Social Icons

.

Pages

24 Aralık 2011

Magriplerden bir iç ülkeye Jeansonlar, Büşra Hocalar...

J. P. Sartre modern dönemlerin İsa’sı ise Francis Jeanson da onun seçkin havarilerindendir.  O, köprülerin korkuluklarında asılmışların bakışıdır; akıp giden sularda boğulanların, infaz edilmişlerin salyasıdır. Bir dağda bir çatışmanın en amansız anında yüzünden kurşunlanan militanların kayalıklar arasında dökülmüş dişleridir. Büyük insanlık davasının bir yönü hala yaşayanların umutlarıysa bir yönü de yüreği avucunda ölenlerin sımsıkı yumruklarındadır. İşte Jeanson sımsıkı yumrukların içindeki umutlardandır; mücadelesiyle, hatırasıyla, yazdıklarıyla, kararlılığıyla…
1922’de  faşizm güney ve orta  Avrupa’da boy vermeye başlarken Fransa’nın güneybatısında, Bordeaux’da dünyaya gelen Francis Jeanson, yirmili yaşlarındayken kendisiyle yaşıt olan faşizmin tutsağı olacağını nerden bilebilirdi ki? Gençlik döneminde Fransa Komünist Partisi’ne katılan Jeanson, bir süre sonra partiden ayrılır. 1940 yılında Alman ordularının Fransa’yı işgal etmesiyle Fransız direniş hücrelerinde yer alır. Daha sonra Nazilerce tutuklanır. Zorla çalışma programları kapsamında Almanya’ya sürülür. Bir fırsatını bulup kaçar. 1943 yılında İspanya’ya gittiğinde bu defa orada Franco güçlerince tutsak edilir. Oradan da bir yolunu bulup Cezayir’e kaçar ve Cezayir Komünist Partisi yayınına muhabirlik yapar. Albert Camus ile tanışmasına rağmen daha sonra Camus ve Sartre arasındaki Les Temps Modernes dergisinde filizlenen tartışmada Sartre’den yana tavır alır. Onun asıl hikayesi bundan sonra başlar. Bizi ilgilendiren de onun Fransız sömürgeciliğine karşı “özgür insanlar”dan yana oluşu…

‘Cezayir, Fransa değildir’

Fransa’da “devlet solu” birçok rengiyle, Cezayirlilerin 1954 yılında başlattığı büyük ayaklanmayı tipik sağcı reflekslerle karşılar. Fransız devletine göre Cezayir bir ülke değil Fransa’nın büyük bir kentidir. Jeanson, ayaklanmadan iki ay sonraLes Temps Modernes’e yazdığı bir yazıda şöyle diyecekti: “Cezayir, Fransa değildir.” (Bu arada 1950 yılından itibaren başlayan Cezayir direnişinin adını Fransa hiçbir zaman savaş olarak adlandırmadı. Terörle mücadele çerçevesinde sömürgeciliğin en uç hukukuyla dışarıda Arap isyancılarla, içeride direniş destekçisi solcularla, liberallerle, demokratlarla mücadele etti. Biz Kürtlere ve onların dostları Türk gruplara çok tanıdık bir savaş konsepti…) 
Jeanson, Fransız solunun iktidar olmasıyla şiddetlenen Cezayir kıyımına karşı sadece yazılarıyla değil, bizzat mücadelenin içinde önemli bir kişilik olarak destek verdi. Kurduğu  Réseau Jeanson (Jeanson Ağ) örgütüyle Cezayir direnişine aktif destek verdi. Daha sonra Sartre’e yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti:“Hayatımdaki tüm gelişmeler bir bütünün parçasıdır. İlk gizli eylemimi Cezayir direniş liderlerini Paris’ten kaçırarak yapmıştım. Birkaç ay sonra FLN tarafından başlatılan bir kampanyanın içinde kendimi sorumlu buldum. Bu, benim için bir ilke sorunuydu. Kendi özgürlükleri adına savaşan insanların haklılığı kadar bu meseleye sol adına bakmak da önemli. Fransız solu, eylem yapma, devrimci muhalefet yapma duygusunu yitirmiştir. Bu duyguyu tekrar kazanmak açısından da FLN ile olan ilişkilerim kaçınılmaz olarak bir görevdi.” 

121’ler Bildirgesi ve ‘vatan hainleri’

Henri Curiel, Jacques Verges, Dominique Darbois ile ortak kurduğu ağ Cezayirli direnişçiler için önemli bir moral olmuştu. Jeanson’a göre Fransa devletini yaratan 1789 devrimine devletin bizzathi kendisi ihanet etmiştir. Bu ihaneti daha sonra Andre Breton, J. P Sartre, Mallroux ve daha nice aydının imzaladığı 121’ler Bildirgesi açık açık yazmıştı. Yine Sartre’ye yazdığı bir başka mektubunda Jeanson, “Biliyorum ki vatan hainliğiyle suçlanıyoruz, kime ve neye ihanet ettik? Fransa hukuku Cezayirlileri hem Fransa vatandaşı sayıyor hem de onların doğal ve siyasi haklarını kanla bastırıyor. Hiçbir milliyetçi mistisizm, hiçbir neo-liberal azgınlık, hiçbir ulusçu güç beni bu konuda ikna edemez. Debré Kovacs, General Massu ve Lt. Charbonnier ile onların yalakaları ve baskıcı ajanları bile başaramayacak.” 
Fransız devletinin ve toplumunun başkalarının hakları üzerine uzlaşması, şiddetin devlet dilinin doğal biçimi olduğu koşullarda “fikirleri legal davranış biçimleriyle ifade etmesi” gerektiği yönündeki eleştirilere de kulak asmamıştır. Çünkü Cezayir’de işkence görmemiş, zarar görmemiş birini bulamasanız.
“Kendi devletinizin işlediği suçlara ortak olmayın. İçinizde gizli kalmış sömürgeciyi söküp atmanın zamanı geldi.” 121’ler Bildirisi’ndeki bu sözü Jeanson defalarca makalelerinde kullanmıştı. Bu arada Cezayir direniş hareketlerinin Fransızlara kan kusturduğunu da söyleyelim. Fransa devletinin en aşağılık şiddetine karşı aynı oranda karşılık verdiler. Ama buradaki fark şu: Şiddet devlet açısından devletin varlığını sürdürmek, inkar, asimilasyon, yoksullaştırma, ötekileştirme siyasetini devamlı kılmak için kullanılan, aslında yapay olarak keşfedilmiş  bir yöntem iken ezilenler ve isyankarlar için bir varoluş biçimidir. Yani durumu günümüze uyarlarsak, Kürtlerin politik hareketinin devlet karşıtı her türlü şiddeti bir tür var olma biçimidir. Çünkü inkar edilmişlik, yoksulluk, kimlik reddi, ekonomik olarak devlete bağımlılık, fiziki baskılar zaten devlet şiddetinin kendisidir. Cezayir savaşında genel olarak Trockist, anarşist, liberal Fransızların özel olarak Francis Jeanson’un da tavrı bu gerçekliğin bilinmesiyle ilgilidir. 
Sahte nişanlarla, şişirilmiş, abartılmış nitelemelerle; iktidarla değil Kürtlerin politik talepçileriyle boğuşmayı, didişmeyi, laf çakmayı gelenek haline getiren liberal Türk milliyetçileri ve vatanseverci Türk solcularına karşı Büşra Ersanlı hocamızın şahsında tüm yeni dönem Francis Jeansonların önünde saygıyla eğiliyorum.

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.