Social Icons

.

Pages

11 Nisan 2013

Bir Savaşın Hem Mağduru Hem "Haini" Olur mu?


   Bir savaş,  aynı zamanda hem mağdurunu hem de hainini ortaya çıkarabilir mi? Çatışmacı siyasal, sosyal iklimde bu tip bir soruyu cevaplamak oldukça güç. Çünkü çatışmanın beslediği siyasi ve sosyal coğrafyada, onun ikliminde büyümüş kimseler için “el üstünde tutulanlarla yer altına gömülmek istenenler”  vardır.  Çoğu kavram da buna göre şekillenmiştir,  hain-kahraman, direnişçi-itirafçı, pasif-atak  gibi… 
    İdeolojik-politik hedefleri ve örgütsel çatısı olan kurumsal bir oluşum genelde kahramanlara, direnişçilere, ataklara ihtiyaç duyar. Bu anlaşılır. Bu tip oluşumlarda “kişilik kazanmak” ancak ve ancak ömrünün sonuna kadar “bedel” ödemekle mümkündür. Gerisi kaçış, teslimiyet, ihanet diye kodlanır.  Tam da bu noktada kaçışlar, teslimiyetler, ihanetler neden zararlıdır, sorusu önem kazanır. Kolektif bir akılla bakıldığında her kaçış mutlaka geride kalanların fiziki yaşamlarına, sosyal yaşantılarına, politik ve askeri sahalarına bir miktar zarar verecektir. Kaçan ya da ayrılan öznenin içerisinde olduğu psikolojik, siyasal, sosyal şartları önemsizdir, önemsizleştirilir.  Genelde legal yapısı olan hareketler için kaçan özneyi her türlü siyasi-sosyal ve kültürel yaşantıdan uzak tutmak bir cezalandırma yöntemiyken illegal örgütlü hareketler temelde kişinin fiziki yaşamına son vererek cezalandırma yoluna giderler. Örgütlü kolektif yapı, bu kaçış ve teslimiyet durumunu ancak cezalandırmakla yükümlü görür kendisini.  Bu açıdan ayrılan öznenin yaşadığı sıkıntılar “boş levha” olarak görülür.  Boş levha aslında savaş örgütünden kaçmakla kendisini ayrıca cezalandırmıştır. Savaş örgütüne katılmakla, onun açısından “ideal, erişilmez bir yiğitlik, bir devrim için kendini feda etmeye hazır bir militan, yüksek amaçları olan bir aydın,  politik haklarını aramaktan habersiz topluluğu kılavuzlayan bir öncü” işlevleriyle yaşamını anlamlı kılmıştır, ama artık bu hedeflerin aktif bir öznesi olmaktan kendisini yoksun bırakmıştır. Kaçışın, teslimiyetin gerekçesi ne olursa olsun aklına ilk gelen “Birinin beni dinlemesi gerekir.” avunmasıdır.  Eğer onu dinleyen bir eşiti yoksa muhtemelen devletin istihbarat ve polisiye bürokrasisi için paha biçilmez bir av olur. Dizginleri kaptırdığı an travmatik etkiler onu, o yaşına kadar ayakta tutan politik ve moral değerleri yıkıcı biçimde sarsar ve yabancılaşmaya iter
   İtirafçılık:
Bir siyasi pozisyon değildir. Fiziki varlığıkorumaktan öte her açıdan negatif bir tutumdur. Bir kişinin ömrü boyunca devam ettireceği bir tutum da değildir. Daha çok devletin bir savaşın pratik sonuçlarını yeniden yorumlama, kazanım-kayıp istatistiğini kendi lehine çevirme gibi kısa vadeli bir güvenlik programının en facia faaliyetidir. İtirafçı olan kişinin ruhen ve zihnen örselenme derecesine bağlı olarak devletle olan ilişkisi boyutlanır. Fiziki yaşamayı ve cezaevinde örgüt disiplini altında olmamayı yeterli görenler için mahkemelerle işbirliği yapmak yeterliyken,  savaşın kirlilik ve acımasız düzeyine göre konfor isteyen tipler için derin güvenlik aygıtlarıyla her türlü kirli eylemi yapmak gibi anlamlandırılması zor  bir davranış halini alır.
   Derken kişilik olarak her türlü örselenen eski militan, bir savaşın nesnesi olma yolundaki değersizliğini kavrayacak, travmatik sonuçlar azalacak bir manastırda yıllanmış ruh haliyle “güvenlik papazlarına” “ Vaatlerinizden,  tatlı dilinizden bıktım.” gizli tepkisiyle daha önce kaptırdığı iki kolunu, iki bacağını kurtarma derdine düşecektir.  Sonunda bir kolu, bir bacağı eksik yarım bedenle çıkacaktır işin içinden.  Bunu başaramayanlar ise daha fazla beden, hafıza, ruh kaybına uğrayacaklardır
  Mağduriyet kısmı ise ancak özgür tartışma koşulları oluştuğunda rahatlıkla izah edilebilir. 

1 yorum:

falkon dedi ki...

itirafçılık; salt idolojik feragat değildir aynı zamanda sosyo-ekonomik geneolojinin tezahürüdür.onu yapmasa genolojik tepki, başkabir eylem-davranış biçimiyle ortaya çıkar.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.