Oblomov: İvan Gonçarov'un yarattığı bir tip. Yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, taşralı Rus aritokratının çocuğudur. Çiftliği vardır, köleleri vardır, ama kendisi bütün köklerinden kopmuş derebeyleri gibi onları bir kayhaya bırakıp büyük şehre, devlet kapısına sığınmıştır. Gonçarov'un, Oblomovkya diye canlandırdığı çiftlik ise eski Rusya'nın kendisidir. Bu çiftliği Oblomov rüyasında görür. Oblomovkya köyünde ekmeğini kendi kazanan insanlar arasında artık yalnız bir derebeyi oğlunun eskisidir. Çocukluktan bu gerçeğe iyi hazırlanmamış olan Oblomov, giderek yalnızlaşır ve içine kapanır. Sonunda toplum tarafından taşınamayan bir insan ve kendi sırtına yük olur.
Toplumsal bir zorunluluğun Oblomov’u kuşattığı bu durumu rastgele bir tembellikle açıklamak doğru olmaz. Tembel insan, işten kaçan ve işsizlikte huzuru bulan, tüm ruhsal çatışmalarını içine atan bir tiptir. Oblomov ise hiçbir zaman işe giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir tiptir. Romanın başında yardımcısı Zahar ile diyalogları bunu gösterir.
“Düşünce Oblomov’un çehresinde serseri bir kuş gibi dolaşıyor, gözlerinden şöyle bir gelip geçiyor, yarı açık dudaklarında biraz duraklıyor, alnının kıvrımlarında saklanıyor, sonra iyice silinip gidiyordu. O zaman bütün çehreyi kayıtsızlığın tek bir ışığı kaplıyordu. Sonra bu kayıtsızlık bütün vücuduna geçiyor, hırkasının kıvrımlarına yayılıyordu.” Yazarın sözünü ettiği hırka da eskiden kalma ve Oblomov’un en değerli eşyasıdır. Bu hırka, eski Rusya’dan kalma. Toplumda gelişen yeni sınıfsal dinamikler karşısında hiçbir rolü kalmayan taşralı Rus aristokratlar, Rusya’ya yeni giren endüstrinin yarattığı çalışma koşullarına ayak uyduramıyorlardı. Atalarının çok eskiden zorbalıkla, hileyle ve cebren ile kazandıkları toprak ve değerlere hiç bir şey ekleyemiyorlardı. Oblomov, tüm bu karmaşa ve gelişim, değişimin gebeliği sonucu toplumun kollarında kalmış bir sosyal bir piçtir. Yeni hayatın artık revaçta olan karakteri Ştolts’tur. Oblomov’un sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğinin yanında epey kuru kalan Ştolts, derebeyi hatta Rus bile değildir. Rusya’yı Avrupalılaştırmak isteyen sonradan görmelerin temsilcisidir. Oblomov ölüm tembelliğine yaklaştıkça Ştolst zenginleşir, hayat bulur ve küçük eğlencelerin, partilerin mutlu ettiği yavan bir tipe dönüşür. (Burada parantez açmakta fayda vardır, bizim Batılılaşma maceramızda da böyle bir travma var, cumhuriyet sonrası ülkenin temel sorununun Batılılaşma ile Doğulu kalma arasındaki temel çelişirlikler, kökleri Tanzimat’a dayanmasına rağmen Cumhuriyetle birlikte bu ucube seçkinciliği şaha kaldırmıştır. Dönem aydınlarımızın bir kısmına göre; Arap alfabesi kullandığımız için, kadınlarımız kapalı giyindiği için, burjuva yaşantılar az olduğu için geri kalmışız ve tüm bunları yerine getirirsek kalkınırız Ata’mızın gösterdiği yolda hiç durmadan ilerleriz. Bizdeki Ştolstlar çalışkandır, milliyetçidir, Batılıdır, Ştolstlar sayesinde çağdaş uygarlığı yakalarız, yüzyıldır bu hayalle yaşadık. Yeni dönem yüzyıllık hayaletimiz de Batı’nın ilmini al kültürünü alma üzerine şekilleniyor ki bu felsefenin de kökleri de en az Ştolts’unkiler kadar tehlikelidir. Bunlar ise Batılı gibi çalışır, Batılı gibi zenginleşir ve onlar gibi tüm ilmi bilmi sermayenin hizmetine sokar, ama işte içlerinde milli ve dinsel kaygılar vardır…Neyse işin bu tarafı derin bir siyaset teorisi, ben yine de Oblomov’a döneyim.)
Rusya’nın o dönem hümanizma ya da derin estetiğine değil, zenginliğe ve iktisada ihtiyacı vardır, bunu da ancak Ştolts gibiler başarır. Gonçarov da bu iki karşıt durumda yeni ve zengin olandan taraftır. Oblomov’a hem çok acır hem de hiç acımaz… Kardeş gibi büyüyen bir iki çocukluk arkadaşı hiçbir zaman anlaşamazlar, biri hırka giyse diğeri redingot giyer.
Lenin der ki; “Rusya, üç büyük devrim geçirdi. Yine de Oblomovlar kaldı. Oblomovlar yalnız, köylüler, derebeyleri, aydınlar arasında değil işçiler ve komünistler arasında vardır.” Bence Lenin Stalin ve ekibini işaret etmiştir. Lenin, “ Bu Oblomovları adam etmek için onları yıkamak, temizlemek, sarsmak hatta bazen dövmek gerekir.”der. Sanırım Lenin büyük öngörüsüyle bugünkü ordu ve darbe ekonomileriyle devletçilik denen illeti geleceğin ideolojisi sayan, bilumum general, siyasetçi, rektör, gazetecilerden oluşan Ergenkon zevatını göstermiştir. Ştoltslar ise AKP’nin her gecekonduyu andıran mahallelerin ortasına tümüyle görgüsüzlük giyinmiş plazalar dikenler, her türlü lüksü İslami ticaret sonucu kazanılmış helal emek diye nitelendiren görgüsüzler… Tabii, Türk Ştoltsların siyaset ve demokrasi konusunda general önderlikli Oblomovlara karşı oldukça ilerici olduklarını söyleyebilirim. Türk Oblomovlar hem şaşkın hem de hilecidir.
Romanı sizin için eleştiri konusu yapacağımı beklediniz ama yanıldınız, hemen gidip İşbankası Yayınlarından bir adet alın ve alın içinizdeki Oblomov’u keşfedin…
26 Şubat 2010
21 Şubat 2010
Derin Bir Entelektüel; Hilmi Yavuz
“Türkiye’nin Zihin Tarihi” adlı yapıtında Hilmi Yavuz şöyle der; “Sabri Ülgener dışında pek az aydınımız Osmanlı’nın zihin tarihiyle ilgilenmiştir. Belki biraz Fuat Köprülü, biraz da Şerif Mardin…Zihin tarihi, aynı zamanda medeniyet tarihidir. Ve Zihniyet tarihi hiç şüphe yok ki sadece resmi arşiv belgelerine dayanılarak yazılan tarih olamaz.” Yerden göğe kadar haklıdır. Neden mi haklı? İnceleyelim. Belki kiminiz itiraz edecektir; "Hilmi Yavuz, Zaman Gazetesinde yazıyor," bilindik ulusalcı zırvalarla onu da Gülen cemaatinin biricik üyesi, ABD ve İngilizlerin satılmış adamı diye… Ben böyle olsa bile bu adamı yerden göğe kadar haklı buluyorum. Ayrıca Cumhuriyet gazetesinde daha uzun dönem çalışmış, yazdığı şiir, öykü incelemeleriyle, eleştirileriyle edebiyatseverlerin ufkunu epey açmıştır kanısındayım.
Sözünü ettiğim kitabın ilk bölümünde sanat kaynaklarının hangi türden olursa olsun zihniyet dünyasına ve tarihine büyük katkısı olduğunu savunmuştur. Daha doğrusu Ülgener’in bu görüşünü geliştirmiştir. Bu tespitten ben, Althusser’in ideolojik kuşatıcılık belirlemesini çıkarıyorum ki kitabın ilerleyen bölümlerinde bol bol alıntı yapmıştır yazar. Olayın özü şu: Hani denir ya, sanat dediğiniz şey sanat için yapılır, -izmlerden bağımsız olmalı diye, oysa her bir zihinsel etkinliğin, düşünüş tarzının –izmsiz olamayacağı ortada. Her sanatsal etkinlik bir sistemin, bir zihniyetin araçsallaştırılmış halidir. Gramsci, buna ideolojik hegemonya der, bir başka deyişle egemen sistem, farkında olmayanları türlü türlü sanatsal ve sosyal pompalamarla ikna edip, egemen zihniyetin bir nesnesi haline getirme işi der. Bu bölümde Hilmi Yavuz, Osmanlının resmi bilgi-kabul dışında yeterince tanınmadığını söyler. Yavuz’a göre Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Osmanlı kültürü doğayı da insanın hizmetine sokmak isteyen batılı aydınlanmanın taşıdığı amaçları da taşımaz. Osmanlı kültürü, dünyanın ve doğanın kendisiyle değil onun insan gönlüne aks eden işaretlerinden estetik bilgisini oluşturmuştur. Haliyle dünyadaki ve doğadaki her çatışma, temaşa sadece onu kavramamıza yardımcı olur. Aslolan doğanın ve dünyanın öznel yorumudur. Yani Osmanlı kültürü, bilgi ve bilgi teknolojileri üstüne değil, anlam olayı üzerine inşa olmuştur. Anlam, bilgi ve maddeden önce gelir. Pragmatik açıdan bakıldığında Osmanlının Batı uygarlığı karşısında yenilmesi buna bağlanabilir ama tartışılan şey bu değildir, amaçlanandır.
Yavuz, Osmanlı üretim tüketimi üzerine de çarpıcı ve ikna edici şeyler söylemektedir. Weber’in temel sınıfsal tabakalaşma dışındaki statü tabaklaşması ve ara sınıflaşma üzerindeki tezlerinden yararlanmıştır. Ona göre, Osmanlı toplumunda siyasal egemenliği elinde tutan yönetici tabaka (askeriye ve bürokrasi) özel mülkiyetten yoksun olduğu için sınıf yapısı içinde ayrışmış bir statü tabakası değil, sınıf yapısının dışında bağımsız bir tabaka oluşmuştur ve bunun da adı tüketim tabakasıdır. (Batıda yöneticilerin, merkezi yöneticiler dışındaki yöneticilerin de toprağı ve mülkleri vardı, Osmanlıda tüm mülkler şe’ri hukuka göre Allah’ın ve onun yeryüzündeki gölgesi olan padişaha aittir. Haliyle yöneticilerin, Allah, devlet ve padişaha ait olan bu mülkler üzerinde herhangi bir hakkı yoktu ama “Ekinde yok, biçende yok-Yemede ortak Osmanlı” dedikleri bu olsa gerek. Üretici bir sınıf mevcut ama üretim alanları üzerindeki tüketici asalak tabaka da mevcut. Ayanlara verilen haklar son dönem haklarıdır, bu tezlerin dışında tutulmuştur.)
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Osmanlı barışı ve hukuku alanında da son derece çarpıcı değerlendirmeler mevcut. Sözgelimi; Osmanlı sosyal hayatını düzenleyen kurallar sadece Kuran hukuku değildir, seküler kurallar da toplum hayatını düzenlemede önemli rol oynamıştır. Osmanlı hukuku, biri dinsel, öteki örfi veya padişahi gibi iki hukuk sistemi üzerine inşa edilmiştir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde 1517 yılındaki Yavuz’un Mısır seferinden sonra Osmanlı padişahlarının “halife” unvanını kullandıkları bilgisinin temelinin olmadığını, koca bir yalan olduğunu öğrendim. Bu ideolojik dayatma ya da ulusal efsaneyi ortaya atan herif bir Fransız ve 1788 tarihinde söylemiştir. Daha sonra, 1885 yılında Namık Kemal, “Evrak-ı Perişan” adlı eserinde bu iddiayı tekrarlamış ve günümüze kadar Kemalist zihin operasyoncuları tarafından gelmiştir. Halifeliğin Yavuz’a devri konusunda ne bir belge ne de bir kayıt mevcutmuş. Üstelik halifelik ne iktisap edilebilir bir şeydir ne de devredilecek bir kurumdur. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler için kitabın kendisini okumanızı öneririm. Çarpıcı öyküler mevcut.
Osmanlıda felsefe var mıydı yok muydu sorunu da tartışılmış, şiir v.b metinlerde pozitv dünya ile bağıntılar kurmak suretiyle bir düşünce sistematiği oluştuğu iddia edilmiştir. Günümüzde, "işte hükümet felsefe kitapları içine “hikmet” denilen kavramı koymuş da şeriat gelecekmiş" de türünden yaygaralar için söylenecek tek şey, “hikemiyat” kavramının metafizik dünyayı anlama, yorumlama işi olduğu gerçeğidir… Tek felsefe materyalizm değildir, haliyle materyalist bir bakış açısı Osmanlıda var mıydı yok muydu tartışması çok saçma, zaten materyalist felsefe, öncülü olan metafizik egemen felsefeye karşı geliştirilmiştir, onun bağrından çıkmıştır. Ünlü divan şairleri Baki ve Nedim’in şiirlerine sinmiş dünyevi hayat, sekülar hayat unsurlarının ben o dönem felsefesi içine sinmiş materyalist unsurlar olarak değerlendiriyorum. Hilmi Yavuz, belki mütevazı davranmıştır ama Şeyhi'nin “Harname”si de güzel bir örnek olabilir. Batıdaki çatışmacı zihin, sistemli düşünceler doğurmuştur, oysa Doğuda durum böyle değildir. Sanatlı söyleşinin içine hikmet bilgisi sızmıştır ve bu ciddi bir felsefedir. (Bu, benim iddiam)
Nice kim bu zamâne-i nâ-sâz
Câhile nâz vire ehle niyâ
Ne kadar kim cihân-ı bî-ihlâs
Ârifi hâric ide âmiyi hâs
Ol şehün işi izz ü nâz olsun
Düşmeninün gam ü niyaz olsun
(Bâtıl isteyü hakdan ayrıldım boynuz umdum kulaktan ayrıldım. (Bizim eşek zırladı vor vor; ve: istedim hakkım olmayan bir muz, kulaktan oldum takacakken bir çift boynuz, diyerek anırdı uzun uzun...) Temel düşünce bu...
Osmanlı aydınlanması da Şinasi’nin “Münacat”ındaki gibidir. Siyasal arka plandan yoksun ama felsefi arka planı pozitivizm… Aklı ve vahiyi çatıştırma değil, aklı ve vahiyi değişik alanlarda kullanma eğilimi olarak anlaşılabilir. Foucault’ın modern toplum, tespitleri göz önüne alındığında, tüm toplumsal alanları kışlavari bir proje haline getirme hedefi dikkate alındığında; Osmanlı aydınlanmacı değildi deyip küçümsemek haksızlık olur düşüncesindeyim. "Modern toplum, bir sözleşmeler, dengeler toplumu değil baskılar toplumudur." diyor Foucault…Nitekim dünyada ve bizde aydınlanmanın teolojik totaliterlikten daha beter sekülar hükümranlık yarattığı gerçeği hala canlı… (Faşizm, Kemalizm, proleterya diktatörlüğünü esas alan sovyetik yapı, vs. vs. vs bu da benim iddiam)
Kitabın bence en vurucu bölümü ulusal felsefe çalışmaları üzerine olan bölümüdür… Benden bu kadar... Şimdi bir gününüzü ayırın ve TİMAŞ yayınlarına gidip, TİMAŞ KİTAP KAFE’de enfes bir kahve içiniz. Hilmi Yavuz serisinden ne bulursanız alın… Timaş yayınlarındaki problemli dil ve imla, Seval ve Nevval Akbayık kardeşlerin editörlüğünde çıkan kitaplarda pek azdır. Ayşe Tuba Ayman ve Sakine Korkmaz’ın editörlüğünü yaptığı bu kitap da dil ve imla hatalarından oldukça arınmıştır. Timaş’ta çalıştığım dönemlerde bu soruna ilişkin epey gayret göstermeme rağmen istediğim başarıyı elde edemedim. (Kısa dönem çalıştım, daha çok eğitim yayınları bölümü editörlüğü yaptım, yabancı dil özürlü olduğum için ancak sorumluları kısmi düzeyde ikna edebiliyordum, editör olmak isteyenleriniz hemen bir dil kursuna gitsin
Sözünü ettiğim kitabın ilk bölümünde sanat kaynaklarının hangi türden olursa olsun zihniyet dünyasına ve tarihine büyük katkısı olduğunu savunmuştur. Daha doğrusu Ülgener’in bu görüşünü geliştirmiştir. Bu tespitten ben, Althusser’in ideolojik kuşatıcılık belirlemesini çıkarıyorum ki kitabın ilerleyen bölümlerinde bol bol alıntı yapmıştır yazar. Olayın özü şu: Hani denir ya, sanat dediğiniz şey sanat için yapılır, -izmlerden bağımsız olmalı diye, oysa her bir zihinsel etkinliğin, düşünüş tarzının –izmsiz olamayacağı ortada. Her sanatsal etkinlik bir sistemin, bir zihniyetin araçsallaştırılmış halidir. Gramsci, buna ideolojik hegemonya der, bir başka deyişle egemen sistem, farkında olmayanları türlü türlü sanatsal ve sosyal pompalamarla ikna edip, egemen zihniyetin bir nesnesi haline getirme işi der. Bu bölümde Hilmi Yavuz, Osmanlının resmi bilgi-kabul dışında yeterince tanınmadığını söyler. Yavuz’a göre Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Osmanlı kültürü doğayı da insanın hizmetine sokmak isteyen batılı aydınlanmanın taşıdığı amaçları da taşımaz. Osmanlı kültürü, dünyanın ve doğanın kendisiyle değil onun insan gönlüne aks eden işaretlerinden estetik bilgisini oluşturmuştur. Haliyle dünyadaki ve doğadaki her çatışma, temaşa sadece onu kavramamıza yardımcı olur. Aslolan doğanın ve dünyanın öznel yorumudur. Yani Osmanlı kültürü, bilgi ve bilgi teknolojileri üstüne değil, anlam olayı üzerine inşa olmuştur. Anlam, bilgi ve maddeden önce gelir. Pragmatik açıdan bakıldığında Osmanlının Batı uygarlığı karşısında yenilmesi buna bağlanabilir ama tartışılan şey bu değildir, amaçlanandır.
Yavuz, Osmanlı üretim tüketimi üzerine de çarpıcı ve ikna edici şeyler söylemektedir. Weber’in temel sınıfsal tabakalaşma dışındaki statü tabaklaşması ve ara sınıflaşma üzerindeki tezlerinden yararlanmıştır. Ona göre, Osmanlı toplumunda siyasal egemenliği elinde tutan yönetici tabaka (askeriye ve bürokrasi) özel mülkiyetten yoksun olduğu için sınıf yapısı içinde ayrışmış bir statü tabakası değil, sınıf yapısının dışında bağımsız bir tabaka oluşmuştur ve bunun da adı tüketim tabakasıdır. (Batıda yöneticilerin, merkezi yöneticiler dışındaki yöneticilerin de toprağı ve mülkleri vardı, Osmanlıda tüm mülkler şe’ri hukuka göre Allah’ın ve onun yeryüzündeki gölgesi olan padişaha aittir. Haliyle yöneticilerin, Allah, devlet ve padişaha ait olan bu mülkler üzerinde herhangi bir hakkı yoktu ama “Ekinde yok, biçende yok-Yemede ortak Osmanlı” dedikleri bu olsa gerek. Üretici bir sınıf mevcut ama üretim alanları üzerindeki tüketici asalak tabaka da mevcut. Ayanlara verilen haklar son dönem haklarıdır, bu tezlerin dışında tutulmuştur.)
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Osmanlı barışı ve hukuku alanında da son derece çarpıcı değerlendirmeler mevcut. Sözgelimi; Osmanlı sosyal hayatını düzenleyen kurallar sadece Kuran hukuku değildir, seküler kurallar da toplum hayatını düzenlemede önemli rol oynamıştır. Osmanlı hukuku, biri dinsel, öteki örfi veya padişahi gibi iki hukuk sistemi üzerine inşa edilmiştir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde 1517 yılındaki Yavuz’un Mısır seferinden sonra Osmanlı padişahlarının “halife” unvanını kullandıkları bilgisinin temelinin olmadığını, koca bir yalan olduğunu öğrendim. Bu ideolojik dayatma ya da ulusal efsaneyi ortaya atan herif bir Fransız ve 1788 tarihinde söylemiştir. Daha sonra, 1885 yılında Namık Kemal, “Evrak-ı Perişan” adlı eserinde bu iddiayı tekrarlamış ve günümüze kadar Kemalist zihin operasyoncuları tarafından gelmiştir. Halifeliğin Yavuz’a devri konusunda ne bir belge ne de bir kayıt mevcutmuş. Üstelik halifelik ne iktisap edilebilir bir şeydir ne de devredilecek bir kurumdur. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler için kitabın kendisini okumanızı öneririm. Çarpıcı öyküler mevcut.
Osmanlıda felsefe var mıydı yok muydu sorunu da tartışılmış, şiir v.b metinlerde pozitv dünya ile bağıntılar kurmak suretiyle bir düşünce sistematiği oluştuğu iddia edilmiştir. Günümüzde, "işte hükümet felsefe kitapları içine “hikmet” denilen kavramı koymuş da şeriat gelecekmiş" de türünden yaygaralar için söylenecek tek şey, “hikemiyat” kavramının metafizik dünyayı anlama, yorumlama işi olduğu gerçeğidir… Tek felsefe materyalizm değildir, haliyle materyalist bir bakış açısı Osmanlıda var mıydı yok muydu tartışması çok saçma, zaten materyalist felsefe, öncülü olan metafizik egemen felsefeye karşı geliştirilmiştir, onun bağrından çıkmıştır. Ünlü divan şairleri Baki ve Nedim’in şiirlerine sinmiş dünyevi hayat, sekülar hayat unsurlarının ben o dönem felsefesi içine sinmiş materyalist unsurlar olarak değerlendiriyorum. Hilmi Yavuz, belki mütevazı davranmıştır ama Şeyhi'nin “Harname”si de güzel bir örnek olabilir. Batıdaki çatışmacı zihin, sistemli düşünceler doğurmuştur, oysa Doğuda durum böyle değildir. Sanatlı söyleşinin içine hikmet bilgisi sızmıştır ve bu ciddi bir felsefedir. (Bu, benim iddiam)
Nice kim bu zamâne-i nâ-sâz
Câhile nâz vire ehle niyâ
Ne kadar kim cihân-ı bî-ihlâs
Ârifi hâric ide âmiyi hâs
Ol şehün işi izz ü nâz olsun
Düşmeninün gam ü niyaz olsun
(Bâtıl isteyü hakdan ayrıldım boynuz umdum kulaktan ayrıldım. (Bizim eşek zırladı vor vor; ve: istedim hakkım olmayan bir muz, kulaktan oldum takacakken bir çift boynuz, diyerek anırdı uzun uzun...) Temel düşünce bu...
Osmanlı aydınlanması da Şinasi’nin “Münacat”ındaki gibidir. Siyasal arka plandan yoksun ama felsefi arka planı pozitivizm… Aklı ve vahiyi çatıştırma değil, aklı ve vahiyi değişik alanlarda kullanma eğilimi olarak anlaşılabilir. Foucault’ın modern toplum, tespitleri göz önüne alındığında, tüm toplumsal alanları kışlavari bir proje haline getirme hedefi dikkate alındığında; Osmanlı aydınlanmacı değildi deyip küçümsemek haksızlık olur düşüncesindeyim. "Modern toplum, bir sözleşmeler, dengeler toplumu değil baskılar toplumudur." diyor Foucault…Nitekim dünyada ve bizde aydınlanmanın teolojik totaliterlikten daha beter sekülar hükümranlık yarattığı gerçeği hala canlı… (Faşizm, Kemalizm, proleterya diktatörlüğünü esas alan sovyetik yapı, vs. vs. vs bu da benim iddiam)
Kitabın bence en vurucu bölümü ulusal felsefe çalışmaları üzerine olan bölümüdür… Benden bu kadar... Şimdi bir gününüzü ayırın ve TİMAŞ yayınlarına gidip, TİMAŞ KİTAP KAFE’de enfes bir kahve içiniz. Hilmi Yavuz serisinden ne bulursanız alın… Timaş yayınlarındaki problemli dil ve imla, Seval ve Nevval Akbayık kardeşlerin editörlüğünde çıkan kitaplarda pek azdır. Ayşe Tuba Ayman ve Sakine Korkmaz’ın editörlüğünü yaptığı bu kitap da dil ve imla hatalarından oldukça arınmıştır. Timaş’ta çalıştığım dönemlerde bu soruna ilişkin epey gayret göstermeme rağmen istediğim başarıyı elde edemedim. (Kısa dönem çalıştım, daha çok eğitim yayınları bölümü editörlüğü yaptım, yabancı dil özürlü olduğum için ancak sorumluları kısmi düzeyde ikna edebiliyordum, editör olmak isteyenleriniz hemen bir dil kursuna gitsin
16 Şubat 2010
Ünlü Anlatım Bozuklukları
1. Deyimlerin yanlış kullanımı; Bir yazılı anlatıda en çok göze çarpan hataların ve bozuklukların başında gelir. Daha çok gramer konusundaki alt yapı eksikliğinden ileri gelir. Kısacası bilmemekten kaynaklı bir bozukluktur. Öğrenmek için azami bir çaba gösterilmeli diye düşünüyorum.
Örnekler;
Nefes nefese ya da soluk soluğa kalmak; Çok yorulmanın neticesinde nefes alamama durumuna düşme. Bazı amatör yazarlar bu deyimi “nefes nefese çarpışmak, bir cephede nefes nefese harb etme, kavga etme” yanlışına düşerler ki bu durumda kullanılacak uygun deyim “göğüs göğse çarpışmak ya da burun buruna gelmektir.”
Burnu kafdağında olmak: Kibirli olmak, burnu havada olmanın bir adım ötesi için kullanılır. Redaksiyonunu yaptığım bazı yayınlarda “başı kafdağında olmak” şeklinde bir yanlışlıkla kullanılır.
Burnunun ucunu görmemek: Çok sarhoş olmak ya da dalgın olmak anlamını karşılar ki bu konudaki en bariz yanlış kullanım, “kalabalıktan birini fark etmeme” anlamıdır.
Göze girmek: Bir kimsenin davranış ve yetenekleriyle ilgi odağı haline gelmesini belirtmek için kullanılır. “Çok başarılı biri olduğu için patronun gözüne battı.”cümlesinde koyu yazılı ifade “gözüne girdi.” Şeklinde düzeltilirse batma eylemini de kurtaracağız. “Göze batmak” deyimi ise “aşırı derecede görünür olmak, rahatsız edici biçimde uygunsuz görünmek” anlamına gelir ki ya bir sitem ya da eleştirel bir yan söz konusu.
Gözden ırak tutulmak ya da gözden ırak olmak: Bu ifade de “gözden uzak tutulmak” şeklinde yazılmamalıdır. Bu deyimdeki “ıramak” sözcüğü “uzak” sözcüğüyle birebir aynı anlamı vermez. Daha çok uzamak eyleminin nitelikli biçimi olan “uzakla(ş)mak ya da iki yer arasındaki mesafenin arası açılarak uzaması anlamını verir.
“Gözden nihan olmak” deyimi ise giderek kaybolma anlamını karşılar. Giz olmak, sır olmak, kaybolmak…
Gözleri çakmak çakmak olmak: Bu deyim de hastalıklı ve ateşli bir kimsenin ya da öfkeli bir kimsenin durumunu daha iyi anlatmak için kullanılır. Bazı gözünü sevdiğimin yazarları neşelenen kimseler için kullanırlar ki büyük hata yapmaktadırlar.
Ayrıca, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…”ifadesini de “alma garibin ahını” diye yazamayız, yazarsak kıyamet kopmaz ama mazluma aybetmiş oluruz.
Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmayı anlatır. Midesi zil çalmak olmaz ki ama… Mide, karın içersinde bir organ ve acıkma esnasında zil rolünü zaten bu organ yapar.
İğne atsan yere düşmez deyiminde de güzellik olsun diye “çuvaldızı” yere atamayız, atarsak anlatmak istediğimiz kalabalık halleri iyi anlatamayız. Hani, o kadar kabalık ki 90-60-90 ölçülerinde ideal bir hatunu bile alacak yer yok meydanda anlamında, oysa çuvaldız dersek şu rakamları 10’a çarpmamız gerekecek.
“Umutlanmak” sözcüğüne de gereksiz yere “etmek” yardımcı eylemini ekleyip “Boş yere umut etme.” Şeklinde cümlede kullanırsak olmaz, “umutlanma” demek yeterli.
Yine “tüyleri diken diken olmak” deyiminde “saçları diken diken olmak” denirse korku ve panik halini anlatma yerine fiziki müdahaleye uğramış saç şeklini anlatmış oluruz.
Şimdilik bu konuda aklıma gelenler yukarıda sözünü ettiklerim. Ama çok yaygın bir anlatım bozukluğudur deyimleri yerli yerinde kullanmama…
2. ANLAMDAŞ SÖZCÜKLERİ BİR ARADA KULLANMA;
Yüzyıllık cumhuriyetimizin hepimize dikte ettiği ve bir zamanlar en tepemizdeki sarışın başbakanımızın düştüğü anlatım bozukluğu türüdür. Ders kitaplarımızı hamaset sevici yazarlarımıza hazırlattığımız için bile bile lades oluyoruz da farkında değiliz.
Örnekler;
• “Ebru, çocuğun kulağına eğilerek alçak sesle bir şeyler fısıldadı.”cümlesinde “fısıldamak” sözcüğü zaten alçak sesle konuşma anlamına gelir. Sonradan görmeliğe ne hacet canım…
• “Birlik ve beraberliğimize yönelik her türlü iç ve dış tehlikeyi savuracak, püskürtecek gücümüz ve kuvvetimiz mevcuttur.”cümlesi de hemen hemen her bayramda her seyranda her merasimde subaylarımızın ya da idari amirlerinizin dilinden eksik olmaz. Ekonomide önlem almayı nasihat eden bu cümle askeri ve sivil yöneticilerimiz dilde ekonomik davranabilseler sanırım insanlar birbirini daha iyi anlayacak. Şimdi yukarıdaki cümleyi bir de ben yazayım; “Birliğimize ve dirliğimize yönelik her türlü tehlikeyi püskürtecek gücümüz mevcuttur.” Bu kadar basit. Millete gaz vermeye ne hacet canım…
• “Milletimiz ve ulusumuz çok yaşasın.” Bu ifade de eski darbeci öğretmenlerimizin milliyet severlik duygusuyla defalarca bize öğrettikleri yanlışlardan biridir.
• “Ülkemizin ve yurdumuzun sorunları bitmiyor, tükenmiyor.” Bitmek anlaşılır da sorun tükenmek ya da sorun tüketmek neyin nesi oluyor anlamadım. Manavdan muz mu alıyorsun acele ediyorsun be teyzem, tükenecek olan muz gibi iyi şeyler mi yoksa kavanoza tıkadığın sorunlar mı?
• “Bu kız sanki Kürt kızı gibi…” Yeni yetme, budala gençlerimizin sözcük dağarcıklarına girmiş aynı anlama gelen iki ilgecin bir arada kullanılması da dilimize yöneltilmiş Sorosçu tehditlerdendir. Çiçek işlemeli kot giyen yoksul kızları sokakta, okulda, kafede Kürtlere benzeten mavi kanlı Türk gençlerine has bir kullanım…
3. SÖZCÜKLERİ YANLIŞ ANLAMDA KULLANMA;
• “Hükümetin AB yanlısı tutumu sayesinde kurda kuşa borçlu olmamız sağlandı.”AB’ye onurlu girişten söz eden ırkçı ve ulusalcı kesimlerin bariz anlatım bozukluklarına güzel bir örnektir. “Sayesinde” değil, “yüzünde” olacak, “sağlandı” değil “sonucu doğdu” olacak.
• “CHP ve MHP yüzünden hükümet, milli çıkarlarımızın farkına vardı.”cümlesinde “yüzünden” değil, “sayesinde” olacak.
• “TEKEL işçilerinin hükümetimiz karşısındaki direnişi asla bizi özelleştirme yolundaki çabamızdan alıkoyamayacaktır.” “geri adım attırmayacaktır.” Ya da yolumuzdan bizi çeviremeyecektir.”şeklinde olacaktır.
Aşağıdaki cümlelerde koyu yazılmış sözcüklerin yerine parantez içinde verilmiş sözcükleri yazarak kullanınız.
• Zenginle yoksul arasındaki uçurum giderek artıyor. (derinleşiyor)
• Bahçeye ektiğin armut fidanı kurumuş. (diktiğin)
• Neslihan’ın tırnakları büyümüş. (uzamış)
• Nur, içeri girdi ve kendini tanıştırdı. (tanıttı)
Aşağıdaki cümlelerde altı çizili sözcükleri cümleden atınız.
• Tam üç beş kişiydiler.
• Bundan aşağı yukarı tam üç yıl öncesiydi.
Zaman zaman bu çok bilmiş edebiyat ve kültür kişiliğimi bir yana bırakıp bu tip sorunlara el atacağım...
Örnekler;
Nefes nefese ya da soluk soluğa kalmak; Çok yorulmanın neticesinde nefes alamama durumuna düşme. Bazı amatör yazarlar bu deyimi “nefes nefese çarpışmak, bir cephede nefes nefese harb etme, kavga etme” yanlışına düşerler ki bu durumda kullanılacak uygun deyim “göğüs göğse çarpışmak ya da burun buruna gelmektir.”
Burnu kafdağında olmak: Kibirli olmak, burnu havada olmanın bir adım ötesi için kullanılır. Redaksiyonunu yaptığım bazı yayınlarda “başı kafdağında olmak” şeklinde bir yanlışlıkla kullanılır.
Burnunun ucunu görmemek: Çok sarhoş olmak ya da dalgın olmak anlamını karşılar ki bu konudaki en bariz yanlış kullanım, “kalabalıktan birini fark etmeme” anlamıdır.
Göze girmek: Bir kimsenin davranış ve yetenekleriyle ilgi odağı haline gelmesini belirtmek için kullanılır. “Çok başarılı biri olduğu için patronun gözüne battı.”cümlesinde koyu yazılı ifade “gözüne girdi.” Şeklinde düzeltilirse batma eylemini de kurtaracağız. “Göze batmak” deyimi ise “aşırı derecede görünür olmak, rahatsız edici biçimde uygunsuz görünmek” anlamına gelir ki ya bir sitem ya da eleştirel bir yan söz konusu.
Gözden ırak tutulmak ya da gözden ırak olmak: Bu ifade de “gözden uzak tutulmak” şeklinde yazılmamalıdır. Bu deyimdeki “ıramak” sözcüğü “uzak” sözcüğüyle birebir aynı anlamı vermez. Daha çok uzamak eyleminin nitelikli biçimi olan “uzakla(ş)mak ya da iki yer arasındaki mesafenin arası açılarak uzaması anlamını verir.
“Gözden nihan olmak” deyimi ise giderek kaybolma anlamını karşılar. Giz olmak, sır olmak, kaybolmak…
Gözleri çakmak çakmak olmak: Bu deyim de hastalıklı ve ateşli bir kimsenin ya da öfkeli bir kimsenin durumunu daha iyi anlatmak için kullanılır. Bazı gözünü sevdiğimin yazarları neşelenen kimseler için kullanırlar ki büyük hata yapmaktadırlar.
Ayrıca, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…”ifadesini de “alma garibin ahını” diye yazamayız, yazarsak kıyamet kopmaz ama mazluma aybetmiş oluruz.
Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmayı anlatır. Midesi zil çalmak olmaz ki ama… Mide, karın içersinde bir organ ve acıkma esnasında zil rolünü zaten bu organ yapar.
İğne atsan yere düşmez deyiminde de güzellik olsun diye “çuvaldızı” yere atamayız, atarsak anlatmak istediğimiz kalabalık halleri iyi anlatamayız. Hani, o kadar kabalık ki 90-60-90 ölçülerinde ideal bir hatunu bile alacak yer yok meydanda anlamında, oysa çuvaldız dersek şu rakamları 10’a çarpmamız gerekecek.
“Umutlanmak” sözcüğüne de gereksiz yere “etmek” yardımcı eylemini ekleyip “Boş yere umut etme.” Şeklinde cümlede kullanırsak olmaz, “umutlanma” demek yeterli.
Yine “tüyleri diken diken olmak” deyiminde “saçları diken diken olmak” denirse korku ve panik halini anlatma yerine fiziki müdahaleye uğramış saç şeklini anlatmış oluruz.
Şimdilik bu konuda aklıma gelenler yukarıda sözünü ettiklerim. Ama çok yaygın bir anlatım bozukluğudur deyimleri yerli yerinde kullanmama…
2. ANLAMDAŞ SÖZCÜKLERİ BİR ARADA KULLANMA;
Yüzyıllık cumhuriyetimizin hepimize dikte ettiği ve bir zamanlar en tepemizdeki sarışın başbakanımızın düştüğü anlatım bozukluğu türüdür. Ders kitaplarımızı hamaset sevici yazarlarımıza hazırlattığımız için bile bile lades oluyoruz da farkında değiliz.
Örnekler;
• “Ebru, çocuğun kulağına eğilerek alçak sesle bir şeyler fısıldadı.”cümlesinde “fısıldamak” sözcüğü zaten alçak sesle konuşma anlamına gelir. Sonradan görmeliğe ne hacet canım…
• “Birlik ve beraberliğimize yönelik her türlü iç ve dış tehlikeyi savuracak, püskürtecek gücümüz ve kuvvetimiz mevcuttur.”cümlesi de hemen hemen her bayramda her seyranda her merasimde subaylarımızın ya da idari amirlerinizin dilinden eksik olmaz. Ekonomide önlem almayı nasihat eden bu cümle askeri ve sivil yöneticilerimiz dilde ekonomik davranabilseler sanırım insanlar birbirini daha iyi anlayacak. Şimdi yukarıdaki cümleyi bir de ben yazayım; “Birliğimize ve dirliğimize yönelik her türlü tehlikeyi püskürtecek gücümüz mevcuttur.” Bu kadar basit. Millete gaz vermeye ne hacet canım…
• “Milletimiz ve ulusumuz çok yaşasın.” Bu ifade de eski darbeci öğretmenlerimizin milliyet severlik duygusuyla defalarca bize öğrettikleri yanlışlardan biridir.
• “Ülkemizin ve yurdumuzun sorunları bitmiyor, tükenmiyor.” Bitmek anlaşılır da sorun tükenmek ya da sorun tüketmek neyin nesi oluyor anlamadım. Manavdan muz mu alıyorsun acele ediyorsun be teyzem, tükenecek olan muz gibi iyi şeyler mi yoksa kavanoza tıkadığın sorunlar mı?
• “Bu kız sanki Kürt kızı gibi…” Yeni yetme, budala gençlerimizin sözcük dağarcıklarına girmiş aynı anlama gelen iki ilgecin bir arada kullanılması da dilimize yöneltilmiş Sorosçu tehditlerdendir. Çiçek işlemeli kot giyen yoksul kızları sokakta, okulda, kafede Kürtlere benzeten mavi kanlı Türk gençlerine has bir kullanım…
3. SÖZCÜKLERİ YANLIŞ ANLAMDA KULLANMA;
• “Hükümetin AB yanlısı tutumu sayesinde kurda kuşa borçlu olmamız sağlandı.”AB’ye onurlu girişten söz eden ırkçı ve ulusalcı kesimlerin bariz anlatım bozukluklarına güzel bir örnektir. “Sayesinde” değil, “yüzünde” olacak, “sağlandı” değil “sonucu doğdu” olacak.
• “CHP ve MHP yüzünden hükümet, milli çıkarlarımızın farkına vardı.”cümlesinde “yüzünden” değil, “sayesinde” olacak.
• “TEKEL işçilerinin hükümetimiz karşısındaki direnişi asla bizi özelleştirme yolundaki çabamızdan alıkoyamayacaktır.” “geri adım attırmayacaktır.” Ya da yolumuzdan bizi çeviremeyecektir.”şeklinde olacaktır.
Aşağıdaki cümlelerde koyu yazılmış sözcüklerin yerine parantez içinde verilmiş sözcükleri yazarak kullanınız.
• Zenginle yoksul arasındaki uçurum giderek artıyor. (derinleşiyor)
• Bahçeye ektiğin armut fidanı kurumuş. (diktiğin)
• Neslihan’ın tırnakları büyümüş. (uzamış)
• Nur, içeri girdi ve kendini tanıştırdı. (tanıttı)
Aşağıdaki cümlelerde altı çizili sözcükleri cümleden atınız.
• Tam üç beş kişiydiler.
• Bundan aşağı yukarı tam üç yıl öncesiydi.
Zaman zaman bu çok bilmiş edebiyat ve kültür kişiliğimi bir yana bırakıp bu tip sorunlara el atacağım...
14 Şubat 2010
Pınar Selek'in 17 Mayıs 2006 tarihli 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdiği Savunması
Hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum.
Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.
Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. Bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. Sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim.
14 Nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, Flaubert’in “Sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “Birçok hayatın içine girmek istiyorum. Yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen Baurdieu’ye gönderme yapmıştım. İşte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım.
Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.
Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi.
Toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. İlk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.
Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.
Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”
Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
Beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. Dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. Sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. Ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. O kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. Ben de dalmadım. İlk mahkemede "Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. Mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım.
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omuzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saygılarımla...
PINAR SELEK
Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.
Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. Bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. Sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim.
14 Nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, Flaubert’in “Sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “Birçok hayatın içine girmek istiyorum. Yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen Baurdieu’ye gönderme yapmıştım. İşte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım.
Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.
Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi.
Toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. İlk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.
Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.
Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”
Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
Beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. Dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. Sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. Ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. O kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. Ben de dalmadım. İlk mahkemede "Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. Mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım.
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omuzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saygılarımla...
PINAR SELEK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.