Social Icons

.

Pages

26 Kasım 2011

Çağımızın politik, hesapsız gezgini: Eduardo Galeano

Bu yazı Yeni Özgür Politika gazetesinin 15 günlük eki olan Politikart ekinde Ulaş Ozan tarafından yazılmıştır.


Ha dünyanın batısını gösteren; içine duygusu, coşkusu, hüznü, acısı, özlemleri, gülüşleri, ağlayışları imbikten süzülürcesine yansımış usta bir fotoğraf sanatçısının objektifinden çıkmış fotoğraflara baktınız ha Kucaklaşmanın Kitabı'nı okudunuz… Kolombiya'nın küçük sahil kasabalarının birinden başlayan yolculuğu; bu sevimli, çılgın, radikal öykücüyü; nice mücadeleci insanları ve onların yaşama tutkularını anlatırken bir masalcının etkileyici sesini çocuk sevinciyle dinliyor gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ona göre öyle insanlar vardır ki nefes almaları bile havayı coşkun alevlere boğması için yeterlidir. İşte Kucaklaşmanın Kitabı bu insanların öyküleriyle örülü. Geçmiş yazılarımın birinde Sait Faik'in Kürtsüz öykücülüğünden söz etmiştim. Galeano ise Latin Amerika'nın pislik askeri diktatörlüklerinin nefes aldırtmadığı "başka Kürtlerin" hikayelerini yazmakla yetinmiyor, onların yaşantılarındaki en küçük bir ayrıntıyı bile büyüleyici bir anlatımla, ince mizahıyla yanı başımızda tablo çiziyormuşçasına canlandırıyor. 
Daha kitabın başında Negualı çiftçinin gökyüzüne tırmanmasına şaşıra durun az sonra İspanyol anarşist bir tuğla işçisinin oğlu Josep ile diyaloğuna ince, hınzır bir gülüşle karşılıyorsunuz. Anarşist işçiye göre Tanrı, yeryüzündeki her yapıya şekil veren tuğla işçilerinden başkası değildi. Josep'e ışıltılı bir gururla, "Biz yarattık dünyayı biz, tuğla işçileri!" deyişinin haklılığına o an tüm kalbinizle inanıyorsunuz. Josep'in babası yetenekli tanrılardan söz ederken bir anda İspanya'nın kötü, büyük Tanrısı Franco'nun ordusunda savaşmış Yüzbaşı Jose Manuel Castanon ünlü şair Cesar Vallejo'nun ellinci ölüm yıldönümündeki bir sergide görüyor, onun bir şiir kitabıyla tanışmasından sonra bu kötü tanrıyı terk edişini mutlulukla okuyorsunuz. Yüzbaşı rastlantı sonucu şairin yasaklı kitaplarından birini alır ve göz gezdirmeye başlar. Derken bir satır daha, biri daha… Sabaha kadar onlarca çarpışmada zafer kazanmış bu kötü tanrının ordusunun kahramanı kitabı elinden bırakmaz. Yenilmişlerin şairi Vallejo'nun şiirlerini döne döne okur ve sabahın ilk ışıklarıyla beraber Franco'nun ordusundan istifa eder. Sonrası sürgün, çatışmalarda kopan sol eli artık İspanya işçileri için zafere kalkacak bir yumruk olacaktı.
Galeano kadar kimse El Salvador iç savaşında, "Hiç bir asker, Allah'ın kanununa zıt bir emre itaat etmek zorunda değildir. Hiç kimse ahlak dışı bir kanuna uymak zorunda değildir." fetvasıyla Oligarklar çetesine karşı insanın en saf duygularıyla barışı hatırlatan rahip Oscar Romero'ya saygı duymadı. Romero'ya duyduğu bu saygıdan olacak ki bu radikal gezgini El Salvador'un bir mahallesinde ölüm mangalarına karşı direnenlerle sohbet ederken buluyorsunuz. El Salvador'un en amansız gerilla kuşatması olan Cinquera saldırısında sağ kurtulan militan Julio aynı zamanda savaş fotoğrafçılığı yapar. Galeano, Julio'yu anlatırken şöyle der: "Elinde bir tüfek vardı, boynunda da tıpkı silahı gibi doldurulmuş, kullanılmaya hazır fotoğraf makinesi asılıydı. Julio tozlu sokakları dolaşarak ikiz erkek kardeşleri arıyordu. Bu ikizler faşist ordunun ortadan kaldırdığı bir köyün son canlılarıydı. Sonunda kiliseye yakın bir yerde ikizlerden biri sırtını duvara dayamış öylece oturuyordu. Diğeri kanlar içinde onun kucağında… Julio, hayatının fotoğrafını çekmek üzereydi, ama parmağı buna yanaşmadı, defalarca denemesine rağmen başaramadı. Julio deklanşöre basmadan makineyi oraya indirip sessizce oradan uzaklaştı."
Yüreği avucunda gerillaların hikayelerinin sonrasında Galeano ile birlikte Paraguaylı misyonerlerin en etkili propagandalarına "Sözleriniz sadece kaşınmayan yerlerimi kaşıyor." diyen Kızılderili reisi, Perulu büyücü kadınların gül fallarını, ona iki ay sonra Şili Jose Carrasco ödülü alacağını bildiren bilici Perulu kadın… (Jose Carrasco Şili'de Analisis dergisinde çalışan bir gazetecidir. Pinochet'in ölüm köpekleri onu Santiago eteklerindeki bir duvarın dibinde 1986 yılının bir bahar gününde kafasına ön dört mermi sıkarak öldürürler. Bu ölüm, Carrasco'yu Şili halkı nezdinde bir evliya, öldürüldüğü yeri de türbe yapar. Musa Anter'e içimizden ılık bir rüzgarla birlikte selam olsun...) Galeano'nun iki yıl sonra bu evliya adına aldığı ödülü Perulu bir kadın kendisine iki ay öncesinden müjdeler. Şili demişken Galeano Neruda'nın evlerine sizi konuk etmeden bırakmıyor. Yalnız Neruda'nın iki evine yaptığı ziyarette de bu, insanlığın kalbinin bir diktatörün kahrından öldüğü hep aklındadır. Sadece iki kelime eder: "Orospu Çocuğu…"
2011 yılının Nisan ayında Meksiko City'de yaptığı bir konuşmada Galeano, "Mexico City, cinsel çeşitlilikten bugünlerde çoktan kaybolmuş gibi görünen nefes alma hakkına kadar uzanan geniş ölçekli bir insan hakları savunusuna dönük kavganın ön cephesindedir." övgüsünü yapar Zapata'nın torunlarına. Kucaklaşmanın Kitabı'nda, Gerçeğe Övgü öyküsünde Meksikalı Susana'nın maço, yaşlı bir herifle evliliğinin ilk gecesinde yaşadığı trajediyi anlatır. Susana'nın bakire olmadığını anlayan kocası henüz gerdek gecesinin ilk dakikalarında onu terk eder, şehrin en izbe barlarında bunu tüm dostlarına bağıra çağıra anlatır. Dostları, Susana'nın bakire olmayışının "bir hak gaspı olarak" görmedikleri konusunda ısrar etseler de herifi ikna edemezler. Sonunda bu maço kovboyu bir başına bırakırlar, gün ışırken Susana'nın kapısında pişman olmuş bir maço ve arkasında koca bir kasaba alayı çiçeklerle özür için seremoni yapmaktadır.
Galeano'suz Küba düşünmek herhalde Çehov'suz öykü düşünmek gibi bir şey! Cam yediği için komünist parti saflarından atılmış, üyelik kartı elinden alınmış bir adamla karşılaşır. Belki bu gezilerinde yaptığı en felsefi tartışma bu olacaktı: "Marksizm cam yemeyi yasaklar mı?" Bu arada Kübalı bu gariban sosyalistin açlıktan ötürü yediği tek cam bir arkadaşının gözlük camıdır. Havana meydanının ortasında bir otobüs sürücüsünün dondurma yiyen işveli kadına yaptığı sıra dışı evlilik teklifi ise otobüs yolcuları tarafından adeta devrim coşkusuyla kutlanmıştır. Galeano bu olayın tanığı, biz okurların da ressamıdır. Sözcüklerle hemen ötemizdeki sokakta düğün varmışçasına enfes bir yağlı boya çalışmıştır adeta...
1980'ler Türk askeri diktatörlüğünü özellikle Diyarbakır cezaevi uygulamalarından olsa gerek zaman zaman Saygon rejimine, kimi zaman Evin rejimlerine benzetenlerimiz olmuştur. Bana göre hiçbir yere benzemeyen, aynı zamanda her faşist devletin hapislerine benzeyen bu zulüm cenderesinin gestapo Esat ve görevli haydutlarına rahmet okutan bir diğer hapishaneyi Galeano sayesinde öğreniyoruz. Askeri diktatörlük zamanlarındaki Uruguay'daki "Özgürlük" Hapishanesi... Devrimci tutsakların çizdikleri resimlerde kadınla erkeği aynı karede göstermesi işkence gerekçesiymiş. Çiçekli havlu kullanırken yakalanan tutuklu hücre cezasına çarpılır, saçlar sıfıra vurulmasına rağmen dağınık saçla yemekhaneye giren biri yer yalama, orduya ait bir köpekle dost olan bir kimseyle, sadece ışığın geçebildiği kapı altından kafa uzatan biri de milli marş söyletme cezası alırmış.
Futbolu solcuların aksine bir kardeşlik masalı, müziği, dansı, gezmeyi, yazmayı, isyan etmeyi, insana vicdan olmayı ise insanın kalbine giden yolun zarif etkinlikleri olarak görür. Gönlü yüce Latin Amerikalı Kürt'ün yazdıklarına aşık olmak ona benzemektir de bir anlamda. Galeano'ları Kürdistan'da görebilirsek onun dediği gibi "Artık hiç kimse bize yalan söylemeyecek".

12 Kasım 2011

Türkleştirme aşkının 1993 yılındaki Dêrsimli Uğur Kaymazları

12 KASIM 2011 CUMARTESI

Bu yazı Ulaş Ozan tarafından yazılmıştır. Yeni Özgür Politika gazetesinin Politikart ekinin 77.sayısında yayınlanmıştır. 
"Aynı vadide tam elli beş yıl önce Türk ordusunun o kahredici gücü aynı tepeleri zapt etmiş, aynı kararlılık ve aynı amaçlarla bombalamış, onlarca insanın ölümüne sebep olmuştu. Yağmur ve kar altındaki bu kuşatmada köyün dört bir yanından rastgele ateşler açılıyor, evler havan mermileriyle dövülüyor, bombaatarlarla taranıyordu sokaklar, harman yeri ve az aşağıdaki boş tarlada oynayan çocuklar…"

Dêrsim'de 1990'lı yıllara ait savaş suçları sıralansa ilk sırayı, ancak Borges'in hikayelerinde rastlayacağımız, Türk ordusunda görevli bir subayın 93 kışında işlediği iki cinayet alır. Ordunun bu yıllarda görevli subaylarından her biri karanlık dosyaların içinden fırlamış "Patlak Surat, Şişkin Göz, Koca Kulak" gibi lakaplarla anılan Bataklık Melekleri Çetesi'nin üyesi gibi…   
Yüzyıldır bölgede savaş görevi dışında "soylu duygularla" "rastgele doğan Kürt çocuklara" Türklük öğretmek de olan subaylardan Şenol Yüzbaşı (1993 yılında Ovacık İlçe Jandarma Komutanı, yöre halkı binbaşı olarak bilir. Yüzbaşı olduğunu düşünüyorum) aynı yılın aralık ayının başında Çemberlitaş köyü Pojvenk [1] mezrasında yüzlerce askeriyle bir operasyona çıkar. Savaş kapasitelerini deneye çeviren manyak subayların savaşçı yeteneklerini sınama alanı olarak gördükleri bir yerdi de Dêrsim. III. Petro'nun öldürülmesinden sonra yeni Çar olduğunu iddia eden Yamelyan Pugacev'in gaspçı özellikleri de bu yüzbaşının sırtında taşıdığı çantaya yerleşmişti adeta… Belki Pugacev ile amaçları farklıydı, ama bu yörede görev yapan subayların birçoğu bir 10 Kasım günü vefat eden malum Ata'larının hala kendi benliklerinde yaşadığını iddia eder. Son derece "modern" saiklerle eğitilen Türk subaylarının bu metafizik inanışları da bir başka garip çelişki... Onlara göre Ata ölmemişti, her genç subayın ruhunda, kişiliğinde; bir deneyci, deney satıcısı, ıslah edici, eğitici, Türklük aşılayıcısı, gazap verici özellikleriyle yaşıyor, yaşayacaktı.
Bir aralık günü Şenol Yüzbaşı'nın, "gazap verici" askerleri için Pojvenk köylülerinin evlerini konaklama amacıyla işgal girişimi köylülerin sert direnişiyle karşılaşır. Otoritesini anında konuşturarak köylüleri harman yerine toplar, soğuğa aldırmadan bu esmer gülüşlülere unutamayacakları bir ders vermek ister. Uzun bacakları üstüne tutturduğu gövdesine eşlik eden sarı yüzünü ekşiterek, kaşlarını Ata'sından miras çeviklikle çatarak "Niçin Türk'üz, neden Türk olmalıyız, kardeş olmanın gereği nedir, neden evlerinin kapılarını peygamber ocağının bu masum neferlerine açmadıklarına dair" tok sesiyle nutuk çeker. Arada genç bir kadının yaptığı itirazı da hakaret algılayıp kadını dipçikletmeye başlar. Az önce soğuktan ve korkudan yüzleri çiçek moruna dönen köylüler bu uygulamaya taşlarla karşılık verirler. Bu karşılıklı öfkeden köylülerin zararlı çıkacağını düşünen hamile, genç bir gelin, Şenol subayın ayaklarına kapanarak af diler. Yüzbaşı, merhamete gelmesine rağmen gözüne on üç yaşlarında biri kız biri erkek iki çocuğu kestirir ve olayları onların kışkırttığını düşünür. (Yıldıray Oğur ve Taraf çetesinden biri bu olayı izliyor olsaydı muhtemelen köylülerin birkaç taş eylemiyle dipçikli, silahlı, hava destekli askerlerin gücünü eşitleyecekti. O anda orada olmamaları büyük şans!) Yüzbaşıya göre olayların failleri PKK milisi Mehmet'in on üç yaşındaki  kızı Nuray ve yine ailecek PKK militanlarına yardım ettiğini düşündüğü Hasan Amca'nın on bir çocuğundan Halil… Bu iki çocuğun gözlerinin içine bakarak daha "şatafatlı bir günde" köyü ziyaret edeceğini söyler. Hem Nuray'ın suçu sadece babasının milisliği değildi; Nuray'ın çocuk kalbiyle sevdiği amcası Ahmet de TKP/ML TİKKO militanıydı. Bunu da anımsatmıştı…
Şenol Yüzbaşı günlerce istihbarat yapar, keşif timleri çıkarır. Sonunda Pojvenk köyü civarında bir grup gerillanın faaliyet yürüttüğünün bilgisini edinir. Tüm hazırlıklarını yapar, 13 Aralık gecesi onlarca komando birliğinin de takviyesiyle sabaha doğru vadi tabanında kurulmuş, birkaç evde onlarca insanın yaşadığı mezrayı kuşatmaya aldırtır. Kendisi de operasyonun aktif kumanda ekibindedir. Oysa TİKKO militanlarının bulunduğu ev tespit edilmiştir. Aynı vadide tam elli beş yıl önce Türk ordusunun o kahredici gücü aynı tepeleri zapt etmiş, aynı kararlılık ve aynı amaçlarla bombalamış, onlarca insanın ölümüne sebep olmuştu. Yağmur ve kar altındaki bu kuşatmada köyün dört bir yanından rastgele ateşler açılıyor, evler havan mermileriyle dövülüyor, bombaatarlarla taranıyordu sokaklar, harman yeri ve az aşağıdaki boş tarlada oynayan çocuklar… İlk saldırıda dört militan yaşamını yitirir, biri yaralı, diğer ikisi de sağ olarak kaçmayı başarır. Sağ kaçanlardan biri Nuray'ın amcasıdır. Ama bu "kahredici" sonuç yüzbaşıyı tatmin etmez. Tarlada oynayan çocukların üstüne MG3 ile ateş talimatı verir.
Halil oracıkta bacağına saplanan iki mermiyle yığılıp kalır. Tüm çocuklar olduğu yerde donakalır. Bir önceki operasyonda gözüne kestirdiği PKK milisinin evinin çevresinde iki karartı görür. Oraya da ateş ettirir, Nezir (Halil'in abisi) kurtulur. Ama Nuray, az sonra Nezir'e dönüp "Aha, Nezir şuracığımda bir ısı var" der göğsünü işaret ederek. Nezir, kardeşinin başından geçenlerden habersiz Nuray'ı taşır doktora götürmek için ama nafile… Şenol Yüzbaşı, Nuray'ı tanımıştır, babasını da öğrenmiştir, amcasını da… Saatlerce doktor müdahalesi için izin verilmez. Nuray, bir Türk subayının "gazap verici" gücünün denendiği bu çatışmada yaşamını yitirir. Sabah saat sekizde başlayan çatışma, akşam saat dörtte ikisi çocuk 6 insanın yaşamını yitirmesiyle biter. Geride devlete öfkesi her geçen gün artan babalar, kardeşler, anneler, komşular kalır. Hepsi çaresizliğin en acımasız biçimiyle yaşadılar.
Bu olay resmi kayıtlara terör zayiatı diye geçirilmiştir. Savcısı, kaymakamı, doktoru, yargıcı, subayı böyle istemiştir. Sonrasında köylülerin zorlamasıyla avukatların girişimiyle adli tıp raporları çıkarılıp, çocukların asker kurşunlarıyla öldürüldüğü tespit edilmesine rağmen AİHM nezdinde 90'lar ikliminde korkudan hiçbir girişimde bulunulmamıştır. Türkleştirme aşkıyla 1993 yılında hunharca katledilen Dêrsim'in bu Uğur Kaymazları, Nuray ve Halil'in ailelerinin durumunu dramatize etmeyeceğim. Çatışma travması bir Kürt'ü nasıl vuruyorsa aileleri de öyle vurmuştur…
Halil Laço: Kimlik adı Namık Kemal Laço, ilköğretim öğrencisiydi. Hala on üç yaşında…
Nuray Laço'nun amcası Ahmet Laço, daha sonra bir çatışmada yaşamını yitirdi… Nuray hala on üç yaşında…

[1] Pojvenk: Ermenice bir köy adıdır. Çatışmadan sonra adı Öğütlü olarak devşirildi. (Öğüt vermekten Öğütlü)

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.