Social Icons

.

Pages

14 Mart 2012

Kürt Sorunu Üstüne Politik Söyleşiler 6

Bugünkü konuğumuz bir avukat https://twitter.com/#!/avmuratcicek açık sözlü, demokrat bir Müslüman
1.Kendinizi politik fikirler açısından nasıl tanımlarsanız?

Açıkçası kendimi politik fikirler içerisinde tanımlamayı pek sevmiyorum. Bu durum özgürlüğüme olan aşırı duyarlılığımdan kaynaklanıyor. Serbest düşünceyi ve bu düşünceler neticesinde kendimce yaptığım saçma sapan çıkarımları dahi mevcut kalıplaşmış politik fikirlerden daha çok benimsiyorum. Ben necisin sorusundan çok sen nesin? Sorusunu daha çok seviyorum. İnsanım, Müslümanım, babayım, oğulum, avukatım gibi cevaplar bana daha cazip geliyor. Yine de bu cevaplarımdan pek hazzetmeyeceğinizi iyi bildiğim için günümüz ideolojileri hakkında zorlama yoluyla da olsa bir görüş bildireyim.  Sosyal bir devlet olgusu ile kayıtlanmış siyasal liberalizmin şuan için günümüz dünyasında bir ihtiyaç ürünü olarak gördüğümü ifade edebilirim. Siyasal liberalizmin birey-topluluk hakları ikilemindeki bireye aşırı atıfta bulunan zaaflarını bir kenara koyuyorum. O konuda itirazlarım var. Bir de muhafazakârlık konusunda itirazlarım var. Bana göre muhafazakârlık teorik olarak Türkiye’de yanlış algılanıyor ve yanlış anlamda kullanılıyor. Muhafazakârlık salt bir kelime anlamı değildir. Öyle gericilik veya değişime karşı direnme anlamında da değildir. Muhafazakârlık, 18. yy Fransa’sında doğmuş ve ayağı yere basan basbayağı bir ideolojidir. Öyle söylendiği gibi değişime karşı direnen bir ideoloji değildir. Hiçbir güç değişime karşı direnemez. Muhafazakârlık da değişimcidir ancak bir şartla. Tedrici değişimi savunur ve bu değişimin din, aile ve ahlak gibi toplumda yerleşik kurumları çiğnemeden veya incitmeden yapılmasını savunur. Ayrıca bu tanıma sahip bir muhafazakâr hareket asla insan hakları ile çatışmaz. Ak Parti dâhil bu manada bir muhafazakâr bir siyasal hareket Türkiye demokrasi tarihinde olmamıştır.

2. Geçmişte Kürt isyanlarında dindar Kürtler isyanların öznesi de oldular. 1925'ten sonraki hareketlerde ise dindarlar genelde Cumhuriyet'in sağcı-muhafazakâr Türklerin yedeği oldular. Bunu neye bağlıyorsunuz ya da bu tespit gerçekçi mi?
O bahsettiğiniz Kürtler dindar olmakla birlikte aynı zamanda feodal yapılara sahip Kürtlerdi. Dersim İsyanı sonrası Alevi Kürtlerin çoğunluğu hangi sendromla CHP ve çizgisinde siyaset yaptıysa bu dindar Kürtlerin de çoğunluğunun evlatları aynı sendromla Türk sağının milliyetçi düzenine uydular ve düzen siyaseti yürüttüler. Feodal yapılardan bağımsız dindar Kürtler ise hiçbir zaman mevcut sistemle barışık olmadılar ve hep muhalefet ettiler.
3. Dindar-muhafazakar Kürtlerin 49'lar olayına yönelik Demokrat parti baskısını kınadıklarına, onu tarihsel bir dert edindiklerine dair herhangi bir bilgiye ulaşamadım. Bu konuda sizin bildikleriniz neler? Eğer yoksa bir tavır, özeleştiriye muhtaç mı?
49’lar içerisinde bizzat kendini muhafazakâr ve dindar Kürtler olarak tanımlayanlar da vardı. Ancak davada yargılanan o Kürtler serbest bırakıldıktan sonra demin işaret ettiğim gerekçelerden ötürü yine milliyetçi sağ çizgide siyaset yaptılar. Bu konuda Musa Anter’in Hatıralarında ve Altan Tan’ın Kürt Sorunu kitabında epey anekdot var. Demokrat Parti dönemine dokunmama hastalığı sadece o Kürtlerin değil bütün Türkiye sağının hastalığıdır. Oysa tarihe baktığımızda Demokrat parti dönemi de hastalıklarla doludur. Ayrıca Ezanın Türkçe okunması ve benzeri CHP saçmalıklarını düzeltmesi dışında ben CHP ve Demokrat Parti dönemi arasında pek fark görmüyorum. Bugün Ak Parti dahil sağ yelpazede yer alan tüm partiler Demokrat Parti mirasını sahiplenmektedir. Bakın mesela Adnan Menderes tam 13 yıl CHP milletvekilliği yapmıştır. Bunun siyasal ve sosyolojik bir karşılığı var. Yani Demokrat Parti ve devamı niteliğindeki partilerin tümü aslında köken olarak CHP ile birlikte mevcut sistemi ve devlet ideolojisini birlikte inşa ettiler. Bu sistemin kavramlarını da birlikte inşa ettiler. Mesela Milli görüş ve devamındaki Ak Parti daima bu kavramları sahiplenmiştir. Millet/Milliyetçilik gibi tekçi ve dayatmacı kavramlar konusunda hiçbir zaman ihtilaf yaşamadılar. Tek ihtilaf laikliğe bakış açısındadır.

4. Kürt hareketleri 70'lerden sonra genelde laik saiklerle mücadele anlayışlarını sürdürdüler. Neden dinsel esasları da barındıran bir Kürt hareketi olmadı. (Hizbullahı bu kapsam dışında tutuyorum, operasyonel anti-Kürt bir hareket olduğunu düşünüyorum, farklı düşünüyorsanız belirtir misiniz?) 

Kürtlerin bir kısmının o yönelimlerinin sebebi o gününün dünyasında sol hareketlerin getirdiği bir heyecan ve gençlik üzerindeki etkisiydi. Ancak o hareketlerin hiçbirisi fraksiyon olmaktan öteye geçemedi ve halk hareketi olamadan silindiler. PKK’nin büyümesini sağlayan faktörler ise kesinlikle ideolojisinden ve seküler yapısından kaynaklanmadı. Sistem Kürtler üzerindeki baskısını arttırdıkça Kürtler ideolojiye bakmaksızın safları sıklaştırdı. PKK’nin öncülerinin laik bakış açısına sahip olmaları bu gerçeği değiştirmez. PKK’nin büyümesinin sebebi ideolojisi değildir. Dindar Kürtlerin bu dönemlerde sayıca çok daha fazla olmalarına rağmen içine kapanmalarının sebepleri gerçekten de izaha muhtaç bir durum. Ben bu durumu daha çok dönemin sol rüzgârına ve sekülerleşmeye karşı bir tür korunma güdüsüyle hareket edilmesine bağlıyorum. Ayrıca basit bir araştırma yapılırsa dahi bugün PKK’nin yönetici ve kadrolu kesimlerinin dışındaki halk tabanının daha çok dindarlardan oluştuğunun açıkça ortaya çıkacağını düşünüyorum. 
5. Bugün ana gövdesi BDP olmak üzere irili ufaklı birçok Kürt grubu bir çatı altında blok oluşturdu. Üstelik sosyalist Türkler ve Kürtlerin de desteği var. Bunu olumlu buluyor musunuz?
Çatı oluşumu dar bir ideolojik oluşum olduğu için benim için pek bir anlam ifade etmiyor. Bana göre bu oluşum yine dar bir alanda hapsolduğu için başarısız olacaktır. BDP eğer gerçekten halk hareketini temsil ettiğini iddia ediyorsa siyasal omurgasını ideolojik bir oluşuma oturtamaz. Eğer gerçekten halk hareketi olduğunuzu iddia ediyorsanız ideolojik bir kadro partisi olmaktan çok kitle partisi olmak yolunda adım atmak zorundasınız.  Günümüz siyasetinin gerçeği budur.
6. Mevcut iktidarın kimi ekonomik-siyasi-basın gruplarına yakın duran dindar Kürtlerin Kürt sorununun çözümüne dair projeleri var mı? 
Bahsini ettiğiniz bu Kürtler homojen değil. Dolayısıyla ortak bir projelerinin olması da söz konusu değildir. Ancak hepsinin seslerini gür çıkarmasalar da Kürt Sorunu konusunda eskilere nazaran daha bilinçli bir noktada durduklarını
gözlemleyebiliyorum. Bu bilinç belli bir aktivizme evrilmediği sürece hiçbir anlam ifade etmiyor o ayrı mesele.
7. Kürt sorununun anayasal süreçlerle çözüleceğine inanıyor musunuz?
Anayasal süreç başlı başına Kürt Sorununu çözmez. Öncelikle zihniyet devrimi şarttır. Yakın zaman önce bu konuda yaptığım bir röportajda yeni bir anayasanın Kürt Sorununun çözümüne olabilecek katkılarını değerlendirmiştim. Öncelikle eşit ve özgür vatandaş kuramını içselleştirmiş bir vatandaşlık tanımı şart. Buna kabaca anayasal vatandaşlık diyoruz. Elbette böyle formüle edilmiş bir madde başlı başına sorun çözmez. Anayasal vatandaşlığı düzenleyecek böylesi bir maddenin zihni ve yasal bir alt yapıyı birlikte getirmesi gerekiyor. Yani siz “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan herkes, Türkiye Cumhuriyetinin eşit ve saygın bireyleridir.” dediğinizde bütün mevzuatınızı buna uygun hale getirmek zorunda olursunuz. Çünkü bütün yasalar, tüzükler ve yönetmelikler Anayasaya uygun olmak zorundadır. Yine yasa uygulayıcıları Anayasa ile bağlıdırlar. Örneğin böylesi bir düzenlemede mahkemeleriniz “Türk Milleti adına” değil “Türkiye Halkı” adına karar vermelidir. Türk Tarih Kurumu, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk Kızılayı, Türk Hava Yolları isimlerindeki Türk ifadesi yerine Türkiye koymak zorundasınız. Bunun gibi eşitliği bozan ve teklik dayatan bütün yasal hükümler, kurum adları ve uygulamalara son vermek zorundasınız. Yine gerçek bir anayasal vatandaşlığın tesis edilmesi durumunda “Türküm, Doğruyum” diye ant okutamazsınız. Varlığınızı Türk varlığına armağan etmek zorunda kalmazsınız. Anadilde eğitim hakkınız kısıtlanamaz. Yerleşim birimlerinizin ismi iade edilir. Bütün bu sorunların karşılığını bulduğu mevzuatı yeniden düzenlemelisiniz. Bunun gibi pek çok hastalığın çözümü dediğim gibi zihni ve yasal bir devrimle getirilecek olan anayasal vatandaşlık tanımında gizlidir. Bu sebeple anayasal vatandaşlık Hem Kürt Sorununun çözümü hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından çok önemlidir.
8. Hala devam eden KCK operasyonları bölgede BDP'nin gücünü kırmış mıdır? Bu operasyonların BDP’ ye yönelik olduğu düşünceniz var mıdır?
Bu operasyonlar organik anlamda BDP’nin gücünü muhakkak kırmıştır ancak halk desteği anlamında kesinlikle gücünü arttırmıştır. KCK operasyonları yakıcı etkisi ve zulüm boyutuyla BDP tabanından olmayan Kürtleri de etkiledi ve öfkelendirdi. Bunu en yakın olan 2014 Belediye seçimlerinde net olarak gözlemleyeceğimizi tahmin ediyorum. KCK operasyonları az evvel verdiğim örnekte olduğu gibi Kürtler arasındaki safları sıklaştırdı. Bu yönüyle BDP bana göre oy ve kitlesellik anlamında güçlenmiştir.
9. Dünyanın birçok yerinde kimi kiliseler ve rahipler bu tip iç savaşlarda devlet karşıtı aktif  "ezilenden-yoksuldan" yana taraf oldu. (El salvador, Brezilya, Paraguay, Urugay, İrlanda) Türkiye'de caminin ve imamların neden böyle misyonu yok sizce? Mesela Gülen cemaati direkt iktidara oynuyor, o yetmiyor savaşın aktif tarafı olma niyetinde. 
Bu konuda bence haksızlık yapmayalım. Zulme karşı durduğu için cezaevine giren, öldürülen birçok din âlimi var. Sistem, zulme başkaldıran dindar bir Kürt’ten sıradan bir Kürde göre daha çok nefret ediyor. AslenBatman’ın Kozluk ilçesinden olan Mele Abdullahê Timoki’nin yaşam öyküsünü incelemenizi öneririm. Yine geçtiğimiz yıllarda Suriye’de katledilen ve aslen Bitlis Norşin kökenli olan Şeyh Maşuk el Xaznevi’nin yaşam öyküsü ve mücadelesini incelemenizi öneririm. Onlar gibi isimlerini bilmediğimiz ve burada sayamadığımız yüzlerce din âlimi var.
10. Bu sorunun çözümüne dair temel bir öneriniz olsa bu ne olurdu? Demokratik Özerkliği destekliyor musunuz?
Sorunun çözümü açısından konuşulacak o kadar şey var ki? Yine de beni en çok rahatsız eden tarafından yani çözüme olan yaklaşım tarzından bahsetmek isterim. Kürt Sorunu en kaba tanımıyla eşitsizlik sorunudur diyebiliriz. Bu eşitsiz yaklaşım önce inkâr ve asimilasyonla belirdi. Sistem bunu başaramayıp Kürtlerin direncini kıramayınca Kürtleri inkardan vazgeçti ancak yeni bir bakış açısı geliştirdi. Tamam, Kürtler var dediler, bu ülkeyi birlikte kurduk dediler, kardeşlik muhabbeti yaptılar ancak her zaman için Kürtlere üsttenci bir bakış açısıyla yaklaştılar. Bu bakış açısının adı hoşgörüdür. Ben bu hoşgörü siyasetinden hiç hazzetmiyorum. Burada bir hiyerarşik ima var. Yani hoşgören Türkler, hoşgörülen Kürtler var. Somutlaştırırsak, TRT6 Kürtçe yayın yapıyor ama anadilde savunma aracı olarak Kürtçe mahkemelerde kabul edilmiyor. İşte bunun adı hoşgörü sistemidir. Oysa Kürt sorununda gerçek bir çözüm isteniyorsa “hoşgörü” yerine “tanıma” şarttır. Sistem ve muktedirleri Kürtleri kimliklerinin gerektirdiği bütün unsurları ile tanımalıdır.
   Demokratik Özerklik konusuna gelince, bana göre her ne kadar inkâr edilse de bu proje halen içerik sorunludur ve net değildir. II. Mahmut öncesi Osmanlı İmparatorluğunun Kürt aşiretlere tanıdığı özerklik benzeri bir yaklaşımla 21. yy demokrasilerindeki örnekleri ile ters düşen bu tür bir özerklik arayışının akim kalacağı ve toplumu germekten başka beyhude bir çabanın ötesine geçemeyeceğini düşünüyorum. Bir imparatorluk içerisindeki özerklik ile üniter bir devlet içerisindeki özerklik arasındaki fark iyi hesap edilmelidir. Benim için en ideal önerme yerel yönetimlerin güçlü kılındığı, eksiksiz bir demokrasi ve insan hakları anlayışına sahip Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye’dir. Hükümet anlamsızca bu hedefleri askıya aldı. BDP ve diğer muhalefet partileri ise bu konuda hükümete hakkıyla muhalefet edemedi.

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.