Social Icons

.

Pages

29 Eylül 2012

Türkiye-PKK Müzakere Girişimi


   Hükumet kanadının bir anda Oslo ve İmralı görüşmelerini tekrar gündeme getirmesiyle müzakere girişimi başlamış oldu. Bu konuda her çevreden çok farklı yorumlar var. MHP ve onun değişik versiyonu olan Gülen Cemaati  çevresinin operasyonel değerlendirmelerini dışarıda tuttuğumuzda her çevre kendince haklı gibi görünüyor.
AKP açısından
    En üst düzeyde Başbakan Erdoğan’ın dillendirdiği yeni bir Oslo veya İmralı süreci Ankara’nın müzakereci tutumunu hala netleştiremedi. Şimdilik bir girişim olarak medyada, orada burada tartışılıyor. 30 Eylül AKP kongresi bu açıdan bir milat sayılabilir. Erdoğan’ın,  kongrede önümüzdeki 10 yılın manifestosunu açıklayacağını belirtmesinden sonra kongrede olası müzakere atıfları daha bir önem kazandı. Balyoz davasında mahkûmiyet kararlarının çıkması Erdoğan’ın elini rahatlatmışa benziyor. Ulusalcı dalganın komplocu yönünü şimdilik bastırmış görünüyor. 2005’ten sonra Erdoğan’ın sorunun çözümü konusunda geliştirmiş olduğu her iyi niyetli girişimi bu ulusalcı dalganın nasıl sabote etmek istediğini pratikte hepimiz gördük. Sağcı-muhafazakâr bir partide olması gereken tüm pragmatizme, ilkesizliğe, çark edişe de AKP ve Erdoğan şahsında tanık olduk. Habur sürecindeki Kürtlerin siyaseten moral şovunu ilk iki gün olumlayan Erdoğan bir anda milliyetçi ve ulusalcı dalganın etkisiyle birkaç gün sonra tipik Türk devletçisi olarak tavır değiştirdi.
Popüler milliyetçi yönünü hep ön planda tuttu. Erdoğan ve ekibi daha önceki görüşmeleri de seçimleri kazasız belasız atlatma hesabına basamak yaptığı için kalıcı ve açık müzakere sürecine dönüşmedi. Gerçi bu tip görüşmelerin o düzeyde kalacağı da belliydi. Çünkü henüz örgütle temas düzeyiydi. Zaten adına da hala İmralı ve Oslo Görüşmeleri deniyor. Görüşmeler, hem yeniden başlayacak olası bir çatışma süreci hem de  olası müzakereler için rakiplerin birbirlerinin gardını görmesi açısından da hazırlık safhası oluyor. Nihayet öyle oldu. İki taraf da birbirinin gücünü görüşmeler boyunca anlamaya çalışmış, niyetlerini çözmüş. Sonrasında yaşanan çatışmalı sürecin bu kadar şiddetli olmasında bu güç tartma-rakibi hesaplamanın da  payı var kuşkusuz. Bu süreci hem siyasi açıdan hem askeri açıdan iyi hesaplayamayan da devlet ve hükümet tarafı oldu. Askeri açıdan gerilla ilk defa saha hâkimiyeti taktiğini tutturdu, PKK, 2011-12 kışında devletin iklimsel şartları lehine çevirmesiyle düzenlediği imha operasyonlarını da bir anlamda boşa çıkardı. Geldiğimiz noktada devlet tüm teknolojik imkânlarını seferber etmesine rağmen PKK’nin 2012 saha hâkimiyeti, alan inisiyatifi direnişine geri adım attırmış değildir. Siyasi açıdan da KCK operasyonlarının yoğunluğu da BDP ve diğer Kürt kurumlarının ne kitlesel desteğini zayıflatmıştır ne de Kürtlerin taleplerinde bir daralma yaratmıştır. Oysa aksine Kürtler “Kürdistan’a siyasi statü, Kürt kimliğine özgürlük” hedefi daha görünür kıldılar ve daha sert biçimde dile getirdiler, getiriyorlar. Askeri operasyonların toplumlarda yarattığı duygusal kırılmalar bir yana ekonomik anlamda da devlet bütçesinin giderek şiştiğini yapılan zam ve ayarlamalardan rahatlıkla görülebilir. AKP ile beraber ekonomide yaşanan göreceli büyüme de durma noktasına gelmişti. Kısacası müzakere girişimi,  devleti yeniden yapısal birtakım reformlarla şekillendirmek isteyen AKP ve Erdoğan için bir ihtiyaç olmuştur.  Devlet içindeki Gülen Cemaati bürokrasisi ve uzantıları da ya Erdoğan ile uzlaşma temelinde bu süreci destekleyecekler ya da onlar da bu olası müzakere sürecinin yeni kurbanları olacaklar. İlk kurbanları ulusalcı dalganın komplocu asker-gazeteci çevreleri olmuştu. Bu arada BDP’li vekillere yönelik dokunulmazlığın kaldırılması girişimi bence bir şantaj olarak kalacaktır. Eğer müzakereler olumlu sürerse bu da bir pazarlık konusu olarak devlet tarafının malzemesi olacak, olumsuz gelişirse sürecin meclis boyutu da çatışmalı olacak. TSK’nın son günlerdeki hava operasyonları da PKK tarafının talep skalasını daraltmayacaktır.
PKK-BDP-KCK açısından;
  PKK-KCK  cephesi ilk görüşmelerden sonra bayağı tecrübe kazanmışa benziyor. Bir defa PKK hem savaşabileceğini hem de barışabileceğini tüm dünyaya gösterdi. Öncelikle Suriye’deki gelişmeleri lehine çevirebilecek inisiyatifi geliştirdi. Kürtlerin büyük kazanımlar elde etmesinde tarihi bir rol oynadı. Bu, aynı zamanda Güney Kürdistan’da da karşılık bulacaktır. Kuzey Kürdistan’da ise toplumsal desteğini perçinledi. 2011-12 kışından beri yaşanan gerilla kayıpları sonucu Kürtlerin yaşadığı duygusal radikalizmi politikleştirmeyi becerdi. Sokaktaki Kürt bile halkların kardeşliği, bir arada yaşama vs. gibi eskimiş sloganlara itibar etmiyor, kesinlikle siyasi statüden, kimliğin özgürleşmesinden söz ediyor, asıl hedefin bu olduğuna dair inançları da gelişmiş Kürtlerin. Siyaseten Hakkari ve çevresinde düzen partilerini tabela partisine dönüştüren PKK’nin şimdilik en büyük handikabı TAK görünüyor. Gaziantep olayını üstlenmemesine rağmen TAK gibi bir yapının varlığı kamuoyunu inandırmakta PKK’nin inandırıcılığını zayıflatıyor. Foça olayında yaşanan sivil infazlar da işin cabası… TAK’ın varlığı, eylem biçimleri artık Kürtlerin siyasi-kitlesel desteğini koruması açısından potansiyel tehlike… Olası müzakerelerde Türk devlet tarafını katbekat aşan politik talepleri ve haklılıkları ise en büyük avantajları. Öcalan’ın siyasi öngörüsüyle bütünleştiğinde PKK-KCK cephesi müzakerelerin devamında ya da bitiminde, her iki durumda da kazançlı çıkacak bir yetkinliğe sahip. PKK, diğer Kürt gruplarını da sürece dahil ederse önümüzdeki dönemlerde AKP ve benzeri partilerin Kürdistan’daki varlığını sıradanlaştırabilir. Cemil Bayık’ın Türk aydınlarına yönelik olarak “PKK’nin otoriter bir idare kurma gibi bir rolü olmayacaktır, Kürtler demokratik tutumları sayesinde ayakta olacaklardır.” tespiti de PKK’nin sürece ne kadar hakim olduğunu göstermesi açısından önemli. Son birkaç yıllık gelişmelere baktığımızda sanırım Kürtlerin en büyük kazanımlarından biri Murat Karayılan’ın varlığı oldu. Değerlendirmeleri, dünyayı ve dünyada yaşanan gelişmeleri ne kadar sağlam okuduğunu kanıtlıyor. İran ile ateşkes yapıp Suriye ile denge siyaseti izleyip Batı Kürdistan’ın özerklik sürecini somutlaştırması Karayılan ve ekibinin politik hakimiyetini yansıtır. Karayılan ve ekibi bence Doğu Kürdistan sürecini şimdiden planlamıştır. Uygun zaman ve koşulları bekliyordur. Bu da benden siz okurlara gizli bir planı deşifre etmek olsun!
   Türk medyası açısından;
Bu savaşın zavallılaştırdığı, sıradanlaştırdığı tek kesim Türk medyası oldu. Tüm inandırıcılığını yitirmiş, Kürtler açısından hiçbir karşılığı olmayan bir pozisyona düşmüştür. Bence Türk medyası silahlarını bırakıp müzakerecilere teslim olmalı. Eğer ateşkes pozisyonu olursa ilk ilanı Türk medyası yapmalı. TSK ve HPG buna uyar.  Başka da bir şey yazamıyorum. Yayın yönetmenleriyle çukurun dibinde bir basın var. Taraf gazetesi eğer cemaatin aklına uyup pozisyon değiştirmezse bu sürecin parlayan gazetesi olacaktır. Yalnız Emre Uslu ve Mehmet Baransu gibi zavallıların tasfiyesi şart. Sahiden bu iki tipin neden hala Taraf’ta yazdıklarını anlayan var mı? Yeniçağ, Zaman, Türkiye, Hürriyet gibi nadide parçalar var oysa…
Devamı gelecek … 

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.