Social Icons

.

Pages

29 Ekim 2011

Tunç yılların yumuşak yürekli yazarı: Sait Faik (Kürtsüz öykücülük)

ULAŞ OZAN


        Türk ulus devletleşmesi "genişletilmiş kabile bilinci" üstüne şekillenerek "milliyet ile fert arasında garip bir özdeşlik ruhu" yarattı. Her Türkün özel yaşamının Türklüğün kamusal yaşamı haline gelinceye kadar özel yaşantıların her anını istila eden içe dönük bir "milli gurur" ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı'nda dışa dönük milliyetçi eğilim Alman hayranlığıyla beslenirken, hemen savaş öncesi en şiddetli şovenist duygu ve düşüncelerin içe dönük tinsel ve maddi başarıları Türk entellektüalizminin o üstten bakan jakobenliğine biçim verdi. Dersim isyanının bastırılması ise bu içe dönük zaferlerin en zirvesiydi. Bu koşullarda bu milli gururu beslemeye hizmet etmeyen her kalem kırılmaya, her defter dürülmeye, her akıl hapsedilmeye mahkumdu. Türk devletleşmesi tarihinin en korkunç yıllarında modern dönem aklıyla paralel gelişen Türk aydınlanmacılığının en has yayıcıları elbette yazar çizer tayfasıydı. Bir baştan diğer başa Anadolu'yu imar etme hayalleriyle yanıp tutuşan yazarlar, şairler, derlemeciler için bireyin yaşamı ancak devletin oklu ilkelerine dayanır ve kamulaşırsa anlamlıydı. Bunun dışındakiler genç cumhuriyeti içten içe yıkma girişimleriydi. Tam da bu zamanlarda bu milli ruh ve gururla çelişki halinde doğup gelişen, bireyin duygu ve düşünce dünyasını esas alan yeni bir şiir ve yine yeni sayılabilecek bir öykü anlayışının da kaçınılmaz olarak geliştiği görüldü. Pek suya sabuna dokunmayan, gıdasını Tanpınar'ın "Ne içindeyim zamanın ne de dışında" şiarından alan tam eşikte bir liberal hissiyat boy verdi Cağaloğlu'nda… Kuşkusuz edebiyat dünyasındaki bu ümitler belki de Türk tipi liberal yaklaşımları da doğurdu.


        Şeyh Sait asıldığında Sait Faik Abasıyanık sanırım yirmili yaşlarda toy bir talebeydi. Dersim'de o malum katliam olduğunda ise, "Semaver" kitabı yayınlanalı iki yıl olmuştu. Bana, "Türk Edebiyat hayatının en liberal kişiliği kimdir?"diye bir soru yöneltilse, kuşkusuz; "Sait Faik", derim. Sait Faik için öykü yazmak herhangi bir araç değildi, ama o da biliyordu ki birey olarak varolmanın tüm sancıları yaşantıları, gözlemleri ve beklentileriyle iç içedir. Keyifle ve büyük bir heyecanla başladığı yazarlık hayatının henüz başındayken Türk devlet despotizmi ona da 27. yılında ördüğü demir yumruğuyla ufaktan dokunacaktı. "Çelme" öyküsünde Sakarya'ya yakın bir kasabada bir yandan kapıdaki İkinci Dünya Savaşı umursamayan zengin ve mutlu bir azınlığın kadınları, diğer yandan savaşa koca, oğul, sevgili gönderme kaygısında çeşme başlarında bile su almak için sıra bekleyen yoksul kadınlar… Savaş ekonomisinin hışmına uğramış, sırtlarında çocukları, bazlamalık un öğütmek için değirmen önünden sıra bekleyen kadınlar ile sepetlerinde türlü türlü yiyeceklerle piknik yerlerinde hava basan vurguncuların kadınları, sevgilileri, kızları… Öykünün sonunda piknik yerine giden eşraf hanımlarının hamalına yoksul kadınlar çelme atarlar ve tüm meyveler, yiyecekler orta yere saçılır, kasabanın tüm açları karınlarını doyurur. Bin dokuz yüz kırk iki yılında Örf-i İdare Mahkemesinde yargılanan öykü bu onca torpil, aklı başında bürokratın müdahalesine rağmen ancak on yıl sonra beraat eder ve iki yıl sonra da hastalıktan ölür Sait Faik…


        Sait Faik'in "Şahmerdan" kitabından sonra bir önceki kitabına dair övgüyle söz eden dönemin tetikçi, faşist yazarlarından Peyami Safa, onu da "Marksçı önderlerin ardına takılmakla" suçlayacaktır. (Sabahattin Ali de bu yıllarda bu, Alman faşizm kırması dik kulaklılardan nasibini alacak ve hayatıyla ödeyecekti yazarlığını)


        Onun öykülerinde iyi Rumlar-kötü Rumlar, iyi Türkler-kötü Türkler, aşıklar, işçi çocuklar, bir komşu gibi sabah namazında gelen ölüm, dülger balığının hikayesi; Gennet'in eşcinsel karakterleri, Jul Rızalar, Garsonlar, kuşbaz Rumlar, Ada'nın Ermenileri, ağalar, yarıcılar, çöpçüler, İstanbul şafağına hasret balıkçılar, güzel kadınlar, yakışıklı oğlanlar, eşekler, kediler, köpekler var da var… Ama kimliğiyle, siyasetiyle, yaşantılarıyla, sevinçleriyle, acılarıyla, gerilikleriyle, saflıklarıyla, beklentileriyle girmiş bir tek Kürt karakter yoktur öykülerinde. Elbette savaş yıllarında vatan sevgisine bile kuşkuyla bakan, onun can yakıcılığına dokunduran bir yazar Kürt karakterlerin de öyküsünü yazacaktı belki ama erken susturuldu. Henüz idealist bir öğretmenken Türk despotizmi onu Ermeni okulunda edebiyat öğretmeni olarak görevlendirmiş ama o, Ermeni çocukları eğitimin o çileli disiplini altına almak istemedi; hem ceza aldı hem de birkaç ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. 


        O, kendisine sorulan, "Bir yangında Mona Lisa tablosunu mu yoksa zenci bir çocuğu mu kurtarırsın?" sorusunu da "Hiç kuşkusuz zenci çocuğu" diyecek kadar ayrımsız bir kişilik olmasına rağmen sorudaki "zenci çocuk" esprisinin "Kürt çocuk"la yer değiştirmesi halinde cevabının ne olacağını da merak etmiyor değilim… Zira Dersim Katliamı olduğunda o da diğer çağdaşları gibi susmuş, belki de Dersim'e "şanlı ordusunun" medeniyet götürdüğü inancıyla tebdil ve facia hareketini desteklemiştir… Bu konuda herhangi bir destek ya da karşı çıkış yazısına da rastlamadığımı belirteyim. Ama facia bu kadar büyükken ses çıkarmamak zaten bir onaylama sayılır… O yıllarda yazdığı onca öyküde bunca renkli ve çeşitli karakterleri konu etmesine rağmen bir Dersim Kürt'ünün, Şeyh Sait ardılı bir Diyarbakır Kürt'ünün olmaması da üzücü…


        Ama şunu utanmadan, sıkılmadan söyleyelim; Sait Faik, tek parti iktidarının Tanrısal gücüne inanmıyordu. Onun bir Türkçülük dünyasının olduğuna ne hikayelerinde ne de yaşantılarında karşılaşıyoruz. Türklük, o dönem güdük, silik ve faşist aydınlarının verdiği destekle demir yumruk haline gelmiş ırk-ulus-devlet bilinciyle "ötekiler" için bir yıkım projesiyken mutlu mesut yaşayan İstanbul aydınları, yazar çizerleri için bir basamak, bir demagoji, bir kariyer parıltısı, bir düşkün kadının bacak arasına zorla ya da parayla girme hikayesiydi…

4 Ekim 2011

Korkunç Kurtarıcılar, Mulattolar, Moreller, Çongargiller


Bir sabah uyanıyorsunuz ve “korkunç kurtarıcınızın” sizi korumak adına onlarca kişiyi gözaltına alan operasyonlarına tanık oluyorsunuz. Elinizdeki çay tüm sıcaklığını yitiriyor, içtiğiniz sigaranın dumanları arasında baktığınız dünya daha bir boktan görünüyor, ağzınızda nikotinin bıraktığı acımsı tat az sonra yanacak izmaritin kokusuyla birleşecek ve içinize yüz on gözaltı haberleriyle sıranın ne zaman size geleceğini hesaplayan kara haber tortusuyla düşecek.  Bunun için bir şey yapmanız gerekmiyor, yazdığınız bir yazı, katıldığınız bir gösteri, yaptığınız bir telefon görüşmesi “güçlü delil” sayılabilir. “Sokak Kürtlerinin” bilinen yazgısı bu… Alçaklık, tarihin hiçbir döneminde bu kadar gazeteci, aydın, köşe yazarı tarafından ateşlice savunulmadı, daha öncekiler cumhuriyet tarihi boyunca “anarşist, terörist, hain” olarak servis edilir, o minvalde savunulurdu, bu dönemlerde “Ama bakın Kürt siyasetini özgürleştiriyoruz, sizi silahlı Kürt vesayetinden kurtarıyoruz, 1990’larda fail-i meçhule gidiyordunuz, artık hukuk ve kanun adına sizi tutukluyoruz, bu lüksü bu egemen iktidarımıza borçlusunuz.” cinsinden namussuzluklarla devlet terörü aklanmaya çalışılıyor. Tıpkı Lazarus Morell’in New Orleans zencilerini savunması gibi…
  1800’lü yıllarda Mississipi nehri boyunca pamuk tarlalarında çalışan “Amerikan Kürtlerinin” hastalanıp ölmesi nankörlüktü. Çünkü beyaz efendisi,  bazen köle olarak çalıştırdığı bu Türkiye Kürdünden daha esmer zencilere bin dolara varacak kadar para veriyordu. En verimli döneminde Meksika Körfezinden gelebilecek bir mikrobun iri kıyım bir zenciyi hasta edip öldürmesi düpedüz “ihanetti." Mississipi kıyılarının yoksul beyazları, zencilerle aynı koşullarda yaşamalarına rağmen asla zenciler kadar lekelenmediler. Onlar damarlarındaki asil kanın verdiği onuru taşıyorlardı. Lazarus Morell bunlardan biriydi. Birbirine fazla yakın gözleri, dümdüz bir çizgiyi andıran dudaklarıyla vasatın altında bir beyaz fiziğine sahipti. Saçlarının daha sonraları ağarması, “yaptıkları yanına kar kalmış” cüretkar sahtekarlara özgü tuhaf bir soyluluk kazandırıyordu. Bir eyaletten at çalıp bir başka eyalette satması onun “asil” eylemlerinden sadece önemsiz bir ayrıntıydı. Onun “Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde” hak ettiği yeri almasını sağlayan eylemlerin habercisiydi yine de bu at hırsızlığı. Morell daha sonra özel birlikler kuracak, yüzlerce kişiyi hırsız, katil ve ikna edici haydutlar olarak Mississipi’den Ohio’ya, oradan Arkansas’a, New Orleans’a uzanacak bir çetenin “yoksul beyazlarından” devşirilmiş lideri olacaktı. Bu çetenin içerisinde de sorun çıkaranlar ayağına taş bağlanmak suretiyle Silivri’ye pardon Mississipi Nehri’nin o boz bulanık sularına bırakılırlardı. Mulatto dedikleri bu sürünün önemli üyeleri parmaklarına gümüş yüzük takarak saygınlık elde ederlerdi çiftliklerde. Güney’in çiftliklerini boydan boya dolaşıp zencilere özgürlük vadederlerdi. Zenciler firar eder yeniden satılmaya razı olurlarsa Mulatto birliklerinden biri, bunlara bir miktar para teklif ederdi. İkinci kez kaçtığında ona özgür olabileceği bir eyalet... Mulattolara göre bu saf zenciler aynı zamanda birer orospu çocuğuydu. ( Ülkede kaçak elektrik kullanırlar, vergi vermezler, tahta barakalarda kim kime dumduma yaşarlardı, metropollerde hırsızlık, gasp, kapkaç gibi olayları hep bu Amerikan Kürtleri yapıyordu. ) Morell’in oluşturduğu Mullato komiserlerinin zencilere önerdikleri para, gümüş, özgürlük vaadi kadar daha kışkırtıcı bir başka şey olamazdı. Güneyde anarşistlerin kölelere özgürlük hareketi bu “özgürleştirme” çetelerinin yanında “İspanyol, Portekiz Qandil muhibbi” gibi kalıyordu. Yüzlerce köle zenci bu korkunç “kurtarıcı perilerin” hileleriyle nehirlerde boğuldu, başka çetelerin kurşunlarına, beyaz efendilerin kamçılarına hedef oldu ve öldüler. Tarih, bu telefi ancak matematikle yazacaktı. Gün geldi, devran döndü güvenilir Mulatto çetelerinin egemenlik ve parasal alanları genişledi, rant büyüdü,  içeriden anlaşmazlıklar çıktı. Morell’in en güvenilir adamı Virgil Stewert adındaki Arkansaslı bir genç tüm bu kirli tezgahı kendi çıkarları adına deşifre etti. Amerika’nın vicdanlı aydınlarının katkılarıyla çeteye operasyon düzenlenmesine rağmen Morell rüşvet ve adalet dağıtıcılarıyla kurduğu parasal ilişkiler sayesinde kurtuldu. Daha sonra kendisini linç etmek isteyen zencileri devlete karşı ayaklandırmak istediyse de başaramadı ve 1835 yılının Ocak ayında Silas Backley adıyla hastanede yatarken akciğer yetmezliğinden öldü.
    Morell, aynı zamanda İncil’i ezberlemiş safkan bir yoksul beyaz olarak Afrika kökenli bu göçmenlere tebliğler yapıyordu. Onları evlere kapatıp ilahiler okuyordu. İçeride ibadetler yapılırken, dışarıda Morell’in Mulatto alçakları, at çalıp, tarla Kürtlerini özgürleştiriyorlardı.
     Şimdi Aşağıdaki Soruları cevaplayalım:
1. Aşağıdakilerden hangisi modern Lazarus Morell’in çetesinden değildir?
a. falan gazetenin yayın yönetmeni
b. falan gazetenin soldan devşirme özgürlükçü solcuları
c. falan gazetenin kontenjanlı Müslümanları
d. falan gazetenin çağdaş, laik ulusalcıları
e. falan gazetenin ev Kürtleri
f. hiçbiri
2. Aşağıdakilerden hangisi Mulatto birliklerindendir?
a. TSK  
b. polis özel harekat, gazeteler, dergiler, bültenler
c. korucular, itirafçılar
d. misyon din örgütleri, cemaatleri
e. sivil toplum örgütlerinin devlet ve iktidar kalkanlı olanları
f. hepsi
Not: bu bir Borges hikayesinin yorumudur. 

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.