Social Icons

.

Pages

28 Eylül 2011

Zemin Bozuk, Hava Şartları Kötü

    Dün gece her açıdan kötü bir maç izledim. Trabzonspor –Lille maçını garip bir iki sunucu sunuyordu. Belki isteyerek yapmadılar ama bir gerçeği en çıplak haliyle gösterdiler. Trabzonspor’un her hatasını saha ve zemin şartlarına bağladılar. (Öyle ya tüm sorunlarımız hep dış kaynaklıdır.) Her kaptırılan topta teknik hatalardan söz ettiler. Topun kaleyi bulmaması asla vuran futbolcunun hatası değildi, zemin bozuktu sunuculara göre. Rakip takımın boğucu presi, kaleyi dikine kesen pasları, orta sahada etkili olmaları falan sadece maçın durgun anlarında bir tür Türk kompleksi olarak dile getirildi… ( Sokağa tüküren yoksul gördüler mi Avrupalı yapmaz inancı, Soykırım, baskı, katliam söz konusu oldu mu Avrupalılar kendilerine baksın suçlayıcılığı) Zaten rakip takımın attığı gol de kaleci hatasıydı. Şike demedikleri için kaleci Tolga çok şanslıydı. (Ben sunuculardan birinden Polonyalı TS futbolculardan birinin Yahudi kökenli olduğu lafını da bekliyordum açıkçası) Taraftarlar yerinde ve zamanında destek vermiyordu, futbolcular boş koşular yapıyordu. Böylece sportif açıdan başarısız bir takımın teknik ve taktik hatalarının birçok nedenini sunucular analiz ediyor, faturayı zaman zaman saha ve zemine, havaya, fiziki şartlara; zaman zaman futbolculara, taraftara, teknik sorumlulara hatta yöneticilere çıkarıyorlardı. Yani dün gece sunucular dışındaki herkes, her şey kötüydü. Kendileri tüm bu kötülüklere rağmen olağanüstü birer futbol yorumcusuydular!
    Son birkaç yazımda Türk gazeteciliğini ve yazarlığını yaşadıkları psikolojik süreçlerle açıklamaya çalışmıştım. Aslında düşünce üretmiyorlar, yeni bir bakış açısı geliştirmiyorlar, yeni bir dilden konuşmuyorlar ithamında bulunmuştum. Bu,  öylesine bir suçlama değil, bana göre bu sunucuların dile getirdikleri tezlerin Ahmet Altan tezlerinden farkı yok. Çünkü aynı psikolojik sürecin parçaları… Altan’ın  http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=3740&ahmet_altan-devlet_siddeti_ bu linkteki yazısı da önceki yazıları da sürekli devletinin, hükümetinin, ordusunun uğradığı başarısızlıkları dış güçler, saha ve zemin şartları, şike kuşkuları, taraftar yetmezliği, bozuk çimle bağ kurmaya çalışan kıçı kırık, temelsiz milliyetçi liberal psikolojisiyle açıklamaya çalışıyor. Altan’ın üzüldüğü nokta sanırım bir gecede bir türlü bilgisi gelmeyen “yüzlercesi öldürülmüş PKK militanı”… Bu yüzden rakiplerinin öteden beri yaptığı her eylemi maçtaki sunucu ruh haliyle açıklamaya çalışıyor, ikide bir BDP'yi bile hedefe koyan yazılar yazıyor. Altan’a o müjdeyi verecek yeni Genelkurmay’ın komutanını da artık Roma’nın fatihi diye “hadisleyebiliriz”. Nasılsa Türklerin Romalılarla çatışıp çatışmadığı gerçeği onu ilgilendirmiyor. Onu ilgilendiren şey, öteden beri dillendirdiği teorinin gerçekleşmesi: “PKK ile devlet güçleri sebepsiz çatışıyor, şikeli ve danışıklı döğüş yapıyorlar. O yüzden Terörle mücadelede devlet başarılı olamadı.” Eğer inancı buysa ki öyle olduğu anlaşılıyor, ona 1990'lardan günümüze kadar profesyonel komandoların “bir günde, hatta birkaç dakikada öldürdükleri PKK militanlarının bilgilerini tek tek gönderelim. Mesela “50 PKK’li terörist Diyarbakır’ın Lice ilçesinde etkisiz hale getirildi.” gibi eski haberlere sevinir mi bilmem ama bu günlerde  başkomutanı Erdoğan’ın himayesine girmiş TSK’nın komuta kademesinin “böyle müjdeler “verdiğinde Altan’ın “Ben söylemiştim.” çocukluğunun uçarı duygularına keyif yaptırtacağı kesin… Viyana çevresinde o pis fırtına olmasaydı o savaşı kazanıyorduk, Sibirya’da kar tipi olmasaydı Moskova elimizdeydi zaten, Türk Lenin bile çıkabilirdi. Trocki'nin Büyükada'ya gelmesine gerek kalmazdı. Çinliler ince bel, dik memeli, dolgun kalçalı kadınları bizim Hakanlara sunmasalardı Pekin şu an Kürşat’ın heykelini selamlıyordu… Vs vs vs
   “Ağır ağır dağları sarıyor, çemberi daraltıyorlar.” Altan Efendi, komandolar dağları daraltırken senin de benim de evim sarılıyor, sokağım güvenilir olmayan yere evriliyor, milyonlarca ırkçı bir kez daha o egemen kibirleriyle “Şuna da buna da ona da küfret.” baskısı uygulayacak!  Komandolar Dersim’de bir yeri daraltmadı, bundan eminim, öğrendim de nereyi daralttıklarını. Ama senin beynini, ruhunu, bedenini daralttıkları kesin Sayın Altan...
.

1 yorum:

Sedef dedi ki...

Ben normalde futbolun "f"sini görünce, yazıyı okumam. Bunu iki kere okudum. Sevildiğini bil Lermontov! ;)

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.