Social Icons

.

Pages

26 Mayıs 2010

Eşcinsellik, İçki ve Diğer Benzeri Günahlar Üzerine

Bu yazı, Zeynep Gambetti tarafından kaleme alınmış olup 25 Mayıs 2010 tarihinde Taraf gazetesinde yayınlanmıştır.



Yazının başlığındaki 7 yanlışı bulun desem, aklınıza “resimdeki 7 yanlışı bulunuz” tarzından bilmeceler gelir miydi acaba? İş artık gelip oraya dayandı zira.




Eşcinsellik genetik veya biyolojik sapkınlık olmadığı zaman tedavi edilmesi gereken bir hastalık oluyor, hastalık olmadığı zaman ise bir günah. Bu şekilde anlamlandırıldığında, pek kaypak olan “zulüm” kategorisine girmediği sürece eşcinsellere toplumda uygulanan her tür ayrımcılığa göz yumma hakkımız doğuyor; kamusal alanda varolma taleplerini desteklemekten vicdanımız rahat bir biçimde kurtulmuş oluyoruz. Eşcinselliğin hastalık değil de günah sayılması ise bir “ilerleme” olarak kayda geçebiliyor. Yani eşcinselleri tedavi etmeye çalışmak, hormon aşılayarak düzeltmek yerine günahtır diyeceğiz; içki içmeye, evlilik dışı cinsel ilişkiye, başı açık gezmeye tavrımız ne ise, eşcinsel olmaya karşı da benzeri bir tavır takınacağız. Kendi kurduğumuz cümledeki tuhaflığı bile farketmeyeceğiz: içki içmek, eşcinsel olmak...Müslüman demokratların limiti bu değil


Şahsen “müslüman demokratlığın” kırmızı çizgisinin bu olduğuna inanmıyorum. Eşcinsellerle ilişkilerini çok sağlam ve incelikli yerlerden, çok farklı biçimlerde temellendiren dindar arkadaşlarım olmasa belki öyle olduğuna inanırdım, ama şükür ki bunun müslümanların takınabileceği en demokrat tavır olmadığını biliyorum. Din bile tektipleştirilemiyor allahtan (!). Yine de bu savı tartışmadan bırakmaya vicdanım elvermiyor, dolayısıyla biraz açmak gereği hissediyorum.

Resimdeki birinci yanlış, eşcinselliğin tıpkı içki içmek ve diğer günahlar gibi bir tercihten ibaret olduğu fikridir. Eğer öyle ise, iradevi bir hamleyle değiştirilebilecektir çünkü. Bazı dindar arkadaşlar buna var güçleriyle inanmaya çalışıyorlar, zira eğer hemcinsini arzulamak değiştirilebilecek bir yönelim olursa, dindarlar iki açıdan rahatlayacaklar: (1) eşcinseller yaptıklarından sorumlu tutulabilecek; (2) yaptıklarını yapmamaları konusunda müdahaleye açık olabilecekler. Müdahale akılcı da olabilir, dini duygular telkin edilerek manevi de olabilir. Eminim demokrat dindarların henüz tercih etmeyecekleri bir yöntemdir ama, en nihayetinde, eşcinsellik yasaklanmak suretiyle de engellenebilir. Yasakların insanlarda davranış değişikliği yarattığını Türkiyeli olarak çok iyi biliyoruz ne de olsa.



Eşcinsellik iradevi mi, günah mı, yoksa...

Ancak bu iddiadaki yanlış, eşcinselliği iradevi bir “tercih” olarak görmenin kendisinden, yani varoluşsal bir yönelim olduğunu kavra(ya)mamaktan kaynaklanmaktadır. Halbuki değiştirilmesi için yasaklar bile yetmeyebilir. Her tür “zulme” rağmen inadına varolmaya devam eden bir “tercih”tir zira. İnanmayanlar Hitler’e sorabilirler. Gaz odası eşiğinde bile eşcinsel eşcinselliğinden vazgeçmiyorsa, tercih meselesini biraz daha düşünmekte fayda var demektir, öyle değil mi?

Resimdeki ikinci yanlış, eşcinselliğin içki içmek ve serbestçe yaşanan cinsellik ayarında bir günah olduğu fikridir. Oysa içki içmek veya içmemek bir kişinin kimliğini ve benliğini değiştirmez. “İçki içici” türünden bir benlik kategorisi yoktur çünkü. Ben içkiyi hayatıma dahil edebilirim, ama benim hayatımı anlamlı kılan, merkezine oturan, arzularımı yönlendiren bir faaliyet değildir. Alkolik olmadığım sürece içkiden mahrum kalmayı bir benlik yarılması olarak yaşamam. İçkinin yasaklandığı bir rejimde inadına içme arzusu duyabilirim, bunu bir direniş olarak bile görebilir, içmeyeceğim varsa bile içmeye başlayabilirim. Ama içkinin serbest olması, sürekli içeceğim anlamına gelmez, beni vareden bir faaliyet değildir zira. Arada sırada keyif verir, o kadar.

Hiç eşcinsel tanıdığınız olmasa bile, eşcinselliğin hayatı renkli kılan bir “keyif faktörü” olarak yaşanamayacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Kamusal alanda verilen mücadeleler açısından bir kimlik kategorisi olması boşuna değildir. Eşcinsellik sadece özel hayata, yatak odasına indirgenebilecek bir “günah” olarak tahayyül edilemez. Hayatın tümüne damgasını vuran, ilk gençlik heyecanını, korku ve arzuları, hayatı kiminle paylaşacağınızı, kiminle aynı yastıkta kocamak istediğinizi belirleyen, benliğinizin ve bedeninizin en merkezi konumunda olan bir “günah”tır. Türkiye kadar homofobik bir toplumun içine doğma şanssızlığına sahip isek, ebeveynlerimizle, arkadaşlarımızla, meslektaşlarımızla, sokaktaki yabancıyla, bakkalla, medyayla, futbol seyircisiyle, yağız milliyetçi delikanlıyla, askeri otoriteyle, en genel anlamda kamuyla, ve hatta bize kazara aşık olan karşı cinsten insanla kuracağımız (daha doğrusu kuramayacağımız) tüm ilişkilerde belirleyici olan bir “günah”tır.

O halde benlikle ve benliğin kurulmasıyla birebir ilişkili olduğunu teslim etmek gerekir. Hitler Almanya’sından günümüz Türkiye’sine, Mısır’ına ve daha nice ülkesine dek, ölümü bile göze alacak kadar vazgeçilemez bir “günah” olduğunu mutat kez deneyimlediğimiz eşcinselliği, içki içmekle eşdeğer görmek dumur hali değilse nedir? İçki içmekten vazgeçebilirim, ama eşcinsel olmaktan vazgeçmem istenirse, belleğimi silmem, bedenimi reddetmem, kendimi hiçleyip yoketmem gerekmez mi? Varlıkları ve benlikleriyle topyekün “günahkâr” varsayılan eşcinsellerden beklenen bu mudur? Buysa açıkça söyleyelim; bir Aliye Kavaf kadar cesur olmaktan çekinmeyelim, öyle değil mi?

Resimdeki üçüncü yanlış, günah olan birşeyin yanında durmamanın “müslüman demokratlık”la olan ilişkisinin kurulma biçimindedir. İçkiyi günah sayanlar, içilmesine karşı çıkmasalar bile, içme hakkını savunmak gibi özel bir çaba harcamayabilirler. Hatta içkiyi özendirmemek adına birtakım önlemler alınmasını zımni olarak (açıkça değilse bile için için) destekleyebilirler. Demokratlıklarına halel gelmez, zira belli yaşam biçimlerinin kamusal alandan dışlanması karşısında sessiz kalmalarını meşru kılacak bir “günah” kategorisi vardır muhakkak. Bu, eşcinsellere “zulüm uygulayanların” (fiziksel şiddet kastediliyor olsa gerek) karşısında demokrat tavır takınmalarını engellemez elbet. Ama örneğin eşcinselliğin kamusal alanda yaşanabilmesi gibi bir hakkı, cinsiyet değiştirme hakkını, eşcinsellerin bir yastıkta kocayabilecekleri evi seçme hakkını ve hatta evlenme ve çocuk edinme hakkını savunmasalar da olur. Hatta savunmasalar iyi olur, sevap olur. Zira böylesi haklar, fıtrata aykırı oldukları gibi, özendirici bir etki yaratma riskini barındırırlar. Mantık budur.



Başörtü yasağını savunanlarla benzer

Çok tuhaftır ki, başörtüsünü üniversiteden veya öğretmenlik mesleğinden dışlayan zihniyet de benzeri bir mantık zinciri üzerinden temellenmektedir. Başörtüsü karşıtları arasında bunun özel yaşamda kalmasında hiç bir sakınca görmeyenler çoğunluktadır. Laik demokratlar da her tür “zulme” karşı demokrat tavır takınabilir, ama örneğin başörtülü bir öğretmen yetişmesini, genç dimağlar üzerinde özendirici bir etki yaratacağı gerekçesiyle istemezler. Bazıları ise başörtüsü yasağına karşı oldukları halde, kendi laik ilkelerini gerekçe göstererek, başörtülü kadınların üniversiteye girmesi uğruna mücadele vermeyi reddederler. Durum odur ki, tıpkı “müslüman demokratlar” gibi laiklerin de demokratlığı, kendi inançlarının filtresinden geçenlerin yanındadır sadece. Her iki kesim de demokrasi mücadelesi verdiğine yüzde yüz inanır oysa ki.

Tam da bu noktada, Papa Benediktus’un hem islamofob, hem de homofob olmasının altını çizmek anlamlı olacaktır. Eşcinsellerin ve müslümanların kamusal alandan men etme mücadelesi, hristiyan heteroseksüellerle aynı haklara sahip olmalarını engellemekten geçmektedir. Avrupa’da cami minaresi görmek ve ezan sesi duymak ne denli ürkütücü ise, eşcinsellik de katolikler açısından o denli tehlikelidir, zira ikisi de bulaşıcı ve yayılmacıdır. Her ikisi de özendirici olmaktan çıkarılmalıdır. Müslümanlıkla eşcinselliğin mağdur edilme biçiminin kesişmesi bize çok şey anlatabilirdi dolayısıyla, dinlemeye açık olsaydık eğer.



İslamofobi, homofobi ve kaynağı

Buna rağmen belirtmek gerekir ki, eşcinselliğin İslam’a karşı bir “demokratlık testi” olarak kullanılmasına karşı çıkanlar arasında eşcinseller de yer alabilmektedir. Geçen hafta sonu Ankara’ya 5. Homofobi Karşıtı Buluşma’ya gelen bir Judith Butler, örneğin, Batı’da homofobi ve islamofobinin kaynağının aynı zihniyet olduğunu iddia eden çıkışlar yapmış, makaleler yayınlamıştır. Görünen o ki, demokratlığının sınırlarını “günah testi” aracılığıyla belirleyen dindar müslümanların haklarını savunabilecek “günahkârlar” çıkabilmektedir. Radikal farklılıklarla yaşamayı öğrenme konusunda bu “günahkârlar”ın tavrından bir ders çıkarmak nasıl olurdu diye mütevazı bir soru sorsak, günahkâr mı olurduk, totaliter mi diye bir düşünce alıyor insanı ister istemez.

Bu soruyu yine de (içerdiği korkunç risklere rağmen) sormak ve hatta cevaplamak istiyorum. Farklılıklara saygı duyma sınavının, hepimizin hemfikir olacağı bir “zulme karşı durma” noktasında verilmeyeceği bence aşikâr. Farklılık inancımı sarsmıyorsa, “farklılık” olur muydu ki? Zevk ve renk meselelerinden bahsetmiyorsak, radikal farklılıklarla birlikte yaşamaksa sözkonusu olan, benim benliğime büsbütün ters olandır fark, bana teğet geçen değil.



Eşcinselliği özendirmek mi

Kaldı ki, Türkiye kadar homofobik bir toplumda kimsenin eşcinselliği zaten özendirmediği, tam tersine, mümkün olan her fırsatta men ettiği, hatta fiilen yok ettiği herkesin malumudur. Ama “zulüm” burada başlayıp burada bitmez. Eşcinsellere karşı uygulanan ayrımcılık ve aşağılama günlük hayatın kanıksanan bir parçası olagelmiştir. Bu tür ayrımcı pratikler; heteroseksüellere tanınan yasal veya toplumsal haklardan eşcinsellerin mahrum bırakılması yüzünden meşru olmaya devam etmektedir. Ailede, sokakta, işte, okulda ve birçok başka yerde eşcinsellerin karşısına engeller, duvarlar dikilmektedir. Fiziksel şiddet içermeyen bu dışlama pratiklerini “zulümden” saymayacak mıyız? Ama eğer zulmü şiddete indirgeyeceksek, başörtülü bir kadına şiddet uygulamak dışında tüm sıradan ayrımcılık mekanizmalarını da zulüm kategorisinin dışında bırakmamız gerekmeyecek mi, en azından tutarlılık adına? Varsınlar başörtülüler üniversite kapısında bekleşsinler, yeter ki görevliler fiziksel olarak şiddet uygulamasın dememiz gerekmez mi örneğin? Böyle desek neye benzerdik? Bize söylenecek bir çift lafı olmaz mı birilerinin? Bunu sormak da mı totaliterliktir acaba diye içim ürperdi ama sordum yine de... İflah olamıyorum bir türlü anlaşılan.

Eşcinsellerin eşit hak talebini desteklememekle; militarizm, iktidar arzusu, tektipçilik ve ötekileştirme refleksini nasıl da meşru kıldığımız meselesine hiç girmeyeyim isterseniz. Yazı uzayıp gider, Der’lerin ne Ak’ı kalır, ne Mazlum’u....

Bunun yerine, bu yazıyı şöyle sonuçlandırmakla yetineyim: başkaları üzerinde baskı ve şiddet uygulamayan bir yaşam ve benlik biçiminin kamusal alanda varolma mücadelesinde yanında durmayacaksak “birlikte yaşam kurmak” gibi bir ifadeyi de sarfetmiyelim bir zahmet. Kendimizi ve başkalarını oyalamamış oluruz boşuna.

Zira birlikte yaşam alanımız sadece “günah testi”nden geçenlere açık olsaydı eğer, içerisi çok ama çok tenha olurdu gerçekten.

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi

gambetti@boun.edu.tr


Taraf / Zeynep Gambetti

05/25/2010

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.