Social Icons

.

Pages

7 Ocak 2012

Tarihsel deneyimlerden günümüze liberal bir hikaye

Tarihi okumak bizler açısından yeni bir durumla karşılaştığımızda karar verme sürecimizi pratikleştirmek, olgunlaştırmak anlamı taşır. Belki iki tarihsel olayı karşılaştırdığımızda birebir benzerlikler falan bulmayabiliriz, ama ilginç bağlar yakalayabiliriz. 
"Mussolini, bütün İtalya'da vatanın talihini düzelten insan olarak alkışlanmıştır. Bu dini geleneklerin ve ulusun uygarlığının zaferidir." Vanutelli isimli bir kardinal, Vatikan'ın resmi yayını Osservatore Romano gazetesinde bunları yazarken Türkiye'de Kemalist cumhuriyet fantazileri ilan aşamasındaydı. Liberal Gillioti hükümetini dize getiren Mussolini Katolik Kilisesi'ni de birkaç sözle tavlamış ve kiliseyi de faşist düzenin hizmetine sokmuştu. Yine bugünlerde Mussolini "Sosyalistler bize programımızın ne olduğunu soruyor? Bizim programımız sosyalistlerin kafasını ezmek." sözüyle yıllarca sürecek bir cehennemi İtalya'da başlatmış bulunuyordu. 
İtalya'da 1919 yılında yapılan yerel seçimler sosyalistlerin zaferiyle sonuçlanıyordu. İşçi sınıfının örgütleriyle bütünleşen sosyalist hareketin bu başarısı düşmanlarını da çoğaltıyordu. İtalya'nın bir çok bölgesinde işçiler   kapitalist sınıfa, büyük burjuvalara karşı hareketlere girişirler. Fabrikaların işgali bu sıralarda ortaya çıkmıştır. Özellikle Valpadana, Toscana, Umbria ve Lombardia bölgeleri işçi hareketlerinin çokluğu yönünden dikkati çekmektedir. Gramsci önderliğindeki Ordine Nuovo (Yeni Düzen) hareketi Torino'dan tüm İtalya'ya yayılıyordu. Fabrikalarda işçi konseyleri kuruluyor, işçiler hem üreten hem de yöneten konumuna geliyorlardı. Tam bu sırada Milano'daki Alfa Romeo fabrikaları idaresi lokavta başvuruyordu. Bunu diğer işverenler takip eder. Fabrikalar bir bir işçiler tarafından işgal edilir. Liberal Gilloitti hükümeti duruma sessiz kalır ve işgallere ses çıkarmaz. Sonrasında adım adım işgalleri kırmayı başarır liberal hükümet. Diğer yandan faşist kitle örgütleri de toparlanıyordu. İtalya'da siyasi durum buyken basın da birkaç renkti: Sosyalistler, liberaller ve faşistler… 

Faşizme selama duran liberaller
Sosyalist Avanti'de bir dönem yazan Benito Musssolini İl Popola D'Italia gazetesini kuruyor ve onun yayın yönetmeni oluyordu. 21 Şubat 1919 tarihli Popolo D'Italia'da yayınladığı yazıda Mussolini şöyle diyecekti: "16 Şubat'taki kızıl yürüyüş göstermiştir ki bu ülkede kızıl kahpe tehlikesi vardır. Bunların savaş düşmanlıkları bir maske ve iki yüzlü bir çakallıktır. Ölüleri ikiye ayıran bu çakallara karşı her türlü tedbiri alacağız. Sosyalistler, kahramanlıklara, kanla sulanmış mukaddes topraklara, manevi değerlere saldırmaktadır." (Bu konuşmanın 2011 yılının Türkiye'sinde değil, 1919 yılının İtalya'sında geçtiğini tekrar tekrar vurgulayalım. Kürtlerin politik temsiliyetine Erdoğan'ın yaptığı düşmanlık sık sık çeşitli konuşmalarına yansır. Erdoğan da tıpkı büyük kafa zihindaşı gibi Kürt siyasi hareketlerine her türlü kışkırtıcı hakareti yapmakta ve bununla övünmektedir.) 
İtalya'da giderek güçlenen faşizm 1922'den sonra Kral III. Vittorio Emanuele'den hükümeti kurma görevi alır. Kralın bu jestini sosyalistler dışındaki kesimler destekler. Halkçılar, anayasacı demokratlar, liberaller… Zaten bu yıl kurduğu hükümette de faşist partililer azınlıktaydı. Aynı yıl Kasım ayında parlamentoda yaptığı konuşmada "İstesem bu pis ve sağır salonu bir avuç askerin kışlası haline getirebilirim. Yapabilirim fakat hiç değilse bir zaman için bunu yapmıyorum." diyecek ve büyük alkış alacaktı. Bunu koca kafalı Benito'nun bir lütfu olarak gören bir yayın yönetmeni vardı: Luigi Albertini, Corriera De La Serra'da sosyalist iktidar tehlikesine karşı sağcı, faşist hükümetin desteklenmesi gerektiğini ısrarla yazıp çiziyordu. Luigi Albertini 1900 yılında bu gazetenin baş editörü olmuştu. Dengeli bir çizgideydi. Fakat tipik liberal ruh hali gereği sosyalistlerin güçlenmesinden rahatsızdı. İtalya'nın dünya savaşına girmesini ateşli şekilde savunmasına rağmen işgal ve ilhaklara karşı biriydi. 1921 yılında yazdığı bir yazıda Albertini, faşist hareketi şöyle selamlayacaktı: "Canlanan ulusal bilincin en uç ifadesi olarak Ulusal Faşist Parti'yi selamlıyorum. İtalya ekonomik piyasasını canlandıracak, uluslararası saygınlığımızı yeniden tesis edecek bu partiyi tarihi bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Ülkedeki kaosun temel sorumlusu komünistler ve sosyalistlerdir. Faşistler bu şiddeti bastırmak için yurtsever İtalyan olma göreviyle hareket ediyorlar." (Ahmet Altan'ın KCK'ye dair yazdıkları aklıma düşüyor da 1921'de İtalya'da yaşamanın keyfine varıyorum! Devlet şiddetini meşru ve yasal görüp KCK'nin henüz tesis edilmemiş otorite anlayışına katı ideolojik, korkunç mekanizma demişti.) 

Sosyalistler parlamentodan çekildi

Milano'nun elit ticaret ve finansörlerinin elinde tuttuğu Corriera De La Serra faşist çetelerin kent meclislerini basmasına tek laf etmediği gibi şiddeti destekleyen yayınlar yapar. Faşist terörün sokak gücü arttıkça Corriere De La Serra içinde de liberal kesim huzursuz olmaya başlar. Bunların başını daha bir yıl önce Faşist Parti'ye esas duruşta selam veren Luigi Albertini çekiyordu. 1923'te anti faşist kampa katılan Albertini'nin çabaları boşa gidecekti. Bir yıl sonra yapılan seçimlerde Faşist Parti büyük bir çoğunlukla parlamentoyu ele geçirecek ve faşizmi baştan aşağı kurumsallaştıracaktı. Seçimlere hile ve usulsüzlüğün karıştığını parlamentoda haykıran sosyalist milletvekili idi: Giacomo Matteotti. 30 Mayıs günü konuşan Matteotti, Mussolini'nin iradesine uygun olarak seçimlerde baskı yapıldığını, bu meclisin meşru olmadığını ileri sürüyordu. Bu konuşmadan sadece 10 gün sonra kaçırılarak öldürülecekti. Matteotti'nin öldürülmesi büyük bir infiale yol açar. Halk sokaklara dökülür, kanlı olaylar başlar. Mussolini göstermelik de olsa Matteotti'nin katillerini tutuklattır. Nasılsa iki yıl sonra özel bir afla serbest kalacaklardı. Bu dönemde Luigi Albertini'nin Corriera gazetesindeki faşizm karşıtlığı önemlidir, fakat iş işten geçmiştir. Albertini de 1925 yılında çıkan sansür yasasıyla birlikte görevden uzaklaştırılacak o da hayal kırıklığına uğramış bir liberal olarak emlak işlerine girecektir. Bu arada birinci savaşın da nedenleri yazacaktır. Albertini aynı zamanda liberal parti milletvekilidir. Matteotti'nin öldürülmesine karşı çok sert biçimde karşı duracaktır ama nafile… 
Matteotti'nin öldürülmesinden sonra faşizm tökezler gibi olsa da yine toparlanır. Hemen bir güvenoyu süreci başlatılır. Mussolini de liberal parti başkanı Federzioni'yi kabinesine alarak 25'e karşı 225 oyla güveni tazeler. Komünistler ve sosyalistler parlamentodan çekilir. Bu yolla iktidarı güç duruma düşüreceklerini düşünürler ama Mussolini için parlamento zaten basit bir ayrıntıydı. Sonrası bilindik hikaye… (BDP'nin bu dönemde meclisten çekilmesini isteyen Kürtler için ciddiye alınabilecek tarihsel bir derstir bu olay. Sosyalist Türkler açısından da BDP dışında muhalefetin kalmadığı görülebilir.)

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba,
Tarihe bakmak içinde yaşadığımız günleri anlamak ders çıkarmak adına önemli,elbette faşizm koşullarının nasıl yeşertilip güçlendiğini anlamak için de bu yazı değerli..Ben dönemin halk hareketlerini,örgütlerin durumlarını da merak ediyorum ne tür birliktelikler ve ayrışmalar içinde olduklarını da bilmek tarihten ders almak anlamında belki açıklayıcı olabilir..Teşekkürler

Yıkıcı Tutku dedi ki...

Sevgili adsız okuyucu;
O döneme dair örgütlerin durumunu direkt alıntılarla yazacağım. Ama genel hava şu: Sosyalist parti büyük zafer kazanıyor sonra yarılmalar oluyor, bir ara togliatti ve gramsci önderliğindeki yeni düzen hareketi güçleniyor onlar da sovyetler birliğine bel bağlıyor kısmen. Faşist parti bastırdıkça komünistler ve sosyalistler geriliyor

héçé dedi ki...

Halkın içselleştirdiği bir durum oluveriyor faşizm.O günün koşullarında ki insanlık durumunu her bir insanın tek tek hayatı algılayışını merak ediyorum..sokakta sosyal medyada en önemlisi aile içinde başlıyor gibi düşünmekteyim.. faşizm benim komşumun duyarsızlığı hatta bir adım ötede umarsız, ölümleri normalleştirmiş kafasında oluşturduğu tanımlarla herkes için bir yaşam standardı biçmiş insanın nasıl olmasını kendine göre tariflemiş hali..Özgür irade ortaya koymak ile biat etmek arasında bir okyanus kadar fark var ve ilki her seçiminin sorumluluğunu taşımanı öğütler..O yıllarda da şimdiki zamanda da insanın ideolojik söylemi ne olursa olsun biat etmeye yatkınlığını seziyorum, sorumluluk almaktansa bir düşüncenin peşine gitmek, harfi harfine teorik ezberler yapmak ve kendinden fikir üretmemek,önder belirlemek, bana çokta bilinç zorlamayan davranışlar gibi gelir hep,EE ne olmuş yani diyebilirsiniz ben sol yada daha özgür irade gerektirdiğini söyleyen örgütlenmelerin bu anlamda sıkıntıda kaldığını düşünmekteyim..selamlar

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.