Social Icons

.

Pages

3 Mart 2012

Kürt La Pasionaria'dan No Pasarán!

Yaşamın kıyısından siyasetin ortasına doğru akan bir yürek Marion Wallace-Dunlop
Britanyalı kadınlar on yıllarca talep etmelerine rağmen bir türlü oy hakkı elde edememişlerdi. Emmeline Pankhurst yıllarca dilekçeler yazdı. Birleşik Krallık parlamentosundan bugün adı saygı ile anılan liberal politikacı J. S. Mill'in desteğini almasına rağmen erkeklerin parlamentosu bir türlü kadınların oy hakkına yönelik herhangi bir düzenleme yapmamıştır. Emmeline Pankhurst değişik dönemlerde oy hakkı için örgütler kurar. Kızları Christabel ve Sylvia da annelerinin politik etkinliklerine genç yaşta katılırlar. Nihayet 1903 yılında kurdukları Kadınların Sosyal ve Politik Birliği (WSPU) ile seslerini duyuracaklardı. Yıllarca süren bu mücadele sonunda Emmeline ve arkadaşları, 'edepli dilekçelerle bir yere varılamayacağı' düşüncesine varırlar. Bunun için radikal yöntemler benimsenir. Politikacı erkekleri; toplantıları sırasında onların konuşmalarını kesme, slogan yazma, bildiri dağıtma, pankart asma gibi bir dizi eylemlilikle başlayan süreç giderek şiddet dozunu arttırır. Politika artık erkekler için kolay nutuk atılacak bir alan olmaktan çıkıp rahatsız olacakları, huzursuz edilecekleri, talep dinleyecekleri bir alan olmaya doğru gitmiştir. 1908 yılında Avam Kamarası'nı işgal etme çağrısında Emmeline şöyle diyecekti: "Haksızlığa karşı öfkelenmek, en yüce ahlaktır, kadınlara oy hakkı!" 1909 yılında Emmeline dahil yüzlerce kadın tutuklanır. Tutuklananlar arasında Emmeline'nin kızı Sylivia ve heykeltıraş
 Marion Wallace-Dunlop ile Nottinghamlı mahalle papazının 28 yaşındaki kızı Helen Watts da vardır. WSPU, son derece akıllıca eylemlerle erkeklerin kutsal saydığı her değeri sarsıyordu. Hapishanelerde adli tutuklu ve hükümlerle aynı koğuşları paylaşan WSPU üyeleri 1909 yılında "politik tutuklu" statüsünü kazanmak için açlık grevine girerler. Bunların başında Marion Wallace-Dunlop gelir. Açlık grevindeki kadınları zorla besleme programına tabi tutan hükümet başarısız olur. Marion Wallace-Dunlop'u 4. gün serbest bırakma kararı alır. 4 Haziran 1913'te WSPU militanlarından olan Emily Wilding Davinson kralın atının önüne kendisini atarak intihar eder. Aslında bu bir direnme biçimidir. Açlık grevlerini ve bu tarz eylemleri bir anlamda egemen devlet şekillendirmiştir. "Kadınlar özgür olsalar, kanunları çiğnemek zorunda kalmazlar!" diyen Emmeline Pankhurst'ü da haklı çıkarmıştır süreç… 1. Dünya Savaşı başlayınca Emmeline ve büyük kızı Christabel savaş yanlısı bir çizgide olmalarına rağmen Sylvia sosyalist hareketlerle ilişki geliştirir. Dunlop da dışarıda daha birçok eyleme iştirak edecek ve 1918 yılında İngiliz Sufrajetler politik tutuklu statüsü kazanacaklardı. (Bu arada kadınların talepleri sadece oy hakkı talebiyle sınırlı değildir. Bugün kazandıkları erkeklerle aynı ortamlarda sigara içme hakkını da direnişle almışlardır. İçtiğimiz suda bile bir direnme mirası vardır, dense yeridir. Şikagolu tekstil işçisi kadınların 1857 yılında başlattıkları daha iyi bir yaşam ve çalışma koşulları talebini içeren büyük grev ile başlatılan direniş süreci dünyanın herhangi bir yerinde talepleri farklı, direnme biçimleri farklı nice mücadeleyi miras bırakarak devam ediyor.)

La Pasionaria - Tutku Çiçeği: Dolores Ibárruri

1936 yılında Halk Cephesi, İspanya'da seçimleri kazandığında bunu hazmedemeyen İspanyol kralcılar, Francocu korporatistler, daha nice milliyetçi faşist çeteler devrimin her alanındaki kazanımına amansız bir saldırı başlattılar. 18 Temmuz 1936'da General Franco, "Ordu, İspanya'da düzeni sağlamaya karar vermiştir, General Franco ordunun başındadır. Tüm vatansever İspanyollar mücadeleye başlamalıdır" der. Halk Cephesi bu ayaklanmaya hazırlıksız yakalanmıştır. Büyük bir umutsuzluk Madrid'i ve dolayısıyla İspanya'yı sarmıştır. 19 Temmuz sabahı sokaklarda, dağlarda, köylerde, evlerde, tarlalarda radyolarda bir kadın, "Sürünerek yaşamaktansa başı dik ölmek yeğdir! Devrim düşmanları bu cesaretle ayaklandılarsa bu onları yürekli oluşlarından değil devrimci cumhuriyetin insana davranma biçiminden kaynaklanmıştır. Tüm değerli dostlar, işçiler, köylüler, öğrenciler, kadınlar ve devrimin diğer dostları mücadeledeki yerinizi alınız! Faşizme geçit yok! No pasaran!" çağrısıyla dünya devrim tarihine geçecek konuşmayı yapar. Bu kadın komünist yayınlarda La Pasionaria olarak yazan Dolores Ibárruri'den başkası değildi. O, önce İspanyolların tutku çiçeği, sonra dünya halklarının gönlünde La Pasionaria olarak yaşayacaktı.

Çarlığın baş belası: Vera Figner
13 Mart 1881 yılında Çar II. Aleksandr'e yönelik Rus Narodnikler bir eylem gerçekleştirir. Bu eylemden sonra çarlık rejimi cadı avına çıkar adeta. Eylemin planlanmasından uygulama aşamasına kadar yine bir kadının adı ön plana çıkar: Vera Figner. Çarlık hapishanelerinde geliştirdiği taviz vermez tutumuyla, açlık grevleriyle politik tutuklu statüsü kazanır. Bu direnişini "Yıldırım hızıyla bir düşünce aktı benliğimde ve tüm tereddütleri ortadan kaldırdı: 'Sadece eylem içinde gücünü anlayabilirsin'..." sözleriyle anlatır. Vera yirmi yıl sonra serbest kaldığında Lenin dahil pekçok kimsenin saygısını kazanmıştır.

Kürt ovalarından dağlarına gülümseyen esmer nergis: Selma Irmak
Cumhuriyet hegemonyasının dizayn ettiği, Kürtleri TC nezdinde var eden tek şey onların tüm ulusal, kültürel ve politik haklarından arınarak fason yurttaşlık gömleğini giymeleriydi. On beş, yirmi yıl öncesine kadar devlet-koca-ağabey sarmalında okul ile aile, ev ile çeşme arası kadar yolu olan Kürt kadınları artık siyasete yön veren, siyaseti geçmişteki İngiliz sufrajetlerin yaptığından fazlasını yaparak, siyaseti sadece egemen eril sistem içinde rahatsız etmiyorlar, siyaseti erkekler için, egemenler için sarsıcı bir mücadele alanı olarak görüyorlar. Zekiye Alkan'dan başlayıp Leyla Zana ile devam eden bu sarsıcı Kürt kadını gerçekliği elbette var oluşunu hareketin başlattığı büyük yürüyüşe borçludur. Bunun tarihsel gelişimi hepimizin malumu. Selma Irmak bu yürüyüşün bu sıralar en anlamlı neferlerinden. O, 2009 yerel seçimlerinde Derik belediye başkanlığı adaylığı iptal edildiğinde onbinlerce kişiyle sokağa dökülmüş, İspanya'nın Zaragoza'sından Derik'e akmış bir öfkenin adı: La Pasionaria'nın Kürdü, tutuklandığında Holloway Cezaevi'nden Diyarbakır'a süren bir yolculuğun Dunlop'u, Sibirya'dan Kürdistan'a savrulan Vera rüzgarının fırtına dönüşmüş bilinciydi... 
Bobby Sands 1981 seçimlerinde hapishaneden milletvekili adayı olduğunda İngiliz sömürgeciliği hiç ummadığı bir yumruk yiyecekti suratına. Sinn Fein adayı Bobby Sands ve Ulster Birlik Partisinin adayı Harry Batı yarıştılar. Sands, rakibinden 1400 oy fazla alarak milletvekili seçildi Belfast'tan. Selma Irmak ise Şırnak'ta 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde BDP/Blok'tan Şırnak'taki toplam oyların yüzde 26'sını alarak seçilmeyi başardı. Yine aynı bölgeden Faysal Sarıyıldız yüzde 25 oy alarak Blok'un ikinci adayı olarak seçildi. Bu seçimler Kürt bölgelerinde siyasi partiler arasında bilinen bir sandık yarışı olmaktan ziyade TC devletinin varlığıyla Kürtlerin politik varlığı arasında hayati bir anlam taşıyordu. Kürtler herhangi bir partiyle değil devletin yüzyıllık faşist aygıtlarıyla her türlü baskı ortamında yarışıyordu. Kazandılar da… 
Bobby Sands ölüm orucundayken ilgisiz kalan burjuva devletler ancak onu ölümünden sonra hatırladılar. Ölüm orucunun 66. gününde, millet vekilliğinin 25. gününde yaşamını yitiren Sands için onlarca ülke parlamentosunda saygı duruşu yapıldı. Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız ve diğer politik tutsaklar için ne böyle bir sonuç bekliyoruz ne de ancak ölümlerden sonra saygı gösteren bir kamuoyu istiyoruz. Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız ve diğer politik tutsakların bu eylemi bugüne kadar süregelen açlık grevi eylemlerinden farklılık da gösteriyor. Irmak, tüm taleplerini politik düzeye çıkarmıştır. "Kürt sorununun demokratik çözümünün Sayın Öcalan'la olan müzakere sürecinin yeniden başlamasıyla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması halinde, 'Barış için üzerime düşeni yaparım' demesi dolayısıyla bu şiddet sarmalığının sona ereceğini daha fazla can kaybının engelleneceğine inanıyoruz" satırlarıyla Irmak direkt Kürt sorununun çözümünü talep etmiştir. 2009 Mart ayında Derik yerel seçim mitinginde yaptığı bir konuşmada "Bu ateş sizi de yakar!" demişti. Son direnişinde "Ateş olanı ateş yakamaz." diyerek kararlılığını göstermiştir.
Bu yazıyı yazdığım saatlerde BDP/Blok'un diğer politik tutsak vekillerinin de açlık grevlerine başladığı haberini basından okudum. Türk devletleşmesinin sosyal, siyasal ve kültürel olarak faşist kodlarla ve projelerle şekillendirdiği   politikacısından aydınına, ondan yazarına-çizerine, öğretmenine, doktoruna ve bir bütün olarak kamuoyuna kadar geniş bir yelpaze bu eylemin hala politik özünü anlamadığı ortada… Kürt sokağının ancak soytarı diye tanımlayabileceği gazetecisi, köşe yazarı, kanaat önderi, en önemlisi politikacısı hala işin ciddiyetini anlamış değil. Onlar günlük tanrılar yaratıp ondan korkma veya korkmama arasında değişik imajlar çizmekle meşguller. İşin korkunç tarafı bu Türk entellektüalizmi giderek gangsterlerin ruh haliyle bir çatışma esnasında yaşamını yitirenlerin altın dişleri olup olmadığını arayan Allahsız tiplere dönüşmekte… Selma Irmak ve arkadaşlarının demokrasi, barış, özerklik çağrıları şimdilik La Pasionaria'nın sözünü ettiği "iyi niyet" yaklaşımları hala kamuoyunda yeterli ilgiyi göremedi.  
Biraz klişe olacak ama tarih kesinlikle Dunlopları, Zetkinleri, Doloresleri hala dostlarının ve düşmanlarının gönlünde açık ya da gizli bir saygıyla anarken, Franco ve türevlerini lanetlemektedir. Kürt kadınları açısından bu direnişin bir başka anlamı vardır: Her döneme alttan bir dalga olarak damgasını vuran kadın, bu süreçte en üst düzeyde politik taleplerle dönemi selamlıyor. Çaresiz değiller, işin kolaycılığına kaçıp politik mücadelenin tüm yükünü dağa havale etmiyorlar. Dağın politik sürece katılması için coşkularıyla, acılarıyla, yazgılarıyla sürecin temel belirleyeni oluyorlar. Bu açıdan Türk devleti ve onun tepeden tırnağa her kurumu hala şanslı…

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.