Social Icons

.

Pages

13 Mart 2012

Kürt Sorunu Üzerine Politik Söyleşiler 5

Bu defa Kürt cephesinden bir konuk https://twitter.com/#!/berfdimsk
Sizce Kürt sorunu nedir? Bu sorunun politik, ideolojik, sınıfsal ve ulusal boyutları nedir?
Öncelikle “Kürt sorunu” olarak tanımlanan meselenin özünü Kürdistan ve Kürtçenin oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Lakin bu tanımlamanın içi, sorunu Türkiye’yle sınırlı gören ve yalnızca sorunun folklorik boyutuna odaklanan kimseler tarafından  boşaltılmıştır. Kürt sorunu,  en temel anlamıyla bir işgal sorunudur.  Bu işgal neticesinde bölünmüş 4 parçada, sorunun büyüme düzeyinde, gelişiminde, kazanımlarda muhakkak bir farklılık söz konusudur, fakat aynı zamanda karşılıklı etkileşim içinde olduklarını da görmek lazım.
Meselenin Türkiye boyutunu ele alacak olursak, Cumhuriyet Dönemi’yle birlikte kimlik temelli tüm hakların yasaklanmasıyla ayyuka çıktığını ve günümüze gelene kadar bir takım sosyal, politik, ekonomik dönüşümler yaşadığını söyleyebiliriz. Zamanla bu ekonomik boyutlar derinleşti. Örneğin 1900’lerin başında Amed ekonomide üçüncüyken, şimdi 60’lara kadar geriledi. Köy yakmaları, göçler meselenin sınıfsal zeminini oluşturdu diyebiliriz sanırım. Sırrı’nın söylediğ,i işçi sınıfı Kürtleşti,  tespitine katılmamak elde değil, dünkü yangında da ölenler Kürt’tü örneğin. Lakin meselenin yalnızca sınıfsal boyutuna takılmak ekonomizmden öteye gitmez, çıkmaza sürükler. Selehaddîn Bîyanî bir yazısında şöyle diyordu “Direnişin tek bir hattında bile ayağında mekap ayakkabı ve üstüne de şalvar giymiş yarım gerilla bir çocuk ile üzerinde Levi's kot ve Nike ayakkabı giymiş bir başka çocuğu yan yana görebilirsiniz.” Durum biraz da böyle.  Öte yandan, ideolojik boyutunun harekete ve indirgersek bireylere kattığı artılar oldukça fazla. İdeoloji, mücadeleyi sağlamlaştıran ve çabuk çözülmeyi engelleyen en önemli etken.  Ama Karayılan’ın “Biz istersek 24 saatte terse dönebilecek bir karar alabiliriz” sözünü de unutmamak, değişkenlik gösterebileceğini göz önünde bulundurmak gerek. Bu soru aslında bir hayli geniş bir soru ve üstten cevaplar vermek çok zor oluyor. Afet ablayı kızdırmadan diğer soruya geçeyim.
18.yüzyıldan sonra uluslaşma daha çok kentli ticaret eşrafının zenginleşmesiyle başladı. Endüstriyel ekonominin gelişmesiyle yerel ekonomik pazarlara hakim olma arzusunda olan kent soylu sınıfların öncülüğünde ulus devletler kuruldu, gelişti. Kürtler ise “dinsel ve toprak” otoritelerinin iç içe geçtiği önderliklerle isyanlar başlattılar bağımsız bir devlet için. Her keresinde yenildiler. Ancak yoksul Kürt Köylülerinin, kısmen işçilerinin desteğini alıp öncü-sosyalist çizgiyle gerçekleştirdikleri son isyanda hala yenilmediler. Bundan sonra da yenilme riskleri var mı? 
Cumhuriyet öncesinde Kürdistan'da otorite, bahsettiğin "dinsel ve toprak otoriteleri"nin elinde olduğundan İstanbul'la yaşanan her anlaşmazlık sonucunda isyanlara öncülük görevi doğal olarak gücü elinde bulunduranların olmuştur. Yarı-özerk tablonun bir yansıması olarak isyanlara öncülük eden kadrolar genel itibariyle Osmanlı ordusunda görev yapan subay ve paşalardan oluşmaktaydı. Örnek olarak Cibranlı Halit Bey ve İhsan Nuri Paşa'yı verebiliriz. O şartlarda yenilmelerinin ulusal bilinç eksikliği, birleşememe ve isyanların hazırlıksız başlaması gibi birçok farklı sebebi olduğunu göz önünde bulundurursak meseleyi sadece dinsel ve toprak otoritelerinin önderliğine bağlamak fazlasıyla yanlış olur. 49'lar davasıyla tekrar gün yüzüne çıkan Kürt Hareketi birçok farklı dernek ve örgüt çatısı altında örgütlendi. Uzun bir süre silahsız çözümü kovalayan bu hareketlerin birçoğu tasfiye olurken dünyada ve TC üzerinde gelişmekte olan sol-sosyalist hareketlerden etkilenen Kürt gençleri, Cumhuriyet sonrası her geçen yıl daha da artan ekonomik faşizmi ulusal taleplerle birlikte harmanlayarak halk temelli bir silahlı hareket oluşturdular. PKK hareketini ardıllarından ayıran en önemli özelliği mücadeleyi sürece yayma ve uzun süren mücadeleyle birlikte halkın belirli bir bilinç düzeyini yakalama başarısını göstermesidir. Günümüz itibariyle 3 kuşağın aynı hareket içerisinde yer alabildiğini düşünürsek devamlılık PKK'nin en büyük başarısı olmuştur. Bu noktadan itibaren PKK silahlı mücadelesini kaybetse bile oluşturduğu bilinç düzeyi hakları için mücadeleyi bırakmayacaktır. PKK'nin yenilmese bile belli bir alana sıkışıp kalma tehlikesi olduğunu ve devletin asıl hedefinin de bu olduğunu düşünen biri olarak ulusal birlik temelinde ittifaklarla bu durumun da handikap  olmaktan çıkacağını düşünüyorum.
1970lerin sonunda Hilvan, Siverek, Batman gibi yerlerde TC'nin ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik varlığını borçlu olduğu toprak ağalığına karşı isyan başlatıldı. Bu isyanlar hem ilerleme sağladı hem de bazı kesimlerin ulusal birliğe düşmanlığını geliştirdi, mesela bazı aşiretler hala düşman. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Hareketin ilk yıllarında tabanının büyük kısmının köylüler ve ekonomik olarak toplumun en altta kalan kesiminden oluşması sebebiyle doğaldır ki "toprak ağaları" dediğiniz kesimler karşı cephenin birer parçası olarak görülmüşlerdir. TC'nin bazı aşiret ağaları hakkında önce yakalama kararı çıkartıp daha sonra PKK'ye karşı mücadele taahhüdüyle kararı kaldırması oldu.  İlk olarak Mayıs 1985'te Beytüşşebap'ta uygulamaya konulan Koruculukla beraber araya büyük oranda kan girdiği gerçeğini de göz önüne alırsak bazı aşiretlerin bu tutumlarını sürdürmelerini anlayabiliyorum. Bu süre içerisinde hareketin bazı aşırılıklara kaçtığını söyleyenler olduğunu da biliyoruz. Genel itibariyle Kürt hareketi, ulusal birlik sürecini devam ettirebilirse bu aşiretlerde de yumuşamalar meydana gelecektir. Beytüşşebap'ta koruculuğa başlayan ilk aşiretlerden olan Jirkilerin son seçim sürecindeki tutumu ve "Barış" çağrısı bunun en büyük göstergesi diyebiliriz.
Günümüzde Kürt hareketinin yarattığı imkânlar eskiden  köşelerine çekilen kimi Kürt grupları da yüksek sesle konuşmaya sürükledi. Bu sonradan koroya katılmak isteyen gruplar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ben herkesin bu konuya dair görüşünü ifade etmesinden, bir projesi varsa sunmasından tarafım. Egemene hizmet etmediği noktada, herkesin düşüncesi değerlidir, tartışılmalıdır. Ancak bu imkânın yaratıcılarına tukaka demeleri ve konuşma hakkını egemen lütfetmişçesine bir tavır sergilemeleri kabul edilemez. Burkay buna örnek olabilir.
 Kemal Burkay'ın ve diğerlerinin tasfiyeci arzuları "Biz BDP geleneğinden daha radikaliz, federasyoncuyuz."  kimileri de "Bağımsızlıkçıyız." argümanlarıyla gelişiyor. Bu durumda devletin asıl niyetinin mevcut, dengeli çizgiyi tasfiye ederken hem kimi radikal Kürtleri hem de pasif Kürtlerin düşünme biçiminden yararlandığını düşünüyor musunuz?
TC dönemsel olarak Kürt hareketine "muhalif" Kürdü bir süre dinlendirdikten sonra sahaya sürer. Argümanları ne olursa olsun hareketin Kürdistan'dan aldığı meşruiyet karşısında  en fazla 6 ay dayanan bu insanlar bir anda boy gösterdikleri TV'lerden kaybolarak yıpranmışlıklarını belirli bir süre görünmeyerek giderme telaşına girerler. Aşağı yukarı devletin bu insanlarla olan ilişkisi bu şekilde ilerliyor. Burkay özelinde bir şeyler söylemek gerekirse; uzun yıllardır bir şekilde mücadele vermiş Eski PSK liderinin yukarıda belirttiğim döngüye gireceğini düşünmezdim. Gelişiyle birlikte Kürt Hareketini karalamaktan başka bir işlev görmeyen Burkay da her geçen gün özellikle de Sayın Şerafettin Elçi'yle girdiği polemik sonrası akıllarda az da olsa kalmış olan meşruiyetini kaybetmiştir. İtiraz etmek istediğim bir nokta ise bazı kesimlerin Burkay'ı "radikal Kürt" olarak tanımlıyor olması, tıpkı senin gibi. Egemen Bağış'la buluşup ona federasyon talebini iletmediğine göre Burkay'ı sizin kafanızda "radikal" yapan nedir? Ya da elinde silahıyla mücadele eden PKK'den daha "radikal" olmalarını sağlayan şey ne bilemiyorum doğrusu. Devletin dönemsel olarak "ittifak" halinde olduğu bu kesimlerin Kürt hareketine herhangi bir zarar verebileceğini düşünmüyorum, ama devletin, ilgi dağıtma amacına bu frekansı kullanarak büyük oranda ulaştığını da kabul etmek gerekiyor.
Edit: Benim radikal dediklerim arasında Kemal Burkay yok, daha çok Öcalan’ın yakalanışından sonra kopan tutsak Can Yüce grubu vardı. Gerçi o grup da artık yok ama yine de bağımsızlıkçı, kesinkes silahın zaferine inanan dar politik kesimler var. Devlet, onların düşünme biçimlerinden, hedeflerinden neredeyse bir bir “insan eksiltme” yoluna gidiyor.
Kürt hareketi giderek demokratik bir olgunluk zemininde değişik siyasi görüşlerin dillendirilmesinin imkânlarını yarattı. Fakat bu imkânları bazılarının "ötekileştirici, dış desteğe kapalı Kürtçülük" tavrıyla kullandığı kanısındayım. Mesela sosyalist olanı, Türk olanı dışlama, onlara dayatma gibi davranışlar hakkında yorumunuz nedir?
Açıkçası ‘Kürtçü’ tanımı ulusalcı cenah tarafından geliştirildiği ve mücadeleyi  milliyetçilikle itham etme üzerine kurulduğu için kullanmayı pek tercih etmiyorum. Ama şu bir gerçek ki, ezilen ulus milliyetçiliğini fazlaca yanlış anlayanlar mevcut. Yani, Kürtçe bilmeyen bir Kürdü söz söyleme yetisinde görmeme, ya da bir insanın kelamına sırf Kürt olduğundan mütevellit değer verme şeklinde seyreden anlayışlara benim de itirazlarım var.  Meseleye bu şekilde yaklaşmanın sonu, halkını işgalcilere peşkeş çekmiş bir çok insana da değer atfetmeye kadar gider. Öte yandan, bu ötekileştirmenin tek taraflı olmadığını da görebiliyorum. Bu kutuplaşma karşılıklı etkileşim içinde. Bir taraf bunu yaparken, diğer taraf da hareketin çizgilerini referans göstererek, dışlayıcı bir tavır sergiliyor. Madem böyle düşünüyorsun, Barzani orda” diyerek kapı göstermeler falan oldukça rahatsız edici. Hareketin çizgilerinden kimini kabul edip kimini reddetmek mümkün,  illa herkesin içselleştirmesini beklemek doğru olmaz. Bir de kimi sosyalistlerin kendilerini ‘beyin fazlası’ , Kürtleri de ‘kas’ olarak görme durumu bu tarz içe dönmeyi tetikliyor diye düşünüyorum. Akıl verme ve ahkâm kesme durumunu kaderini tayin hakkına yapılan bir müdahale olarak görüyorum. Doğru bildiğinin propagandasını yapmakla karıştırıyor bunu sosyalistler, hâlbuki ikisi çok farklı şeyler.  Altan Tan örneğinde de bunu yaşadık. Şunu unutmamak gerekir ki  Bedii Tan Kürt olduğu için öldürüldü, Altan Tan da yarın öbür gün tutuklanırsa Kürt olduğu için olacak bu. Şimdi kalkıp kendisine hareketin çizgilerine uymadığını ve o yüzden çizgi dışında kaldığını söylerseniz, bu meselenin ‘ulusal mücadele’ olduğunu idrak edemeyişinize yorulur.
Edit: Soruyu eksik bıraktım gibi… Kürt hareketi içinde ana gövde esası olmak üzere  milliyetçi radikalizmin, liberal eğilimlerin, dindar eğilimlern, sosyalist eğilimlerin bir arada olmasını olağan gördüğümü belirtmeliyim. Sorunlu olan ana gövdeyi rahatsız edecek şekilde baskın olma egosu…
Sosyal medyada kendisine "Kürt milliyetçisiyim" diyen kimi twitter kullanıcılarından "Ahmet Şık ile Mazlum Doğan savunmalarının kıyasını okudum. Bu, beni ürküttü. Gazi Katliamıyla Qamişlo katliamını kıyaslayıp bundan "hakiki Kürtlük tahvil" edenler de var. Sosyal medya acaba sıradan "ispatların" yeri mi oldu?
Bu tür kıyaslamaları çok sağlıklı bulmuyorum. Ahmet Şık 90’larda, fail-i meçhulleri kimse yazmazken yazıyordu örneğin, bu noktada önemli bir isimdir, dönemin koşulları göz önüne alınırsa. Mazlum Doğan’a atfettiğim değeri elbette Ahmet Şık’a atfetmem, fakat Mazlum Doğan’ı, Ahmet Şık’ı aşağılama üzerinden yüceleştirme işine de kalkışmam, bir kere başlı başına gereksiz. Ama şu odak yapma meselesine itirazlarım var. Bu daha çok Kürtlere dönük bir eleştiri. Yani tutuklu Kürt gazetecilerden 10’un ismini sayamazken, Ahmet ve Nedim üzerinden protesto geliştirmeyi doğru bulmuyorum. Gazi ve Qamişlo katliamlarını kıyaslayanlara rastlamadım, ancak Gazi’yi ananların Qamişlo’yu unutmasını eleştirenleri gördüm ve bu noktada onlara katılıyorum. Bu biraz da bakış açısını ele veren bir tutum, yalnızca Gazi Katliamını görmek Türkiyelileşme dediğimiz şeyi ne denli içselleştirdiğimizin göstergesi bir nevi ve ben de Kürdistani pencereden bakılması taraftarıyım. Gazi de bizim acımız, Qamişlo da…
Sosyal medyada, özellikle twitterde KCK operasyonlarının, BDP'yi siyaseten eritme amacında olduğunu bile bile her operasyon sonrası BDP'den silahlı kalkışma isteyenlerin politik niyetleri mi var kişisel niyetleri mi? 
Öncelikle sosyal medyanın Kürtler ve ezilen diğer halklar adına çok önemli olduğunu vurgulamak gerekiyor. Doğru ve etkili kullanılması durumunda savaş konseptini esas alan egemen basınını manipülasyonlarına karşı durmak adına kaybedilmemesi gereken bir kale. Soruya gelecek olursak bu duruma öncelikle şu açıdan bakmakta fayda var, sosyal medya söylenenlerin ışık hızında unutulduğu  bir yer. 2 gün arayla birbirine zıt şeyler söylediğinizde size bu durumu hatırlatan kimse olmuyor. Dolayısıyla bu durumun büyüsüne kapılıp, söylediklerini tartma gereği duymayan fazlaca insan var. BDP'den silahlı kalkışma istemenin yanlışlığına katılırım. Sanırım üzerinde durulması gereken nokta burası. Öte yandan 2007'den bu yana Kürt vekillerin meclis deneyimlerinin çok da memnun edici olmadığını belirtmekte fayda var. Devlet ara vermeksizin tasfiye peşinde koşarken, DTP'den bu yana artarak devam eden baskı sürecine BDP'nin cevap olamayacağı ortada. 30 yıllık mücadelenin getirdiği acıların sabırsızlığa dönüştüğünü düşünürsek Kürtlerin giderek daha "radikalleşmesi" anormal bir durum değildir. 
Sosyal medyanın kullanılması olası eleştirilerin çeşitliliğini de arttırıyor, bunun faydalı olacağına inanıyor musunuz?
Aslında bu konuyla ilgili Özgür Amed’in yazısı önemli , tespitlerin tamamına katılıyorum. Sosyal medya önemli lakin etkin kullanım mecranın kendisinden çok daha önemli. Bizim Kürtlerin bazıları sosyal medyayı arkadaş bulma ya da sohbet etme mecrası olarak kullanıyor. Politik hesaplar yapanlarsa, sosyal medyayı mücadeleye katkı olarak görmek yerine, mücadelenin ta kendisi olarak görüyorlar. Sosyal medya insanları sokağa yöneltebilecek bir mecra olabilirken, pasifize etmeye, sokağı bilgisayara hapsetmeye sebep oluyor. İnsanlar bir tıkla çok şey yaptığını sanıp mental mastürbasyon yapıyor. Sosyal medyada yaşanan tartışmaların zihin açıcı olanlarına aslında çok az rastladım.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

öncelikle; çok sığ bir röportaj olduğunu belirtmek isterim. ve politik ağız takındığını sanarak aslında politikanın seyrinden uzaklaştığı da aşikar. ilk soruya verilen cevapta "Sırrı'nın dediği gibi.." bir cümle kullanması ise başlı başına talisizlik. öncelikle berfdimsk'in üslup yönünden kendini geliştirmesi gerekmektedir. diğer bir konu ise Kürt tarihini tam anlamıyla kavrayamamış biri sanırım. Kürt isyanlarına bakıldığı zaman ve özellikle PKK hareketinden öncekilere bakıldığı zaman, bunların çoğunun başlatıcılarının Kürt burjuva ve elitleri olduğunu görecektir. Diğer ve önemli bir konu ise "Kürtçe bilmeyenin söz söyleme hakkı yoktur" u eleştirmiş ama acaba kendisi bu eleştiriyi yaparken Kürtçe biliyor mu?Zaten eksik olduğun bir konuda eleştiri yapmak ne kadar gerçekçi ve samimidir bunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.