Social Icons

.

Pages

12 Aralık 2011

Puşkin özgürlükçülüğünden güdük Türk entellektüalizmine bir deneme


9 ARALIK 2011 CUMA

(ULAŞ OZAN)

"Puşkin, kendisiyle yaptığım görüşmeden sonra İngiliz Kulübünde  haşmetmeaplarından övgülü bir şekilde söz ederek birlikte yemek yemekte olduğu kimseleri sağlığınıza içmeye zorlamıştır. Her ne kadar kendisi tescilli bir serseriyse de kalemini ve konuşmalarını yönlendirmeyi başardığımız takdirde yararlı bir sanatçı olacaktır." Bu satırlar 1830'lu yıllarda Çar I. Nikola'nın Puşkin'i izlemesi için tuttuğu polis şefi Benkendorf'un çara sunduğu rapordan alınmıştır. (Ben bu satırları Plehanov'un kitabından araklarken şu an TC'nin ilgili istihbarat birimlerinde görevli kim bilir kaç polis şefi; kaç muhalif aydın ve sanatçıyı ispiyon ediyordur savcılara! Gerçi artık polis şeflerine bu işi bırakmayan, her gün bir başka muhalif için haydutluk yapan, plazalardan "köşe" tahvil eden nice soytarı gazeteci bu jurnalleme işini layıkıyla yapıyor da...) Bu rapordan anlaşılacağı üzere Puşkin, düzenin sanatçısı hatta düzene hizmet eden bir aydın yapılmak isteniyordu. 1800'lü yılların başında gelişen Rusya-Fransa savaşlarında Ruslar, Fransızları yenmelerine rağmen Rus köylüsünün serfliği devam etmiş, köylüler açısından daha korkunç bir yoksullaşma başlamıştır. Büyük toprak ağaları ise zenginliklerine zenginlik katmıştır. Bu dönemde Batı ile askeri savaşlar olurken Rusya'ya gizliden gizliye yayılan birtakım burjuva düşünceler geniş köylü ve aydın kesimleri etkiliyordu. Etkilenenlerin başında subaylar ve kimi şairler, aydınlar geliyordu. Çar I. Aleksandr'ın büyük toprak sahiplerinden yana tavır alması subayları ordu içinde gizli bir örgütlenmeye itti. Önderliğini bazı subay ve aydınların yaptığı bu gizli örgüt I. Aleksandr'ın ölümünü bekleyecekti. Nihayet 14 Aralık 1825 gecesi, çarlığın I. Nikola'ya devrinin olduğu gece Rusya'nın değişik şehirlerinde silahlı bir ayaklanma başlar ve başarısızlıkla sonuçlanır. Bu ayaklanma aralık ayında çıktığı için Rusça dekabr olan aralık ayından "Dekabristler, Aralıkçılar" ayaklanması olarak tarihe geçmiştir. General Pavel Kakhovsky, Şair Kondrati Rileyev, Albay Pavel Pestel, Yarbay Sergey Muravyov-Apostol ve Subay Mikhail Bestuzhev-Ryumin gibi ayaklanma önderleri idam edilir. Ayaklanmaya destek veren yüzlerce kişi de Sibirya'ya sürgün edilir. Puşkin ise birkaç yıl önce yazdığı devrimci şiirlerden ötürü Kafkasya'ya sürülmüştü zaten. O sürgündeyken Dekabristlerin bu ayaklanmasını destekliyordu. Moskova'da doğan Puşkin köle olarak Rusya'ya getirilen bir Habeş prensinin de torunuydu.
Burada konumuz Puşkin'in biyografik hayatından ziyade onun sanatçı kişiliğinin politik sorunlarla ilgisidir. Puşkin, çizgi olarak sanatın en burjuvasıdır. Sanatın yüce duyguların dışavurumu olduğuna inanan bir şairdir. Çarlık, ayaklanmayı bastırdıktan sonra Puşkin’i gizli polis aracılığıyla izletiyor, onu resmi kültür yoluyla hizalanmış biri haline getirme niyetindedir. Çarlık sadece polis korkusuyla değil kiraladığı üç paralık mostralık tipleriyle de Puşkin'e saray ahlakını ve Rus olmanın ayrıcalıklarını yedirmeye kalkışıyordu. En güvendiği saray sanatçısı tiplerin başından gelen Şair Jukovski, Puşkin'e ahlakın büyüklüğünü ve aklın sesini güya duyurmaya çalışıyordu. Jukovski bir mektubunda ona, "Batılı ve aydın fikirlerinle, ahlaksızlığınla savunmasız bıraktığın Rus gençliğini perperişan ettin. Gençlik senden isyan dolu fikirleri öğrendi. Şimdi ahlaki büyüklükle bu yarayı onarman lazım." deme hadsizliğini gösterecektir. (Günümüzde yazar, çizer, ressam, müzisyen, şair geçinen kimi Türk ve Kürt Jukovskilerin bu ahlakçıl ve muhbir tavırlarını sanırım şimdi daha anlamlı bir çerçeveye yerleştiriyoruz. Kendilerini devlet aklıyla ıslah etmek isteyenlere Prof. Büşra Ersanlı'nın, Ragıp Zarakolu'nun, Cengiz Kapmaz'ın ve daha nice aydının Altangillere, Özkökgillere, Mehmetçik apoletli öbür tayfalara, cemaat yıldızlı  diğer odaklara vereceği cevabı 150 yıl önce Puşkin vermiştir.) 
Basın geri! Utanmazlar!
Barışçı şairin umurunda bile değilsiniz!

Başardığı ya da başaracağı soylu işler için herhangi bir ödül ya da öğüt beklemiyordu. "Onlar" dediği bu saray köşe kapmacılarına "Putların önünde boyun eğip, cepleri için para, boyunları için zincir dilenirler." Bu sözler üzerine ne yazsam nafile…
Günümüzde kendilerini teorik oluşumların dışında tutan, güya günlük gelişmelere göre yazan, çizen, üreten entelektüel tayfanın kurtuluş hareketlerine kayıtsızlığı, umarsızlığı realizmle teorize edilse de biraz kaba bir kategorizasyonla onlardan birer timsah çıkarabiliriz sanırım. Onlar böyle davranmakla iç hayatlarının zenginliğine koca bir toplumun doğal haklarını feda ediyorlar. Eserlerinde yarattıkları karakterler en az bunlar kadar güdük. Dünyaları, tutkuları, hayalleri de kendilerinin günlük "zindanları" kadardır. Konuşamayan, karşı çıkamayan, değiştiremeyen, değiştirene saygı duymayan özellikleriyle modern sefaletin çukuruna düşmüşlerdir. Belki bu tip güdük Türk aydınlarının kaleminden bir Pugaçev, bir Bazarov beklemiyoruz ama bu karakterleri yaratma hevesindeki sanatçılara saygı beklemek de bizim hakkımız.
Yüzbaşının Kızı romanında Rus idealizmine yaklaşan bazı akıl dışılıklar bir yana Puşkin, "saray Ruslarının düşmanlarını" bile en gerçekçi özellikleriyle romana yedirmiştir. Pyotr Andreyiç Grinyov'un zaafları, övülecek yanları, yerin dibine batırılacak soylu özellikleri de anlatılmış, Kazak isyancı Pugaçev'in sadece bir talancı, bir kötülük timsali olmadığı da… Romanda şeytanlaştırma yoktur. Şvabrin, Yüzbaşı Mirinov, bir gülüşüyle onlarca subayın aklını çelen Marya İvanovna en doğal insan halleriyle romanın orta yerinden fırlayacaklarmış gibi karşımızda dururlar. Bu romanın günümüz Türk yazarlarından birinin kaleminden çıkmasını düşünemiyorum bile… Orenburg'u ele geçirip Moskova'ya doğru yürüyen Kazak ve Tatar isyancılarla Hakkari’den Amed’e yürüyen Kürtler arasında bir bağ kurarsak, buna karşın Ahmet Altan ya da Elif Şafak'ın nasıl da gizli birer ırkçı oldukları gün gibi belirecek. Bunların elinden çıkacak Hakkarili Kürt isyancı karakterler çöp insandan öte anlam taşımayacaktır. Bunlara göre bu isyancı militanların sosyal hayata dair bir meselesi yoktur, estetik tutkuları sıfırıdır, kadın ve erkek sorununa dair kimseyle paylaşacak fikirleri asla olmayacaktır."Savaşa aşık" bir örgütün öldürme ve öldürülmeye programlanmış karakterlerinden başka bir şey olmayacaklar. Kod adlarıyla tarihin yönünü değiştirmek niyetinde olan Rojhat, Berfin, Cudi gibi asi Kürtler bu tip ideal iktidar yazarlarınca öldüklerinde "gariban Kürtler", öldürdüklerinde "canavar Kürtler" olarak karakterize edileceklerinden adım gibi eminim. Militanların siyasal yorumları, talepleri, dünyayı değiştirme istekleri, günlük yaşantılarının, okudukları kitapların, yedikleri yemeklerin, izledikleri filmlerin, dinledikleri müziklerin; bu gizli ırkçı liberaller, solcu eskisi yazarlar açısından bir önemi yoktur. Öyle ya Elif Şafak, Baba ve Piç'deki Ermeni karakterlerden geçmişlerini, hâkim Türk algısı karşısında feda etmelerini istemiştir. En radikal romanda bile Oya Baydar, gerilla Mahmut'un yaşama dair estetiğini bir inançsızlığa kurban etmiştir. Halil Berktay denen "Türk milli devrimcisi" de muhtemelen kendi pişmanlıklarını bugün iktidardan yana yeni bir demokrat tiple, üne çevirirken isyancı Kürt karakterler üzerinden kendi ulusalcı özelliklerini aklamaya çalışan yeni dönem emperyal, güçlü erkeğe dönüştürecektir. Savaş günlerinde aşk'ta jön Türklerin sosyal hayata dair sorunlarından, özlemlerinden Ahmet Altan ve benzerleri Kürt militanları muaf tutacaktır. "Onlar aslında yoklar…"
Sözün özü tüm eleştirilerimize rağmen Puşkin olmasaydı bir iddiaya göre Dostoyevski, Raskolnikov'u; Tolstoy, Savaş ve Barış'ı; Gonçarov, Oblomov'un Stolts'unu yazamayacaktı. İnsan soramadan edemiyor; Türk edebiyatının bir Puşkin'i olsaydı, mesela Atatürk'ün rakılı sofralarında Ata'nın kafasına bardak fırlatan bir Yakup Kadri, Menderes'e, Bayar'a, İnönü'ye Kürtlere yaptıklarından ötürü kalem fırlatan, gidip Hakkari'ye sembolik de olsa panzere taş atan bir Türk yazar olsaydı bugünkü beyaz ve orta sınıf Türklerin Kürt algısı nasıl olacaktı, diye…

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.