Social Icons

.

Pages

27 Temmuz 2011

Yeni Dönemin Arena Seyircisi: Ahmet Altan

Uzun uzadıya Altan’ın kirli bir savaş karşısındaki düşüncelerini, davranışlarını, ruh halini analiz etmeyeceğim. http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=2658&ahmet_altan-tehlike_ bu linkteki yazısında yeni dönemde olası kirli bir savaş karşısındaki tavrını adlandırmamız için veriler yeterli. Altan, Silvan olayından sonra “şeytanlaştırılmış” bir gücü suçlamanın kolaycılığına kaçmış. Bu, en değme Türk entelektüelinin çöpe atılması gereken tavrıdır.
    Avrupa aydınlanmacılığından önce Amerika’da kolonilerin özgürlük mücadelesi, kurumsal sömürgeci baskıya karşı bazı temel hak ve özgürlükleri talep ediyordu. 18.yüzyılın ikinci yarısından sonra aydınların önderliğinde kolonilerce kaleme alınan Virgina Haklar Bildirgesi ve ardından yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesi’nin girişi şöyle başlıyordu: “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır; Tanrı, her insana elinden alınamayacak bazı haklar bağışlamıştır. Bu haklar kimse tarafından gasp edilemez…” Bunu İngiliz sömürgeciliğiyle Türk devletinin bugünkü pozisyonunu eşitlemek adına yazmadım. Daha çok günümüz Türk aydınlarının “doğal haklar” karşısındaki tavrına ayna tutmak için alıntıyı yaptım. Kürtlerin doğal haklarının ne olduğunu Altan ve ekibine hatırlatmaya gerek yok. İsmail Beşikçi’nin öteden beri yazdığı sosyoloji ve siyaset makaleleri önemli envanterlerdir.  Kürdistan’ın “sömürge bile olmayan” statüsü, Kürtlerin gasp edilen “doğal haklarını”  talep etmelerinde herhangi bir yöntemi meşru kılar.
     J.P. Sartre, Jeanson’ın Cezayirli direnişçilere yardım etmesinden ötürü yargılanmasına şöyle karşılık vermiştir: “ Bu savaşı yargılıyorsunuz, ama hala Cezayir direnişçileriyle dayanışma cesaretini gösteremiyorsunuz.” Bu ünlü sözünden sonra Fransa’da ne mi oldu? Emekli askerler “Sartre’yi kurşuna dizin” şiarıyla yürüdü.  Fransız solcuları, Fransız milliyetçi liberalleri Sartre’yi hain olmakla suçladılar. O, bu defa “Koloniyal her baskı karşısında devlete ihanet etmenin ve kamulaştırılmış milli değerleri reddetmenin meşru olduğunu” açıkladı. Andre Breton da “reddini” açıkladı. Breton, Fransız sağ ve sol aydınlarını “düşünce polisleri” olmakla nitelemiş haklı olarak. 121’ler Bildirgesi olarak tarihe geçen bildirgedeki temel tez: “"Ordunun kapalı ve açık bir şekilde demokratik kurumlara karşı başkaldırdığı, gücünü ırkçı bir egemenlik aracı olarak kullandığı bazı durumlarda reddetmek ve "ihanet" kutsal bir görevdir" Yine manifestonun bu cümlesi de Altangillere ciddi bir eleştiri olarak sunulabilir: “Aslında kendi içinde temel bir kötüyü esas alıp tüm kurumsal devlet baskısını meşru göstermenin hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Fransa’nın bütün vatandaşları insanlığın ve dolayısıyla Cezayirlilerin temel talepleri karşısında onurlu bir tavır sergilemelidir.”
Merak edenler için manifestonun tamamı ve imzalayan 121 kişinin listesi http://www.marxists.org/history/france/algerian-war/1960/manifesto-121.htm dedir.
   PKK’yi ülkenin temel kötülüklerinin öznesi göstermekten vaz geçmek gerekmez mi artık, bir halkın dolayısıyla bireylerin doğuştan kazandığı temel hak ve özgürlükleri devlete, siyasi iktidara, faşist sürüye hatırlatmak gerekmez mi ? 

1 yorum:

gp maksimov dedi ki...

bole yorumlar cok olsun istiyorum.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.