Social Icons

.

Pages

13 Ağustos 2011

Avucunda tohum taneleri saklayan Başpiskopos Romero

El Salvador Barışı ile ilgili daha önce yazdığım yazıda Rahip Oscar Romero cinayeti yer almıştı. Yeni Özgür Politika gazetesi yazarlarından Meral Çiçek bu hafta bu cinayetin sebepleri, seyri ile Romero'nun portresini çıkardı. İşte o yazı...
    Takvimlere baharın ilk günlerinden biri olarak yazılan 24 Mart günü, 1980 yılında, şu an bulunduğunuz şehirlerde hava nasıldı bilemeyiz ama San Salvador'da sabahtan belliydi sıcak bir gün olacağı. Öyle ki Divina Providencia hastanesinin içindeki ufak kilisenin kapısı o gün sıcaklar nedeniyle açık bırakılmıştı, içeriye azcık hava girsin diye. Ufak şapelin dar sıralarında sıkışan insanlar, yer kalmadığından ayakta duranlar pür dikkat, ölüler için dua okuyan San Salvador Başpiskoposu Óscar Romero'yu dinliyor. Romero:" Yoksullar, sömürülenler, evlatları bir gün ansızın 'kaybolanlar', evden çıkıp da bir daha dönmeyenler, yakınları öldürülenler, emekçiler, insanca yaşamak isteyenlere umut veren cesur insan. Gittiği her yerde kalabalıklarca karşılanan, El Salvador halkının gönlünde taht kuran, hayattayken - kurumlar tarafından değil, halk tarafından - efsane ya da kahraman ya da aziz kabul edilen bir din insanı. Ve guerra sucia'ya karşı direniş güçlerinin Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) olarak birleşip gerilla mücadelesini başlatacağı o senenin üçüncü ayının son günlerinde, sesini halen alenen cuntaya karşı yükselten son insandı Rahip Romero. Vaazına hazırlanırken, o günden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bilemezdi. Son vaazını okumaya zamanının yetmeyeceğini de...

* * *
Óscar Arnulfo Romero y Galdámez adıyla 15 Ağustos 1917'de ülkenin kuzeydoğusundaki Ciudad Barrios'ta dünyaya gelir. Küçük, kırsal bu yerleşim biriminde 6 kardeşi ile yoksulluk içinde büyür. 13 yaşından itibaren Ciudad Barrios'un bağlı olduğu San Miguel'de yatılı okur. Ardından 1937'de başkentteki Cizvit Rahipler Okulu'nda ilahiyat okumaya başlar. Aynı sene babasını kaybeder. Piskoposunun istemi üzerine öğrenimini Roma'da Papa'ya bağlı Gregoriana Üniversitesi'nde tamamlar ve 24 yaşına geldiğinde cum laude derecesiyle lisansını alır. 2 yıl sonra, yine piskoposunun talebi üzerine Roma'daki doktora çalışmasını yarım bırakıp ülkesine döner. San Miguel'de papazlık yanı sıra kiliseye bağlı dergilere editörlük yapar. Çevresinde sevilen bir vaiz olduğundan kısa süre içinde adı şehrin dışında da tanınmaya başlar. 4 Nisan 1967'de Monsignore ünvanına layık görülür ve ardından da Ulusal Piskopos Konferansı'nın genel sekreterliğine seçilir. Bundan dolayı başkente geçen Romero, 1970'de Papa VI. Paul tarafından yeni ünvanlara layık görülür.
20 Şubat 1977'deki genel seçimlerden günler önce San Salvador Başpiskoposluğu'na atanır. Muhafazakarlar ve oligarklar o dönem 59 yaşında olan Romero'yu tercih ederken 1960'lı yıllarla birlikte zamanlarını kilise kütüphanelerinden çok halkla iç içe tarlada geçiren katolik kilisesinin yeni neslinin favorisi, kurtuluş teolojisine yakınlığı ile bilinen Arturo Rivera y Damas'dır. Ki Romero o günlere kadar Latin Amerika'da giderek yayılan kurtuluş teolojisi ile pek ilgilenmeyip, muhafazakar bir din adamı olarak bilinir. Papa IV. Paul'un seçimini Romero'dan yana yapmasında da hem katolik kilisesindeki kurtuluşçu akım-geleneksel/muhafazakar çelişkisi, hem de El Salvador'daki Agujero de oro yani ‘Altın delik' kod adlı oligarşik yapı etkileyici olur. O dönem El Salvador'un neredeyse toprağının tümüne sahip 14 ailenin siyasi ve ekonomik gücü tahmin edilebilir. (Burada ufak bir parantez açmada fayda var: El Salvador koşullarında o dönem bir aile kırsalda kendini geçindirmek için ortalama 10 hektarlık bir arsaya ihtiyaç duyarken, çiftçilerin üçte ikisinin kendi işlettiği toprak 2 hektarı geçmiyordu. 1980'li yılların başında başlatılan tarım reformundan önce 63 büyük işletme, yaklaşık 200 bin kadar çiftçinin paylaştığı toprağa sahip idi. 14'ler çetesinden 6 aile, köylü kesiminin işlettiği toprağın yüzde 80'i kadarına ‘benim' diyordu. Dolayısıyla El Salvador'u gerilla mücadelesine götüren faktörleri sıralarken, askeri diktatörlüklerin terörü yanısıra 14'ler çetesinin yarattığı bu korkunç sosyal, siyasal ve ekonomik uçurumun beraberinde getirdiği günlük yapısal şiddeti unutmamalı.) Kurtuluş teolojisi esasında sömürgecilerin oturttuğu ve giderken hatıra diye bıraktığı oligarşik düzene bir karşı çıkıştı, o düzeni sorgulatıyordu, halka bunu kader diye kabul etmek zorunda olmadığını öğretiyordu. Ve Romero ile birlikte kurtuluş teolojisini yükseltenlerin sesinin kısılacağını hesap eden oligarşik yapı, bu mesajının yerine ulaşmasından emin olmak için 12 Mart 1977'de San Salvador'un kuzeyindeki Aguilares şehrinde köylüleri sömürüye dayalı düzene karşı örgütleyen rahip Rutilio Grande'yi katlettirir. Uğur misali kurşunlarla delik deşik edilen ölü bedeni bir köy yolunda bulunur...
Romero'yu El Salvador cuntasının gözündeki en tehlikeli insan yapan süreç işte tam burada başlar. Ki öğrencilik yıllarında kurtuluş teolojisi-ulusal kurtuluş arasındaki bağların güçlü kurulduğu Bilbo (İspanyol devletinin taktığı adı ile Bilbao)'da okuyan Rutilio Grande, Romero'nun yakın arkadaşıydı. Grande'nin ölümü Romero'yu derinden sarsar. Öyle ki haberi alır almaz olayın yaşandığı El Paisnal köyüne gider, çiftçilerle birlikte sabaha kadar ölünün başında nöbet tutar, devletin yoğun baskıları altındaki köylülerin hikayelerini ve acılarını dinler, onlarla birlikte dua eder. Ertesi sabah rahip ve danışmanlarıyla acil bir toplantı gerçekleştiren Romero, ardından yaptığı açıklamada cinayet aydınlatılıncaya kadar tek bir resmi etkinliğe katılmayacağını ilan eder. Bir sonraki pazar günü de siyasi cinayeti protesto etmek için San Salvador başpiskoposluğundaki bütün ayinleri iptal ettirir (bu çağrıya uyan 150'yi aşkın rahip de ayinlerini gerçekleştirmez), onun yerine San Salvador katedralinde verdiği ve 100 binden fazla insanın dinlediği ayinde devleti şiddete son vermeye çağırır. Zira 20 Şubat 1977'de yapılan göstermelik seçimlerden bir hafta sonra Özgürlük Meydanı'nda toplanan 50 bin protestocuya saldıran güvenlik güçleri resmi rakamlara göre 6-8, başka tahminlere göre ise yaklaşık 300 insanı öldürmüştü.
Romero, Grande'nin ölümünden sonra artık aynı insan değil. Ülkesinde şiddet her geçen günle birlikte daha da yükseltilir, halka yönelik saldırılar giderek çoğalır. Özgürlük, adalet gibi kelimelerin fısıltıyla bile kulaktan kulağa dolaşamayacağı bir korku atmosferi yaratmayı amaçlar kara postallılar. Romero işte tam burada umut olur, ışık olur, ses olur. Boykot ettiği Carlos Humberto Romero'nun devlet başkanlık yemin törenine eş zamanlı olarak, ikinci bildirgesini okur. Burada, "inanç ve yaşam topluluğu" olarak tanımladığı halkı kurtuluşunu gerçekleştirmeye çağırır.
Kalın gözlükleri ardında hep biraz mesafeli, hep biraz soğuk gibi duran din adamı artık halkın piskoposu olur. Kendinden önce hiçbir piskoposun yapmadığı kadar halkla, yoksullarla, köylülerle bütünleşir, bizzat yanlarına gider, onları dinler, dinlediklerini yüksek sesle söyler. Dili açıktır, nettir. Sözü dolandırmaz. Binlerin, onbinlerin katıldığı ayinlerde giderek çoğalan ölüler için yas tutmakla kalmaz, katillerin adını telaffuz eder, onları kınar. O'nun vaazları biraz da halk toplantısı gibi; ülkedeki gelişmeleri değerlendirir, tespitlerde bulunur, mesajlar verir. İşbirlikçilerin adını da yüksek sesle söylemekten çekinmez. Örneğin dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter'i askeri yardımlarını kesmeye çağırır. Vicdanın susturulmak istendiği bu zaman ve mekanda vicdan olur, sessizliğin dayatıldığı yerde ses olur, umudun yok edilmek istendiği anda umut olur. Ve en önemlisi, boyun eğmemeyi vaaz eder. Ki direniş - kurtuluş teolojisi kapsamında - onun için bir görev, bir boyun borcudur.
Vaazları radyo yoluyla ülke çapında yayınlanan Romero, Şubat 1980'de ilk kez ölüm tehditleri aldığını açıkladığı zaman, dönemin - henüz cuntaya karşı mücadeleyi kazanmış olan - Nikaragua Dışişleri Bakanı olan rahip Miguel d'Escoto Brockmann'dan aldığı iltica teklifini, halkını yalnız bırakamayacağını belirtip, kabul etmez. Susturulmak istendiğinin farkındadır, ancak susmak boyun eğmek anlamına gelirdi. Korkutma, susturma çabalarına bir yanıtı olmalıydı, sesini daha fazla yükseltmeliydi - korkusuzca. Ve takvimler 23 Nisan 1980'i, gösterdiğinde, en meşhur olacak vaazında şöyle der: "Hiçbir asker, tanrının kanununa zıt bir emre itaat etmek zorunda değildir. Hiç kimse, ahlak dışı bir kanuna uymak zorunda değildir. Vicdanınızı yeniden keşfetmenizin, vicdanı günahın talimatlarından yüksek tutmanızın zamanı gelmiştir. Tanrısal hakların, tanrının adaletinin ve insan onurunun savunucusu olarak kilise, bu büyük dehşet karşısında suskun kalamaz. (...) Tanrı ve acı çeken halk adına rica ediyorum, yalvarıyorum, tanrı adına emrediyorum: Baskılara son verin!"
Bu Romero'nun son vaazı olacaktı. Bir gün sonra, 24 Nisan 1980'de ayin esnasında tek kurşunla kalbinden vurularak katledilir. Bir hafta sonra yapılan cenaze töreninde 100 bin insan ona veda etmeye gelir. Gelenler, etraftaki binaların çatısında pozisyon alan keskin nişancıların farkında değil. Sonra birden, çıkış yolları önceden kapatılan kalabalığa ateş etmeye - yok hayır, onları taramaya - başlarlar. Akşam olduğunda, 100 bin insandan geriye 50 ceset, 600 yaralı beden ve katedralin önündeki meydanda, panik içinde kaçmaya çalışırken düşürülen binlerce sahipsiz ayakkabı kalır.
Ve Romero cinayeti, ardından cenaze töreninde gerçekleştirilen katliam, 12 yıl sürecek olan, Romero'nun hep engellemeye çalıştığı, tahminlere göre 75 bin insanın hayatına mal olan bir savaşın startını verir. Ölüm komandolarının direnişin öncülerini yok etmesi ile rejime karşı olası bir devrimin önlenmesi hedeflenir. Bu taktik, Romero'nun öldürülmesinde parmağı olan ABD tarafından bizzat El Salvador cuntasına önerilir. Kurtuluş teolojisinin cuntaya karşı giderek geliştiği Latin Amerika ülkelerinden biri olan El Salvador'da örneğin uçaklardan 'Ülkeni seviyorsan bir rahip öldür' sloganlı bildiriler atılıp dağıtılır. Ve Romero ile Grande de, El Salvador'da devletin katlettiği veya katlettirdiği tek rahipler değil. 11 Mayıs 1977'de Alfonso Navarro Oviedo, 28 Kasım 1978'de Ernesto Barrera, 20 Ocak 1979'da Octavio Ortiz Luna, Haziran 1979'da Rafael Palacios, 4 Ağustos 1979'da Alirio Napoleón Macías, 29 Eylül 1979'da ise Apolinario Serrano katledilir.
Romero, ölümünden iki hafta önce bir yabancı gazeteciye şöyle der: "Çok kez ölümle tehdit edildim. Bilmelisiniz, bir Hristiyan olarak dirilişin olmadığı bir ölüme inanmıyorum. Eğer öldürülürsem, El Salvador halkı içinde dirilirim. Eğer beni öldürmeyi başarırlarsa, katillerimi af ettiğimi ve onları kutsadığımı söyleyin. Zamanlarını boşa harcadıklarını bir anlasalardı! Bir piskopos ölebilir, ama tanrının kilisesi, yani halk, asla ölmez." Romero haklıydı, hiç ölmedi... Tıpkı Farabunto Marti gibi. O, 1931 yılındaki darbeden sonra (1932'de yapılan yerel seçimlerden birçok bölgede birinci çıkan) El Salvador Komünist Partisi PCES tarafından aldığı devrim hazırlıklarını yürütme görevinin başındayken, isyan için belirlenen 22 Ocak'a az bir zaman kala tutuklandı. Başkaldırı başladığında ise hazırlıklı olan ordu güçleri birkaç gün içinde isyanı bastırır, ardından da ülkenin batısında, yaklaşık 30 bin yerli insanın ölümü ile sonuçlanan bir katliamı gerçekleştirir. Farabunda Marti ise 1 Şubat 1932'de kurşuna dizildi. Halkını özgürlüğe götüremedi belki ama kendisinden 48 yıl sonra, adını taşıyan gerillalar El Salvador'da cuntanın tarihini sona erdirdi. 

PolitikART - 13 Ağustos 2011

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.