Söyleşi Avrupa'da gazetecilik yapan https://twitter.com/#!/zinchen_ ile devam ediyor. Kendisi Yeni Özgür Politika ve onun eki Politikart için önemli dosyalar hazırlamış biri. Afrika, İspanya, Meksika, Arjantin gibi ülkelerde yaşanan politik sorunlar ve savaşları birebir muhataplarıyla konuşan bir arkadaşımız. Türkiye'de olmayışı eksiklik.
Sizinle daha çok Türk basını, Kürt basını, kadın, demokratik toplum tezleri üzerine söyleşmek istiyorum. Rudi Dutschke'yi hedef gösteren Springer medyası Rudi'yi Josef Bachmann diye bir faşiste vurdurttu.Daha sonra gelişen olaylarda öğrenciler Springer medyası ve Bild gazetesinin dağıtımını engellemek için yoğun eylemler yaptılar. Esslingen Sulh mahkemesi, 1968 yılında aldığı bir kararla öğrencilerin bu eylemlerini jurili yargılama istemini "Fikir diktası ve basın tekeline karşı yurttaşlık hukuku açısından Bild gazetesinin birkaç saatlik gecikmesinin ne önemi olur ki?" kararıyla reddetmiştir. Bugün TR medyası da özellikle Kürtlere karşı 1968'deki Alman basını cilvesiyle saldırmaktadır. Bu açıdan Alman ve Türk basını egemenler açısından karşılaştırıldığında nasıl bir basın ahlakı çıkıyor karşımıza?
Alman basın tarihi aslında kendi başına ilginç bir tartışma konusu, zira İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarında işgalci kuvvetler, Nazi iktidarı altında yayın yapan bütün gazeteleri yasakladı (zaten kağıt sorunundan dolayı savaş yıllarında birçoğu kapanmıştı). Şu an Almanya'da yayın yapan gazetelerin hepsi, savaştan sonra ABD, İngiltere, Fransa veya Sovyet lisansı ile kuruldu. Hatta o zamanlar, 1933'ten sonra gazetecilik yapanlara meslekten men cezası verildi ama çoğunlukla uygulanmadı. Springer grubu da 40'lı yıllarda İngiliz lisansı ile kuruldu. Çok hızlı bir şekilde büyüdü ve 60'lı yıllara gelindiğinde yayınların çoğu onların elindeydi. Hatta yanılmıyorsam Batı Berlin'deki yerel basının yüzde 80'inden fazlası Springer grubuna aitti.
Springer grubunun 60'lı yıllarda öğrenci hareketine bu denli saldırması ve öncülerini hedef göstermesinin sebepleri kesinlikle ideolojik. Bizzat kurucu Axel Springer tarafından 67 yılında formüle edilen şirket ilkeleri var, bunlar Almanya'nın birleşmesinden ve 11 Eylül'den sonra değiştirildi kısmen. O dönem 4 ilke vardı. İlki, Almanya'nın birleşmesinin sağlanması (ve dolayısıyla Sovyetler Birliğine karşı mücadele) idi. Bir diğer ilke, serbest piyasa ekonomisinin savunulmasıydı. Yani burada gerçekten ödün vermeme, doğruları yazma, basın özgürlüğünü savunma gibi gazetecilik ilkeleri yok, adamların derdi de bu değil zaten. Bu açıdan kapitalizme ve antikomünizme hizmet eden bir yayın çizgisi esas alınıyordu. 11 Eylül'den sonra şöyle bir ilke de eklenmiştir: "Transatlantik ittifakın [yani NATO'nun] desteklenmesi ve özgürlükçü değerler topluluğu içinde ABD ile dayanışma."
Soruda sözünü ettiğin linç kampanyasını bence bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Şah'ın Almanya ziyaretine karşı protestolarda polis tarafından vurulan öğrenci Benno Ohnesorg'un ölümünden sonra "Terör üreten sertliği göze alacak!" başlığını atabildiler. O dönem 2 milyon satan Bild gazetesinin attığı manşetlerden bazıları şöyle: "Genç kızılların terörünü durdurun!", "Öğrenciler tehdit ediyor", "Olay çıkaran öğrencileri bertaraf edin!"... Dolayısıyla Springer grubunun temsil ettiği bu gazetecilik, pogrom gazeteciliğinden başka bir şey değil. Piyasanın çoğunluğu böyle bir grubun eline geçtiğinde manipülasyonun iktidarı başlar ve demokratik muhalefet, bu linç basıncılığı ile mücadele karşısındaki duruşundan ölçülür.
Almanya'da 60'larda yükselişte olan pogrom gazeteciliğin Türkiye'deki mevcut hedefi Kürtlerdir, böyle bir paralellik rahatlıkla kurulabilir. Ben doğrusu böyle yapılarda, medya gruplarında ahlak diye bir şey aramam. Ancak benim için önemli olan, bu yapının içinde yer alan gazetecinin ahlakı. Son dönemde bazı gazetecilerin işlerini kaybetmiş olmaları, doğrudan basınla ilgili siyasi iktidarca direktiflerin verilmesi, bu yayınların başındakilerin duruşu vs. zaten bu ülkede gazeteciliğin gelmiş olduğu noktayı kanımca yeterince gözler önüne seriyor.
Tamam, otosansür olayının her zamankinden daha fazla devrede olduğunu tahmin edebiliyorum. Ama son dönemde "içeriden değiştirmeye çalışmak önemli" diyen gazeteciler de oluyor. Doğrusu ben mevcut denge ve koşullar altında bu 'mevzi'lerin bir işe yaradığını çok düşünmüyorum. Bundan ziyade "kardeşim, sonuçta geçimimi sağlamak zorundayım" denmesini daha samimi bulurum.
Türkiye basını birkaç sert çizgiden oluşuyor. Anaakım dediğimiz basında gedik açmak isteyen yazarlar, muhabirler, gazeteciler ise değil gedik açma bu sert çizgilerin dışına çıkmamak için tam da bu egemen medyanın diliyle yazmak, haber geçmek durumunda kalıyorlar. Mesela "Güneydoğu/Doğu, Kuzey Irak" ve benzeri adlandırmalar egemen basının kırmızı çizgisi. Bu çizgiyi aştıkları için suçlanan, yargılanan yazar-çizer-gazeteci neredeyse yok. ( Vedat Türkali, Beşikçi Hoca, Büşra Hoca, Zarakolu Hoca'yı ve benzer muhalif cepheyi saymıyorum) Bu durumu etik açıdan nasıl değerlendirirsiniz?
Bana göre bu adlandırmalar o kadar da önemli değil. Ama tabii enteresan bir durum; mesela geçenlerde Neşe Düzel'in Selahattin Demirtaş ile söyleşisinde '"PKK'yı" yazıldı, oysa eminim Demirtaş "PKK'yi" demiştir. Ancak Neşe hanım yeterince dikkatle davranmamış olacak ki, "KCK'yi" "KCK'yı"şeklinde değiştirmeyi unutmuş.
Türkiye'de gazetecilik mesleğinin çok enteresan bir şekilde bu mesleği özüne layık bir şekilde icraat etmeyen/edemeyenler tarafından (bahsettiğimiz bu sert çizgilerden dolayı) çok yüceltildiğine tanık olabiliyoruz. Mesela geçenlerde etnik olarak Kürt olan ve bir ana akım gazetesinde çalışan bir gazeteci, Amed'deki Newroz eylemlerini izlemeye gitti. Çıkan haberi görsen, berbat. Sonra "benim yazdıklarımı çıkardılar" dedi. Olabilir de, bu konuda bir şey diyemem. Ama hem kendin sansürden söz edeceksin hem de gazeteciliği çok idealize edeceksin. Burada ters olan bir şey yok mu? Etikten söz edeceksek, gazetecinin etiğini de konuşmalıyız. Ve gazeteci derken çok da o bilindik silahşörleri kastetmiyorum.
Ben Türk basınında yuvalanmış "görevli" yazarların, gazetecilerin, muhabirlerin bilgisiz ve donanımsız olduklarını da düşünüyorum. Bu durum ikiyüzlülükle birleşince karşımıza daha kötürüm bir durum çıkıyor. Mesela Reşadiye ve Silvan saldırılarını işleme tarzlarını örneklemek istiyorum. Normalde bu tip savaşlarda örgütlerin savaşma tarzını bilenler "örgütün merkezden, somut bir hedefi göstererek eylem talimatı vermeyeceğini de bilirler. Örgüt döneme dair taktik belirler ona göre yerel birimlerine "sızma, kuşatma, pusu, sabotaj vs." gibi genel talimatlar verir. Yerel birimler de bu taktiklere uygun eylem yaparlar. Oysa sözünü ettiğim saldırılar sanki merkezden planlanmış gibi yansıtıldı.(Barış girişimlerini Kürt tarafının sabote ettiği kirliliği oluşturuldu.) Kürt basını da bu duruma bir açıklık getirmedi. Egemenlerin bu kirli propagandasına karşı alternatif dil olarak ne önerirsiniz?
Medya üzerinden psikolojik bir savaşın yürütüldüğü açık. Hatta son yıllarda bu konuda ana akıma biçilen misyonun niteliğinde bir değişimin olduğunu da düşünüyorum. 90'lı yıllarda daha ikincil iken, bugün birincil bir konumda. Artık sadece aklayan, üstünü kapatmaya çalışan, manipüle eden değil, bizzat hedef gösterendir de. Kürt basının bu psikolojik savaşa ne kadar karşılık ver(ebil)diği, bu konuda kendi dilini, yöntemlerini, tarzını ne kadar oluşturabildiği ayrı bir tartışma konusudur. Bence bahsettiğin somut iki olay hakkında aslında net bilgiler verildi Kürt basınında. Ancak nihayetinde bunlar çok bilinçli çarpıtılan olaylardı. Dolayısıyla mesele sadece doğruları ifade etmek değil, bu gerçeklerin kendi okur kitlenin dışına da ulaşmasını sağlamak. Kürt basını olarak henüz böyle bir iddia ile hareket ettiğimizi düşünmüyorum.
Ezgi Başaran diye bir gazeteci var, Radikal'den... Almanya'da bir kitapta yer alan Kürdistan haritasını "PKK propagandası" diye haber geçmişti. Anaakım Türk medyasındaki düzey ve omurga bu. Yine Taraf'tan birkaç geveze yazarın "gerçeği eğip bükmesi" metoduyla bu savaşta devleti aklama girişimleri var. Bu "tipik egemen aklı" hakkında neler söylersiniz?
Direkt isim vererek sorduğun için; ben Ezgi Başaran'ın kötü niyetli bir gazeteci olduğunu düşünmüyorum ama egemen ulus zihniyeti kanımca kendilerini daha 'olumlu' bir pozisyonda görenler tarafından çok iyi sorgulanıp aşılmalı. O diğer kalemşörler kendilerine her ne kadar gazeteci veya köşe yazarı deseler de, kirli bir savaşın bizzat tarafı olmayı seçtiler. Bilmiyorum, nedense herkesin hak ettiğini bulacağına inanıyorum. Ondan dolayı onlara ilişkin bir şey söylemeye gerek duymuyorum.
Roj TV'nin kapanması Türk medyasında kimseye dert olmadı. Olduysa da ben fark etmedim. Radikal'den Pınar Öğünç sanırım değinmişti ve karşı pozisyon almıştı. Onun dışındakilerin olaya bakışı tümden devlet aklınca. Özgür basın adına hareket ettiğini savunanlar bile sus pus olmuştu. Bianet bile bu saldırıya değinmemek için çabalıyordu. Dünyadaki özgür basın anlayışı hakkında bilgi verir misiniz? Sınırları var mı?
Özgür basın kelimesinin çok kirletildiğini, asıl anlamından uzaklaştırıldığını düşünüyorum. Sürekli basın özgürlüğünden bahsedilir ancak bu özgürlük sadece kaba anlamda bir sansürün yokluğundan mı ibaret? Dolayısıyla hangi ve kimlerin özgürlüğü diye sorgulanması gerektiği inancındayım. Birincisi bu.
İkincisi; ben basın konusunda çok idealist bir bakış açısına sahip değilim, bir mücadele alanı olarak görüyorum. Bu, basın tarihinin her anında her yerde böyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Hani ben iletişim okuyup idealist hocalardan eğitim alan biri de değilim. 8 yıl önce bu işe başladığımda gazetecilik hakkında tek bir şey bilmediğim gibi, yazdığım her bozuk cümle üç elden geçiyordu düzgün hale getirilinceye kadar. Alternatif basın terimini de çok benimsemiyorum çünkü bir şeye alternatif geliştirme derdinde değiliz; başka bir gazeteciliktir bizim yaptığımız.
Roj TV'den söz ettin, sana bir örnek vereyim. Çalıştığım gazete Özgür Politika, 2005 yılında büyük bir polis operasyonu ile kapatıldı. Ardından mahkemeyi kazandık ama bir kere kriminalize edilmiştik. Daha sonra yayına başlayan Yeni Özgür Politika gazetesine karşı Türk konsolosluğun istemi doğrultusuna soruşturma açılmıştı. Gerekçesi, 'yasak sembollerin' yayınlanması. Sen bir kuruluşun açıklamasını yayınladığında, söz konusu kuruluşun amblemine mizanpaj kapsamında yer verebilirsin. Fakat denildi ki, bu amblemi taşıyan örgütler 1993'teki PKK yasağı kapsamında yasaklı olduğundan, amblemin yayınlanması propaganda kapsamına girer. Enteresan olan, hem Türk hem de Alman gazetelerin aynı amblemleri haberlerinde yayınlaması önünde bir sorun yokken, sen yaptığında propaganda kapsamına giriyor. Uluslararası Af Örgütü tarafından insan hakları haftasında basın özgürlüğü ile ilgili düzenlenen bir panel vardı, o panelde bunu ifade ettiğimde, konuşmacılar arasında yer alan çok ünlü bir Alman savaş muhabiri bana PKK'nin ne kadar antidemokratik, totaliter ve terörist bir örgüt olduğunu anlatmaya kalkıştı. Oysa mesele bu değil, mesele basın özgürlüğü idi. Anlatabiliyor muyum? Dünyada hakim olan anlayış budur işte.
Kürt basını başta Özgür Gündem olmak üzere ANF, DİHA oldukça güçlü bir muhalif çizgi geliştirdi. Çok net ilkeleri de var. Askerler için de "yaşamını yitirmek" terimini kullanıyorlar. Lakin bir de "şehit" terimi var. Bu terim ideolojik dönem, silahlı propaganda dönemi için anlamlıydı. Bir mücadelenin ideolojik haklılığı perçinleniyordu. Fakat artık haklılık gibi bir sorunu yok Kürtlerin. Buna rağmen, bunca politik kazanıma rağmen "kahramanlık ve şehitlik" üstünden yaratılan argüman arkaik kalmıyor mu? Mazlum Doğan, Masum Korkmaz o kahramanlığı, o gücü, o haklılığı kanıtladılar da... Artık bu savaşta yaşamını yitirenlerin haklılığına uluslararası ve Türk kamuoyu da inandırılmalı. Kürt basını bu konuda güçlü argümanlara sahip mi sizce?
Dikkat edersen Kürt basınında şehit terimi bir kere kullanılmıyor, en azından benim çalıştığım gazetede kullanılmıyor. Fakat nihayetinde bu ünvanlar, mücadele ettikleri hareket tarafından veriliyor. Ama senin sorundaki argümentasyonu ilginç buldum. Niyetinin o olmadığını biliyorum fakat dikkat edersen günümüz egemen sistem, sonsuzluğunu bazı olguların 'arkaikliği' üzerinden iddia ediyor. Bu olguların başında ideoloji geliyor. Türkiye'de durum nasıl bilmiyorum, ama Batı'da ideoloji kelimesi artık çok olumsuz bir anlam ile yüklü. İdeolojilerin zamanı geçtiği iddia edilir, fakat bu iddianın - daha doğrusu çarpıtmanın - sahibi de egemen liberal ideoloji. Diğer yandan bence Türk kamuoyunun inandırılması gereken öncelikli şey, kendi kayıpları ile ilgili. 'Vatan sağ olsun' olayının koca bir yalan olduğuna inandırılmalılar. Bunu Kürt basını ne kadar yapabilir?
Kürt kadınları 10-15 yıl öncesine göre kıyaslandığında devrimsel aşama kaydetmişlerdir. Tabi çatışma pozisyonu olduğu için sosyal devrimi gözlemleme imkanımız da zayıf aklıyor. Ama hem politik hem zihinsel anlamda artık öğretici pozisyonda. Üstelik bu gelişmişliklerini tümden mücadele içindeki deneyim ve teorik ortamlara borçlular. Türk okul ve zihin dünyasından uzaklaştıkları oranda bu devrimi görünür kıldılar. Siz bu konuda neler eklemek istersiniz?
Bunu bence Türk okul ve zihin dünyası ile bağlantılandırmak çok yerinde değil, çok kuzey endeksli bir bakış açısı olur bu. Oysa Kürt kadın hareketi, Kürdistan'ın tümünde ve Avrupa'da da özgün yapılara sahip. Kuşkusuz hala ciddi sorun ve eksiklikleri var ama hem kitle gücü hem de ideolojik açıdan dünyada eşi görülmemiş bir hareket olduğunu düşünüyorum. Son 4-5 yılda toplum içinde kampanyalar ile toplumsal dönüşümü ilerletmeye çalıştı. Mesela bana göre geleneksel namus anlayışına karşı kampanya oldukça güçlüydü, çok tabulaştırılan bir kavramın belli bir düzeyde tartışılmasını sağlayabildiler.
Kuşkusuz eksiklikleri, zayıf yönleri var. Ancak son 30 yılda - ki aslında 1987 yılında başlıyor - ulaşılan düzeyi ben de devrim niteliğinde buluyorum. Fakat bunun ötesinde insan bazen kendinde olanı çabuk kanıksayabiliyor, hep eksikliklere yoğunlaşınca bazı şeyleri görmeyebiliyor. Bunu bir propaganda olarak söylemiyorum ama örneğin Son Sömürge Kadınlar kitabının yazarı Maria Mies, Kürt kadınlarının geçen sene Almanya'da kadın kırımı ile ilgili düzenlediği bir konferansta konuşmacıydı. Hani Maria Mies gerçekten de son yüzyıl açısından feminist mücadelede önemli bir yere sahip. Kadın, konferanstaki tartışma düzeyinden umut kazandığını ifade etmişti. Mesela kadın kırımı terim olarak ABD ve Latin Amerika'ya ait ancak sınırlı bir kavram, daha çok kadının fiziki kırımı ile sınırlı. Kürt kadın hareketi ise bu kavramı çok daha geniş bir içerikle doldurdu. Bu, ideolojik derinliğinden ileri geliyor. Ancak bu derinlik bazen bir soyutluğa dönüşebiliyor ve bunun sonucu olarak, aşmaya çalıştığın sistemin günlük yaşamdaki ifadelerine karşı etkili ve sonuç alıcı pratik politikalar, projeler geliştiremiyorsun.
Kürt kadın özgürlük hareketi hakikaten ilginç bir deneyime sahip. Son dönemde Almanya'da kadın ordusu ile ilgili çok enteresan kitaplar da çıktı. Ordulaşma kendi başına çok kapsamlı bir tartışma konusu. Kadın ve silah hep bir çelişki gibi görülüyordu. Bu kısmen aşıldı sanıyorum. Bir de Kürt kadınlarının kendi mücadelelerinin farklı aşamalarını bir ortak tarih haline getirmelerini çok olumlu buluyorum. Zayıflıkları, yetmezlikleri ile yüzleşmede daha cesur buluyorum. Mesela dağ alanı açısından bir döneme damgasını vuran kadınlar arasında sınıf çelişkisi ve mücadelesi bence bütün kadınlar açısından derslerle dolu. Yine sanırım kamuoyunda çok bilinen bir şey değil ama dağdaki gerilla kadınlar, birkaç sene öncesine kadar kendi kamplarında 15-20 kişilik erkek gerilla gruplarını bir seneye varan süreler için eğitime alıyordu. Bu çalışmalardan çıkarılan sonuçlara ilişkin ilginç ve öğretici değerlendirmeler vardı bahsettiğim kitaplarda.
Öcalan'ın politik tezleri uluslararası ideologlarca takip ediliyor mu, değer görüyor mu? Varsa bu yönlü gözlemlerinizi aktarır mısınız?
Öncelikle özellikle Batı'da Kürt özgürlük mücadelesinin kriminalize edilmesine paralel olarak Öcalan'a karşı çok ideolojik bir mücadelenin yürütüldüğü, bu bağlamda kamuoyu nezdinde oldukça negatif bir stereotipin yaratıldığını belirtmek gerekiyor. Mesela 80'lerin sonunda, Mandela henüz tutuklu iken çok ünlü sanatçılar onun özgürlüğü için konserler düzenledi. Bence çok ciddi bir handikap, Öcalan'la ilgili yaratılan o olumsuz imajın yıkılmasına yönelik yeterince çabaların gösterilmeyişi. Bir diğer önemli sorun, İmralı'da kaleme almış olduğu ve politik tezlerini içeren savunmalarının başta İngilizce olmak üzere yabancı dillere çevrilmesi ile ilgili. Bu çeviri işi çok yavaş işliyor, nedenlerine girmek istemiyorum. Köln merkezli Uluslararası Abdullah Öcalan'a Özgürlük, Kürdistan'a Barış İnsiyatifi'nin bu konuda çalışmaları var, broşürler de hazırladılar. Ama bildiğim kadarıyla, manifesto olarak nitelendirilen son üç kitabı henüz yabancı dillere çevrilmemiş. Hal böyle olunca o sözünü ettiğin düşünürler okuyamaz zaten.
Fakat bu konuda önemli çabalar var. Şubat ayında Hamburg'da üç günlük bir konferans gerçekleştirildi. Bu konferansta Öcalan'ın tezleri dünyanın dört bir yanından gelen aktivistler tarafından değerlendirildi. Hatta Wallerstein yazılı mesaj göndermişti, Negri ise oldukça kapsamlı bir metni yazılı olarak sunmuştu. Benim orada en çok şaşırdığım husus, Öcalan'ın 'demokratik modernite' kavramının hemen hemen herkes tarafından - Wallerstein de buna dahil - sahiplenilmesiydi. Okunduğu oranda çok olumlu tepki verildiği, değer gördüğü kanısındayım ama işte, onun sistem teorisini geniş bir kamuoyuna sunmada ciddi eksiklikler var. Mesela bir ara Email yoluyla Ernesto Laclau ile görüşmüştüm; Öcalan'ın radikal demokrasi konseptinden söz ettiğimde çok şaşırmıştı.
Kürt arasındaki politik ayrılıkların tarihsel blok anlayışıyla aşılması sizi umutlandırıyor mu? Güneydeki egemen siyaset hala güdük gibi geliyor bana.(Barzani siyaseti) Ben ulusal birlik konusunda umutluyum tabii ancak bu politikaların içinin yeterince doldurulmadığı kanısındayım. Bu devlet de zaten Kürdü rahat bırakmıyor ki, biraz kendisiyle uğraşsın... Şaka bir yana da, son dönemde çok sayıda ulusal konferans gerçekleştirildi. Kadınlar, gençler, tabipler, sanatçılar vs. buluştu. Parti ve örgütler arası buluşmalar kadar bunlar da önemli ve daha da geliştirilmeli. Ancak politik ayrılıkların hiçbir zaman tümüyle aşılmayacağını bilmek gerekiyor. Asgari ortak paydalarda buluşulur. Fakat bunun için de karşılıklı güven geliştirilmeli, dayatmacı ve egemen tarzlar terk edilmeli, emek harcanmalı. Güneydeki politikalar eleştirilebilir, sadece PDK açısından değil ama, bir bütün olarak. Ama örneğin kuzey ile bir kıyaslama, Güneyin sosyopolitik realitesi, orada şekillenmiş politika tarzından, yine jeopolitik konstelasyonlar nedeniyle gerçekçi olmaz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.
2 yorum:
rêber'in (terimi bilmeyen türk okurlar için, abdullah öcalan'ın, apo'nun) TR ve batı kamuoyunda saygın bir teorisyen olarak tanınması o kadar önemli mi?
önemli olan, kürt halkının, daha doğrusu kuzey kürdistan halkının, öcalan'ı önderleri olarak görmesi değil mi?
demek istediğim, türklerin ve batılıların öcalan'ı sevip sevmemeleri, yazdıklarını beğenip beğenmemeleri, bizim sorunumuz değil. bizim tercihimize saygı duysunlar yeter. biz öcalan'ı TR'nin lideri olarak öne sürmüyoruz, kuzey kürdistan'ın lideri olduğunun kabul edilmesini istiyoruz sadece.
bu açıdan, rêber'e "kürtlerin mandela'sı" denmesini de sorunlu buluyorum. güney afrika'nın sadece %10'u beyaz. mandela'nın bütün ülkenin lideri olması gerekiyordu bu yüzden. oysa demokratik özerklik veya bağımsızlık isteyen kürtlerin, kendi önderlerini türklerin de lideri yapmak gibi bir talepleri yok.
Öcalan, fikirleriyle de bir örgütü aşmış biri... Özellikle yeniden sosyalizm, küresel sorunlara bakış açısı ve demokratik toplum tezleri incelemeye değer. Bu açıdan bakıldığında eylem ve fikir insanı olarak Öcalan'ın tartışılmasını önemsiyorum.
Yorum Gönder