Eğer devletin bugünkü koşullarda varlık gerekçelerini anlayamıyorsak Marx’ın işaret edip gösterdiği yere bakmamız gerekir. Türkiye’nin ekonomik dönüşümünü en barbar ulus-devlet biçimiyle tamamlayan bürokratik Türk burjuvazisi, tüm varlık gerekçelerini 19.yüzyıl sonlarında filizlenen batı tandanslı Ermeni ve Rum ticaret burjuvazisini tasfiye etmesine borçludur. Bu, ayrıca incelenmesi gereken başlı başına bir sorun alanı. Bizi bu yazıda daha çok cumhuriyetle birlikte hakimiyetini devlet eliyle geliştiren bürokratik, hantal, yer yer komprador, zaman zaman oligarşik nitelikler gösteren Türk sermayesinin şekillendirdiği devlet ve onun terörü ilgilendiriyor. Son on yıla kadar asker-yargı- bürokrasiyle devlet üzerindeki otoritesini paylaşan Türk hakim sınıflarının hegemonya kültürü, Avrupalı çağdaşlarının yüzyılın başından ortasına kadar modern devletler araçlığıyla sürdürdükleri faşizmin değişik biçimlerinden biridir. Son on yılda da bu gerçeklik değişmemiştir. Avrupalı sermaye belki de bir daha komünist heyulanın sokaklarında gezinmesinin riskli olacaklarını bildiği için sosyalizmin eşitlikçi talepleri karşısında sürekli demokratikleşmeyi esas aldı. Bu kadar basit indirgemelerle anlaşılacak bir olgu olmamasına rağmen aklımızda bulunması elzemdir.
Son yüzyıldır cumhuriyet devleti bize okullar, camiler, alışveriş merkezleri, basın, kitle gösterim araçları ve gelenekler aracılığıyla sürekli “devlet dışı odaklardan” nefret etmemizi öğretti. En çok devletin ordusunu, sermayesini, polisini, camisini, okulunu, bayrağını, marşını sevmemizi hem öğretti hem de zorla sevdirmeye çalıştı. En çok kişiliğimizin dışında tutmamız gereken unsurları bizim kişilik(-siz)imiz haline getirdi. Kürdü Türkleştirdi, Ermeni’yi yaşamamış saydı, Rum’u tüm sorunlarımızın biricik nedeni olarak belletti, Alevi’nin tüm varlık biçimlerini ölümcül, utanılacak günah olarak içselleştirdi. Bu devlete hakim olan asıl unsurların başında gelen sermayenin özel ve bürokratik olanı da bu nefret ve sevgilerimiz üzerinden kendi varlığını simgeleyen ideolojisini, politikasını, eğitim felsefesini, ekonomisini inşa ederek bize kan kusturdu yüzyıldır. Sermaye devleti, son on yıldır hantallaşan sahiplerinin yerine daha dinç, daha dinamik ama en az öncekiler kadar zalim, en az onlar kadar kişiliksizleştiren Anadolu Kaplanlarının hakimiyetine geçiyor. Daha dinamik olmasının temelinde deşifre olmuş, iş yapamaz duruma gelmiş devlet destekli çetelerinin hantallığı gelir. Şimdi bir iç hesaplaşmayla ama kendiliğinden gelişen bir süreçle yeni zor aygıtını inşa ediyorlar. Tam da bu geçiş sürecinde biz yeni devletin gücünü en kahredici şekilde hissediyoruz. Kürt olarak, öğrenci olarak, yazar çizer olarak, emekçi Türk olarak, muhalif aydın olarak… O halde öfkemizin yöneleceği odak devletin kendisi olmalıdır, onun ideolojisi, onun politik aurası, onun eğitim felsefesi, çeteci rejimi olmalıdır. Bir unsuruna karşı eksik öfkelenirsek diğer unsuruyla bizi kuşatmaya çalışır. Milliyetçi dozu daima canlı tutarak serseri mayınlarla bizi yıldırmak istiyor.
Bir sınıfın gücü, bu sınıfın örgütlerinde birleşen üyelerinin gücünden gelir. Örgütlenme klasik solun bürokratik apartman odaları kiralayarak buradan parti, dernek, vakıf, STK gibi kuruluşlarda bir araya gelmek değildir. Bunlar artık bireyin yükü olmuştur. Örgütlenme, herhangi bir sorun karşısından sokağa çıkmaktır, meydanları işgal etmektir, yasa yapıcıları emek, insan, doğa, halklar karşısında insafa zorlamaktır. Bunun bin bir aracı vardır. Bu araçlara daha sonra değineceğim.
Çok istenen Kürt ve Türk barışını bize fazla görenlere öfke!
Boyun eğdirene, uslandırmak isteyene, sahip olana karşı öfke!
Baskı kafeslerinden sakınıp geleceği ortak kurmak için öfke!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder