz filmin başında Marxist demiryolu sendikacısını tutuyorsunuz, çünkü Londra’ya gitmek üzere olan tıp fakültesi 5.sınıf öğrencisi Damien’i birkaç dakikalık bir direnişle etkiliyor. Oysa Damien, henüz birkaç gün önce İngiliz askerlerinin bir köy baskınına tanık olmuş, kardeşi ve dostlarının yoğun ısrarlarına rağmen IRA saflarına katılmayı reddetmiştir. Ama tren garında İrlanda Demiryolu Sendikasına mensup bir grup işçinin İngiliz askerlerine yönelik tavrı Damien’i Londra yolundan alıkoyacaktır. O artık James Conolly’nin arkadaşı Marxist bir sendikacının yoldaşı, kardeşi Teddy’nin de en sıkı militanlarından biridir. Köy baskınında kardeşi Michael’i kaybeden Sinead ise yüreğinizi burkan bir acının ta ortasından çıkıp gelmiş masal karakteri gibi… Damien ile Sinead artık hem yoldaş hem de sevgilidirler. Bu ilişkiyi fark ettiğiniz an hemen evlenip çoluk çocuğa karışsınlar fikri düşüyor aklınıza. Bu defa ayıplıyorsunuz, Chris bile o çocuk yaşıyla İngilizlere karşı dövüşüyorken Damien’in okulunu yarım bırakması, Sinead ile evlenip evlenmeyeceği çok tali sorunlar olarak kalıyor. Ama ikisinin de özgür İrlanda’dan sonra evlenme umutları var var olmasına da maddi ve duygusal hayatımızdaki her ayrıntı, her beklenti her yaşantı bir nebze politik hassasiyetler barındırıyor içinde. İngiliz sömürgecilerini yenmek için onların görevlendirdikleri İrlandalılardan başlamalısınız öldürmeye, düşüncesi birçok İrlandalıyı ikna etmiş. Savaşın bu trajik yönü bir tarafa, IRA içinde de ajanlaşmış yoksul bir İrlandalı çocuk Chris’i infaz etmek diğer tarafa, bu infazı gerçekleştirmek de neden Damien’e düşer, diye öfkeleniyorsunuz. Sinead ile ilişkisinin en ateşli yerinde bu infazı gerçekleştirmek Damien adına inanılmaz zor bir karar olacaktır, ama Chris'in 3 İrlandalı devrimcinin idam edilmesindeki rolü de izleyicinin tüm şiddet karşıtı duygularını negatif yönde kaşıyor. Açıkçası böyle bir durumda olsaydım, bu infazı yapmak durumunda kalsaydım o örgütten ayrılmak benim için kaçınılmaz olacaktı. Bunu hangi gerçeklik hangi şartla teorize edersek edelim bir dönekliğin anatomisi çıkar sonuçta. Öfkelenmek kadar korkmak da insani bir duygu nihayetinde... Tam bu çelişkiyi çözümlüyorken Dublin’in bazı kasabalarındaki kurtarılmış bölgelerde İrlandalıların öz yönetimi içindeki bir başka tartışmaya, bir başka çelişkiye odaklanıp kalıyorsunuz. Sosyalist IRA’lılarla vatansever IRA’lılar… Savaş döneminde en sert, en keskin vatansever, milliyetçi Ayrişler İngilizlerle anlaşmadan sonra bir anda küçük ideallerin insanları olup çıkıyor. Bu küçük ideallerini de şatafatlı bayrak-vatan-millet kavramlarıyla mantığa bürüyorlar. Bu noktada milletlerin öz yönetim haklarının bağlayıcılığı giriyor işin içine. Aslında İrlandalı olmadığınız için Ayriş milliyetçilerin fikirlerine kendinizi ikna etmiş oluyorsunuz. Referandumda oy çoğunluğuyla kabul edilmiş bir anlaşmayı siz de onaylıyorsunuz, buna rağmen Damien ve yoldaşlarının sosyalist İrlanda hayallerine yabancı kalmıyorsunuz. Sinead’ı da eşitlikçi sosyalist saflarda gördükçe heyecanınız artıyor haliyle. Bu çelişki giderek milliyetçi Teddy ve ekibinin kardeş-yoldaş Damien'i tasfiye etmesi ile çözülmesi ise bir başka bahara sosyalizm, repliğini anımsatıyor. Sonrasını insan, kalbi sıkışa sıkışa izliyor.
Ken Loach
sosyalist-milliyetçi çelişkisini filmde gösterirken sizi taraf tutmaya
zorlamıyor, kendi yeri de sosyalistlerin yanı olmasına rağmen karşı tarafın
argümanlarını en derinlikli, en inandırıcı biçimde veriyor.
Ayrıca böyle bir hikâye
Türk sinemacıların elinden çıkmadığı için kendimizi şanslı birer izleyici
sayabiliriz. Press, Min Dit ve Sonbahar’ı yapan sinemacılar dışında bu tip
hikayelere el atacak sinemacı da bulunmaz sanırım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder