Avrupa’da
modern ulus öncesi monarkların hakim olduğu mülkiyetler üzerinde mutlakiyetçi
devletler vardı. Tarihsel olarak bu tip patrimonyal devletlerin (yönetimi babadan oğula geçen) dönüşümü
oldukça çetin savaşlarla gerçekleşti. Toprak ve teolojik temelli devlet ( hem babadan oğula geçen hem de egemen
monarşik organın Tanrının bir parçası olması) artık
imparatorun/padişahın/kralın ilahi varlığının yerine toprak-nüfus temelli ideal bir aygıta dönüştü. Yani, sınırları olan bir toprak parçası “aşkın”
diye idealize edilen bir ulusun hem uzantısı hem de olmazsa olmazı
oluyordu. Baba-oğul belirleyiciliği,
yerini ulusal yönetim sistemlerine; tebaa, yerini disiplinize olmuş yurttaşlara bıraktı. Nüfus “sivil
yurttaş”a evirilirken edilgen kul da etken yurttaşa dönüşüyordu. Böylece modern
uluslaşmanın bir sonucu olarak ulus devletle tanışan Batı’da toprak ve pazar savaşları başladı. Bu,
zaten kaçınılmazdı. Patrimonyal kişiliğin egemen olduğu geniş coğrafyalarda özgür derebeyleri,
ekonomik, sosyal ve siyasal alt üst oluşlardan sonra ayaklanıp kendi
devletlerini kurdular, sonra bu devletlerin sınırlarını genişlettiler. Eskinin imparatorluk
kavramı da böylece çok uluslu emperyalist merkeze dönüştü. 19.yüzyıl boyunca devam eden bu uluslaşma
süreci sonraki yüzyılda da devam etti. Sömürgeler ve yarı sömürgelerde
halk/ulus olduğunun bilincine varan topluluklar da genelde sosyalist öğretilerle
kendi kaba ulus devletlerini kuruyorlardı
. Tüm bu gelişmelere, evrimsel/devrimsel dönüşümlere
rağmen insanoğlu bugün hala “ulus” olmaktan kaynaklanan sancıların yarattığı
derin bunalımları aşamamaktadır, ama diktatörlük ulusları ama egemen uluslar ama
gelişmiş uluslar… Belki de son 2 yüzyılın en şansız halklarından biri hatta en
şansızı Kürtler… Belluciler ve Tamilleri
de bu kategoriye alabiliriz.
Bir parça toprağı çeperleyerek ilk sınırı
oluşturan insan, surlardan tutalım tel
örgülere ondan utanç duvarlarına kadar birçok sınır biçimi yarattı ama
ulusların, halkların ekonomik, sosyal, kültürel etkileşimlerinin önüne
geçemedi. Tarihin en şansız halkı ise
geç uluslaşmanın tüm bedellerini en ağır biçimiyle ödedi, hala ödüyor. Modernleşme dönemindeki Osmanlıya karşı
başlatılan köylü ve aşiret Kürt ayaklanmaları her keresinde başarısızlığa
uğruyordu. Genç cumhuriyetin ilk dönemlerindeki din-toprak talepli Kürt
isyanları ise hem mezhepsel hem de ulus içi farklı kültürel kimliklerin etkisiyle
Atatürk ve kadrosu tarafından “kahrediliyordu.” Bu kadro cumhuriyetçiliği Kürtlere
ve azınlıklara dünyayı dar ettikçe yükseliyor, uluslararası statü kazanıyor,
kendisini de modern Türk ulusu tanımıyla idealize ediyordu. İçeride de Kemalizmin bürokratik oligarşisi
yerleşiyor, siyaseten de diktatörlüğü
pekişiyordu. (Kürt milliyetçiliği bu dönemde filizlenmesine rağmen modern bir kavram
değildi, aşiret, din, köylü karakteri yüzünden modern devletin araçları
karşısında yeniliyordu. Bu gerekçeyle
PKK, ortaya çıktığı ilk dönemlerde “modern milliyetçiliğin karşıtı olan ilkel
Kürt milliyetçiliği kavramını kullandı. “İlkel” terimi burada ilericiliğin ya
da gericiliğin muadili değil, modern teriminin karşıtı olarak değer
kazandı. Qazi Muhammed’in ve Baba
Barzani’nin hedefleri sayesinde Kürt milliyetçiliği de ilkel karakterinden sıyrılıp modern karaktere evrildi ki bugün Güney Kürdistan’ın onarılmaz acılarla elde
ettiği ulusal statü bunun en bariz örneği)
PKK ise sömürge ulusu olarak tanımladığı Kürtleri 1970’li yıllarda
başlattığı mücadeleyle Stalin’in “ulusların
doğuşu devrimcidir ve devim modernleşme demektir.” diskuruyla ulusal
kurtuluşu hedefledi. Fakat yıllar geçtikçe Türk devlet sisteminin küresel
kapitalist sisteme giderek eklemlenmesiyle PKK açısından kaba ulusal kurtuluşçu
hedefleri gerçekleştirmek neredeyse imkânsız hale geliyordu. Sık sık “devrimci durum” okumalarıyla süreci
yeniden gözden geçiren Öcalan ve PKK, 1995’ten sonra önce Stalinci
epistomolojiyi sonra da ulus devlet hedefini terk ederek “demokratik ulus” hedefini teorize ve pratikleştirmeye koyuldu. Bu,
Kürtlerin “egemenlik” haklarından
vazgeçeceği anlamına gelmiyordu. Bir yandan
küreselleşme içerisinde eriyecek ulus devletlerin birkaç açıdan zayıflayacağını
hesap ediyor diğer yandan da sömürgeci devletlere eşit koşullarda bir arada ve
devletsiz ama statülü yaşamayı teklif ediyordu. Nihayet Suriye ulus devletinin
küresel koşulların da dayatmasıyla parçalanmaya doğru gitmesiyle Rojava’da
demokratik ulus devriminin temelleri atıldı. 19 Temmuz Rojava Devrimi hem bir fırsatlar devrimidir hem de PKK ve Öcalan’ın on yıldır teorize ettiği “demokratik
uluslaşmanın” ilk basamağıdır. Kuzey Kürdistan’daki Türk sistemini zorlayan ama
şimdiden yerel yönetimlerde ağırlığını hissettiren, Demokratik Toplum
Kongresiyle de siyasi zemine oturtulan şeyin adı da “demokratik uluslaşmadır.”
Demokratik
uluslaşma nedir?
Demokratik ulus, toplumsal sorunların devlet yapılanmasıyla
değil, toplumun öz örgütlülükleriyle çözümünü esas alır. (Bölgesel
ve küresel savaşların olmadığı dönemlerde bir ulusun kültürel, ekonomik, siyasi
özgürlüklerini kısmen alması anlamı taşır. İç
savaş dışındaki bölgesel savaşlarda devletleşme eğilimi siyasi ve askeri gücün
başarısına bağlıdır. Nihayet tüm modern ulus devletler böyle kuruldu, inşa
edildi)
Öcalan en yalın
haliyle şöyle tanımlar: ““Ulusu pazar etrafında
örgütlenen bir birlik ve toplumsal form olarak görmek yanılgıdır. Bu tanımlama
burjuvazinin kendini ve ulus devleti meşrulaştırmasıdır. Ne yazık ki
sosyalistler de bu tezi esas almışlardır. Halbuki etnisite tarihin en özgür ve
canlı birimleridir. Eğer uluslaşma etnisitenin, halkların,
bireylerin birbirleriyle sıkı ilişki ve ortak çıkarlar etrafında
örgütlenmesiyse, toplumun konfederal biçimde genişliğine ve derinliğine tümüyle
örgütlenmesi o toplumu demokratik ulus haline getirir. Uluslaşma bu biçimiyle
daha kapsamlı ve yoğun hale gelmiş olur. Demokrasiyi, eşitliği, adalet ve
imkanlarını paylaşan demokratik ulus haline gelinir.”
Tüm bu iddialar “Ulusun devlet hakkı saklıdır.” prensibiyle okunursa sanırım Kürt uluslaşmasının
geldiği düzey şu şekilde okunabilir: Kürtler, devletleşme hakkından vazgeçme
yerine Türk devletinin gasp ettiği Kürtlerin tarihsel haklarını tanımasını ve
Türk ulus devletinin bürokratik, askeri, siyasi egemenliğinin Kürdistan’da zayıflatılmasını
isteyerek TC’yi yeni bir politik sisteme
zorluyorlardır. Bu, gerçekleşirse ayrı devlet konvansiyonuna gerek kalmaz, ama
gerçekleşmemesi durumunda artık modern ulus bilinciyle donanmış Kürtler için de
güçlü devlete sahip Türkler için de kanlı bir serüven daha uzun bir dönemde
bizi bekliyordur.
1 yorum:
zorunlu olduğu için askere giden ve çatışmalarda ölen 20 yaşındaki çocukların ailelerine demokratik ulusu, ezilen ulusların özgürlüğünü, self-determinizmi, pkk'nin meşruluğunu nasıl anlatacağız?
Yorum Gönder